Evimin salonunda koltuğa uzanmış, iki gün önce çıktığı iş seyahatinden bu gece dönecek olan kocamı beklerken vaktin daha çabuk geçmesi için, dün yol üstündeki kitapçıdan aldığım kitabı okuyordum. Kuyucu çırağının Mahmut Usta’yı kuyunun dibinde öldü sanarak bırakıp gittiği bölümü henüz bitirmiştim ki duvardaki antika saat on ikiyi vurdu. Kitabı, okuduğum sayfa kapanmayacak şekilde yüzüstü bırakıp yerimden kalktım. Pencereye gittim. İkindiüzeri başlayan ve saatlerdir tipiye çevirmeden ince ince yağan kar kesilmişti. Arkasında kirinden pasından arınmış sakin, beyaz bir şehir bırakmıştı. Böyle manzaraları severdim, böyle havaları da. Camı açtım, başımı dışarı uzatıp derin bir nefes aldım. Ciğerlerime mis gibi bir kar havasının dolmasını umarken genzimin tuhaf bir kokuyla yandığını hissettim. Önce adını koyamadım genzimi yakan kokunun, fakat az sonra, seneler evvel geçirdiği otobüs kazasında feci şekilde can veren babacığımı teşhis etmek için annemle birlikte gözyaşlarıyla girdiğimiz hastane morgunun kokusuna benzediğine karar verdim. Anlaşılan ölüm; şehrin bütün kokularını aspiratör gibi içine çekip havaya kendi sefil, ürpertici kokusunu bırakmıştı.
Her ne kadar, kendine bembeyaz bir sayfa açmış görünse de çürümüş insan eti kokan bir şehirden kim olsa korkardı. Ben de korktum. Başımı, sert kabuğuna el değmiş bir kaplumbağa gibi hızla içeri çektim. Camı sıkıca kapattım. Odaları dolaşarak karşıda evimin içini görebilecek yüksek bir bina olmadığından çoğunlukla açık bıraktığım beyaz stor güneşlikleri tek tek indirdim. Dairenin çelik kapısını alttan ve üstten kilitledim. Tamamen güvendeydim artık. Hangi cani; lüks bir sitenin yirmi dört saat kameralarla gözetlenen, taş duvarlarla çevrili bahçesine, kapıdaki özel güvenliklere yakalanmadan girebilir; A blok, onuncu katta bulunan on dokuz numaralı dairenin kapısını zorlayabilirdi ki! Eğer milyon dolar bütçeli bir korku filminde oynamıyorsa yahut iyi kurgulanmış bir polisiye romanın kahramanlarından biri değilse hiçbiri cesaret edemezdi buna. Anında yakayı ele vereceğini, ters kelepçe yapılıp ekip aracına ite kaka bindirilerek emniyete götürüleceğini, oradan da doğru hapse gönderileceğini bilirdi.
Yanıldığımı, sırf evde bir ses olsun düşüncesiyle, radyoyu açmamdan yarım saat sonra anladım. Radyodaki ‘Gece Gece Eğlence’ isimli müzik programının düzgün bir Türkçeyle konuşan, arada Türkçesi kadar etkileyici ses tonuyla şuh kahkahalar atan kadın sunucusu; çalmakta olan müziği birdenbire kesip sıcak sesine soğuk bir ciddiyet kisvesi giydirmiş, “Sayın dinleyicilerimiz, bu gece M.G. isimli genç bir kadın vahşice öldürüldü. İstanbul Cinayet Büro Amirliği ekipleri katledilen kadının kocası olduğunu tespit ettikleri katil zanlısı C.G.’nin peşine düştü. Gelişmeleri sizinle anında paylaşacağız,” diyerek âdeta salonumun ortasına ölüm kusmuştu.
Sunucu saniyeler içinde eski kimliğine büründü, az önce yarım bıraktığı şarkıyı cıvıl cıvıl bir sesle anons ederek yeni baştan çaldı. İçimden kızdım sunucuya. Vahşice işlenmiş bir cinayet haberini verdikten hemen sonra normale dönmek bu kadar kolay olmamalıydı. O kızgınlıkla radyoyu kapatabilir veya frekans değiştirebilirdim. Yapmadım ama keşke yapsaymışım. Zira radyodan, o güne değin hiç görmediğim, bilmediğim, günün birinde karşılaşabileceğimi aklımın ucundan dahi geçirmeyeceğim bir adam, sunucunun ölüm kusmuğunun üstüne pat diye düşüverdi. Gerçi balıkçı teknesinde ayakta duruyormuş gibi yalpaladığından pek kalktı denilemezdi ama, adam yer çekimine güçlükle karşı koyarak ayağa kalktığında, üstünden başından sindirilememiş yemek artıklarıyla karışık çiğ sarı kusmuklar sızıyordu.
Karşımda ansızın beliren bu, sigaradan sararmış uzun bıyıkları ağzına meyilli, kara kuru yabancı; büyük olasılıkla radyodaki sunucudan, polislerin peşine düştüğünü öğrendiğim katil zanlısı C.G. idi. Yine büyük olasılıkla şu an nerede olduğundan da benim, onun arandığını bildiğimden de habersizdi. Burnunun ucunu görebilecek durumda olmadığından bunu bilmesi zaten mümkün değildi. Ne böyle bir adama ne de gündelikçi kadının temizlik yaparken kapıyı pencereyi açarak iyice havalandırdığı evimi sarıveren rakı soslu kusmuk kokusuna alışıktım. Hayır hayır… Özel günlerde, partilerde, davetlerde kocamla ben de içerdik. Fakat rakı… Asla! Hiç bize göre değildi. İçmek şöyle dursun, içilen mekânları tercih etmez, ezkaza gittiğimiz mekânda aldığımız rakı kokusuna bile zor tahammül ederdik. Bu yüzden, denize düşmüş de boğulmaktan kendini son anda evime atarak kurtulmuş gibi şaşkın görünen üstü başı kusmuk bulaşığı C.G.’den midem kalktı. Az kalsın ben de kusacaktım. Görünüşünden ve kokusundan tiksindiğimi ekşiyen yüzümden ve ağzımı burnumu iki elimle birden kapatmamdan anlamış olacaktı ki beni daha fazla rahatsız etmemek adına -bu tamamen benim hüsnükuruntum olabilir- sendeleyerek birkaç adım geri çekildi. Hemen arkasında duran on iki kişilik ceviz kaplama yemek masama çarpıp tekrar düştü. O, yerde yarı şuursuz yatarken ben, nedense onun, şuh kahkahalı sunucunun söylediğinin aksine zavallı karısını gece değil güpegündüz, hem de etrafına taze et kokusu almış yaban arıları misali saniyede toplanan onlarca insanın gözleri önünde katlettiğini düşledim.
Evde, C.G. ile karısı M.G.’nin arasında durduk yere hır çıkmıştı yine. O ona, o ona derken kavga iyice büyümüş, alevleri tüm mahalleyi sarmıştı. Uzun zamandan beri alçaltma lüzumu görmedikleri sesleri oturdukları apartmandan sokağa taşıyordu. Kadını erkeği, genci ihtiyarı, bakkalı manavı… Neredeyse her gün şahit oldukları bu kavgalara artık alıştıklarından bu müzmin mutsuz çiftin birbirlerine ettikleri çiçeği burnunda hakaretlere, paketi açılmamış küfürlere hiç mi hiç aldırmıyordu. Bir yandan işlerine güçlerine bakarken bir yandan da eskiden her evin vazgeçilmezi olan radyo tiyatrosunu dinler gibi, seslere kulak kabartıyor, onlara nazire yaparcasına kendi aralarında şakacıktan atışıyorlardı.
Kasadaki kan kırmızı elmaları zedelememeye çalışarak dışarıdaki tezgâha üst üste dizen köşe başındaki manav, C.G.’nin karısına ettiği taze küfrü duyunca gevrek gerek güldü. Hayatında hiç böyle şey duymamıştı. Elmaları bırakıp dükkânının önünü süpürmekte olan mahallenin kasabına seslendi. “Ali abi! Seninkiler gene başladı tuluata. Taze salatalığım var, getireyim de tuzlayarak ye dinlerken!” Yazık! Tuzlayarak kelimesindeki muzır cinasa bozulmak yerine, -onu anlamamıştı- geçimsiz bir karı kocanın kendisine yamanmasına alındı ihtiyar kasap. Birden suratı düştü, dükkânının vitrinindeki çengelde asılı etler gibi kızar bozar oldu. “Nereden benimkiler oluyor ulan hergele! Beni kendinle karıştırma! Lafını bil de konuş!” diye çıkıştı. Bu gün ihtiyar kasabın pek gününde olmadığını anlayan manav; yaptığı kelime oyununun fark edilmemesine sevindi için için. “Tamam abi, kızma! Benimkiler olsun. Ne olacak?” dedi sinsice gülerek. Gönlünü almak için tezgâhtaki en iri ve en kırmızı elmayı seçti, ona doğru fırlattı. “Yakala Ali abi! Şunu ye de barışalım.” dedi. Kırgınlığı uzatmak istemeyen kasap süpürgeyi elinden bırakıp hızla üstüne gelen elmayı son anda, havada yakaladı. Önü yer yer kan ve göz göz yağ lekesi olan beyaz önlüğünün cebinden çıkardığı çakıyla yağ tenekesinden bozma çöp kovasına soydu, dilim dilim yedi. Keyfi yerine gelmişti. “Geçmişlerinin ağzında bulunsun Metin!” diye seslendi manava. Onların mayhoş atışmalarına az öteden kıkırdayarak kulak kabartan boyacı çocuğun, fırçasını kendinden büyük boya sandığına birkaç kez art arda vurduğu; ayakkabısını boyatan müşterinin sağ ayağını indirip sol ayağını boya sandığına koyduğu sırada C.G. ve M.G.’nin oturduğu, kırk yıllık Huzur Apartmanı’nın önünde bir patırtı koptu. Sokaktaki bütün gözler aynı anda o tarafa çevrildi.
C.G. üflesen uçacak gibi görünen cüssesiyle nasıl becerdiyse becermiş, bodrum kattan saçlarından sürükleye sürükleye kapının önüne çıkardığı, oradan da yola doğru itip yere düşürdüğü seksen kiloluk karısının üstüne çullandı. Kaçıp kurtulmak için hiçbir çaba göstermeyen karısını Allah yarattı demeden dövmeye başladı. Ağzına burnuna art arda yumruklar attı, karnına kasığına tekmeler indirdi. İki eliyle sarılıp boğazını sıktı. Elini kadının saçlarına dolayarak kafasını hiç acımadan yerlere vurdu küt küt. Yakası bağrı açılan, eli yüzü büsbütün kızıl kan içinde kalan M.G. kendisine yapılan bu işkencelere karşı koymaya çalışmadığı gibi avazı çıktığı kadar bağırarak yardım da istemedi çevredekilerden. Evlendikleri günden beri gün yüzü göstermeyen, sofrada bir tatlı ekmek yedirmeyen kocasına boyuna küfretti. Niyeti; konuşunca çok konuştun, susunca çok sustun; gülünce hafif, gülmeyince don yağı; yiyince çok yedin, yemeyince aşıma ağu mu kattın; süslense süslendin, süslenmese paçoz; bırakıp gitse kime gittin yollu, dönse kimden döndün yolsuz diyen, yıllardır ne yapsa yaranamadığı kocasına kendini öldürtmekti sanki.
C.G. nihayet, bir vicdan sahibinin polisle tehdit etmesinden ya da babayiğidin birinin karşısına dikilip, ‘hop hemşerim, ne oluyor? Çabuk bırak kadını! Yoksa ben bıraktırmasını bilirim!’ demesinden korkmadan zavallı karısıyla saatlerce kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaktan yoruldu fakat karısı dayak yemekten yorulmadı. Lağım ve rutubet kokan evinin tavanında ara sıra ağının ucunda mutlu mesut sallanırken görüp imrendiği örümcek gibi kendini sallandırarak kıymaya bir türlü cesaret edemediği canına, kocası bu gün kıysın istiyordu. Böylelikle hem çoktandır pamuk ipliğine bağlı yaşamaktan bıktığı bu rezil hayattan kurtulacak hem de birçok kereler şikâyetçi olmasına rağmen her defasında ifadesi alındıktan sonra karakoldan salıverilen kocasını bir ömür hapse attırarak ondan intikam alacaktı.
Bu sebeple başına dikilmiş, öfkeden köpük köpük olan gözlerle bakan kocasını en hassas noktasından vurmaya karar verdi. Bağıra bağıra küfretmekten sesi soluğu kesilmişti ama son bir gayretle, “Vur! Niye durdun şerefsiz bamya! Hadi vursana, yatakta bir türlü öttüremediğin küçük kuşunun hıncını benden alsana!” diye kısık sesle bağırdı. Âdeta Azrail’e ‘gel al artık canımı’ diye davetiye çıkardı.
Bu sözleri duymayı hiç beklemeyen C.G. önce afalladı, sonra gözünün ucuyla sağını solunu yokladı. İnsanların fısıldaşıp gülüştüklerini görünce hepten kan beynine sıçradı. Kalabalığı eliyle yarıp burnundan soluyarak hızla kasap dükkânına koştu. Tezgâhtaki bıçaklardan birini kapıp geri geldi, kaşla göz arasında. Soğuk taş zeminde, ölümü kendisine armağan edecek celladını sessizce bekleyen karısına bıçağı tam on sekiz kez soktu soktu çıkardı. Ama M.G. de sokağa göleklenen kanı ‘gerçek değildir canım, salçadır o, salça!’ diyerek vasat bir Yeşilçam filmi seyreder gibi seyreden mahalleli de gıkını çıkarmadı.
Karısını bıçaklamalara doyamayan C.G. en sonunda, kalabalığın salça bulaşığı zannettiği kanlı bıçağı, son nefesini veren karısının ölümle doyasıya sevişirken zevkten açık unuttuğu kanlı bacaklarının arasına attı, gitmek üzere kalabalığa yöneldi. Kalabalık dalgalanarak geri çekildi, kendiliğinden ikiye ayrılıp onun geçebileceği genişlikte bir koridor açtı. C.G. kendisi için açılan kutlu yoldan elini kolunu sallaya sallaya çekip gitti. İnsanlar onu gözleriyle yolcu ettikten sonra tekrar birleştiler; birkaç adım öne, genç kadının başına doğru ilerlediler. Gözlerini; efsanedekinin aksine kanatları zümrüt yeşili değil, zümrüt kırmızısı bir kuş ölüsü gibi sokağın ortasında yatan M.G.’ye sabitlediler. Birazdan kanatlanıp uçacakmışçasına dakikalarca baktılar. Genç kadın yattığı yerde öyle mutluydu ki ne kanatlarını açıp usul usul havalandı ne ayaklanıp ağır ağır yuvasına gitti.
M.G.’nin böyle başını zümrüt kırmızısı kanatlarının arasına almış, bir kuş gibi kıpırdamadan yatmaya devam ettiğini gören kalabalıktakiler, birbirlerine, ‘Kadının kalkacağı yok, yerini sevdi galiba! Bari biz gidelim, hem kar da yağmaya başladı, birazdan hava dona çeker!’ dedi. Nedense, vasat bir Yeşilçam filminden çıkan seyirciler gibi gözlerinin nemini silip birbirlerinin kolunda sohbet ederek gitmek yerine; bir zamanlar şehrin en izbe köşelerine açılan sinema salonundan çıkan yeni yetmelerin içlerinde beliren o tuhaf suçluluğun benzeri hislerle ve aman kimse bizi buradan çıkarken görmesin telaşıyla kaçarcasına uzaklaştı. Kimi sıcacık evine kimi duvarlarında müşteri veli nimetimizdir yazan dükkânlarına döndü.
Karın altında buz gibi yatanın tüyleri zümrüt kırmızısı bir kuş değil, otuz beş yaşlarında genç bir kadın cesedi olduğunu gece, çöpçüler fark ettiler. Polisi aradılar hemen. Dakikalar içinde olay yerine gelen, birkaç ay sonra kuruluşunun yüz yetmiş beşinci yılını kutlayacak olan pek güzide polis teşkilatımızın pek güzide memurları M.G.’nin kaskatı kesilmiş bedenini ceset torbasına yerleştirmeye çalışırlarken radyodaki şuh kahkahalı sunucu kadın, müzik yayınına kısa bir ara verip bu vahşi cinayeti sıcak haber olarak duyurdu pek sayın, pek sevgili dinleyicilerine.
“Karını niye öldürdün?” diye sordum masanın dibinde yatan katil zanlısına. Kafasını parkeden ancak bir iki karış kaldırabilen C.G. ağzını yamultarak, “Valla billa ben öldürmedim abla!” dedi. İnanmadım tabii. Böylesine korkunç bir cinayeti işlemeye ondan başka kim cesaret edebilir, Genç M.G.’yi kim gözünü kırpmadan öldürebilirdi ki? Artık, kaç şişe devirdiyse cinayeti işledikten sonra soluğu aldığı viranede, yapıp ettiklerini hatırlamıyor olmalıydı. Böyle düşünmeme rağmen içime bir kuşku düşmemiş de değildi hani. Fakat kuşkumun da C.G.’nin de üstüne daha fazla varmadım. Frekansı değiştirip koltukta yüzüstü bıraktığım kitabı yeniden elime aldım. Radyoda Mozart’ın Lacrimosa’sı çalıyordu.
Bir saat sonra kapı vuruldu. Üstüme başıma çeki düzen vererek kapıya koştum. Holdeki aynada saçımı başımı düzeltmeyi ihmal etmedim. Sevgili kocamın geldiğinden o kadar emindim ki mercekten bakmadan kapıyı sevinçle açtım. Karşımda lacivert üniformalı iki polis memurunu görünce neye uğradığımı bilemedim. Sanki dejavu yaşıyordum. Yıllar önce yine böyle bir gece yarısı kapımıza polisler gelmiş, babamın ölüm haberini vermişlerdi esefle. Polis memurları az sonra, “Hanımefendi İzmir uçağı hava muhalefeti yüzünden İstanbul semalarındayken irtifa kaybedip düştü. Kaptan pilot ve yardımcı pilot haricinde, uçaktakilerden, kocanız da dahil kurtulan olmadı maalesef.” veya “Hanımefendi kocanızın havaalanından bindiği taksi gelirken şoförün direksiyon hâkimiyetini kaybetmesi sebebiyle yol kenarındaki bariyerlere çarptı. Kazada şoför de kocanız da can verdi.” diyecekti. En iyi ihtimalle polislerden, kocamın başına elim bir kaza geldiğini, şu an hastanenin yoğun bakım ünitesinde canıyla cebelleştiğini ama metin olmam gerektiğini, tüm hastane personelinin onu kurtarmak için seferber olduğunu duyacaktım.
Ben aklımdan bu senaryoları geçirirken diğerine göre daha tecrübeli görünen polis, kimliğini göstererek, “Tülay Sağyaşar?” dedi. Kapıyı açtığımda kursağımda kalan sevinci yutkundum zorla. “Evet, benim memur bey! Buyurun.” dedim. Sesim de ellerim de titriyordu. “Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor hanımefendi, hemen hazırlansanız iyi olur.” diye karşılık verdi aynı memur. Diğer polis memurunun gözleri, sanki bir şey düşürmüş de onu arıyor gibi yerde geziniyordu. “Yoksa kocama kötü bir şey mi oldu? Lütfen söyleyin!” diye atıldım, duyacağım habere ağlamaya hazır bir tonda. Benimle konuşan polis boğazındaki küçük gıcığı temizleyip cevap verdi. “Kocanız Akhun Sağyaşar kendisinden yirmi yaş küçük sevgilisini, tasarlayarak ve canice hislerle öldürmek suçlamasıyla bu gece İzmir uçağından iner inmez gözaltına alındı hanımefendi. İfadenize başvurulmak üzere sizin de bizimle birlikte merkeze gelmeniz gerekiyor!”
Sevgili kocamdan bunu hiç ummadığımdan sırtımdan hançer yemişçesine sendeledim. Düşmemek için kapıya tutundum tek elimle. Diğeriyle kararan gözlerimi kapattım. O an hangi polis memuruna ait olduğunu ayırt edemediğim ses, “İsterseniz içeri geçip kendinize gelmenizi bekleyelim hanımefendi,” dedi nazikçe. Bir müddet hiç kıpırdamadan ve konuşmadan bir elim kapıda bir elim gözlerimde durdum. Sonra gözlerimi açtım, olabildiğince güçlü görünmeye çalışarak, “Hayır,” diye karşılık verdim sahibini bilmediğim sese. “Hiç gerek yok, gidelim!”
edebiyathaber.net (9 Eylül 2023)