İş insanı Ahmet Temizsoy’un vefatı gündeme oturdu. Siyasiler dahil olmak üzere herkes bu olayla ilgileniyordu. Hakkında dedikodu yapanlarsa daha çok şeyler söyler oldu. Onu önemsemeyen kesim de olayın üzerindeydi. Vapurda, metroda onu konuşuyordu halk. Adını yeni bitme çocuk bile öğrenmişti.
Nasıl konuşulmasın, zavallının canlı yayında aort’u patlamış.
Yusuf radyodan öğrendi vefatı: “Yayın esnasında kalp krizi geçiren Armatör Ahmet Temizsoy, doktorların tüm müdahalelerine karşın kurtulamadı. İş insanının cenazesi yarın…” Askerden tanırdı onu. İlkin, duyduğu şeyin gerçek olamayacağını düşündü. Dün akşamki canlı yayında televizyonda görmüştü onu. Görüntüde gayet sağlıklıydı arkadaşı. Fakat bu, onun ölmemesi için bir sebep değildi. Olayın gerçekliğine adapte olduğunda cenazenin detaylarına da hâkimdi. Kapattı radyoyu.
Her erkek askerlik arkadaşının cenazesine katılmak ister. En azından buna benzer bir duyguyla yaşar. Onunki biraz farklıydı. Rahmetliye ait bir şey vardı onda; bir fotoğraf karesi. Arkadaşına o şeyi muhakkak vermeliydi. Arkadaşlıklarını terhis sonrasına taşımamaları da engel olmamalıydı cenazeye katılmasına. Ahmet’in meraklı turşucu olmasına kızsa da severdi onu Yusuf. Onların ayrı düşmesi kesinlikle birinin evli olması, ötekininse müzmin bekârlardan sayılmasıydı. Fotoğraf da etkiliydi Yusuf’un Ahmet’ten kaçmasına.
Ülke sınır karakollarında asker olmak bazıları için cezaydı. Bazılarıysa gönüllü olurdu. Yusuf gönüllülerdendi. Ahmet’se bir şeyden kaçıyor gibiydi. Fakat ortamın şartları ağırdı; kışlanın sessizliğinde, rüzgârın uğultusu bile tehditkârdı. O gecelerde nöbet tutarlardı birlikte. Siperli kulübede yan yana durup, etrafı kolaçan ederlerdi. Ahmet arkadaşına arada laf atsa da Yusuf sessizliği bozmamaya çalışır, sustururdu onu. Çünkü gece nöbetlerinin bir parçası da tetikte kalmak ve en ufak bir sesi dikkate almayı gerektiriyordu. Öyle gecelerden birinde karakola saldırdı eşkıyalar, tam da gereksiz sorgu sualini yaparken Ahmet. Az kalsın şehit düşüyordu ikisi de oracıkta. Bir tek mermi harcamadan. Destek kuvvet yetişti de saldırıdan yara almadılar.
Ahmet’in yanından ayırmadığı kâğıt parçasının bir fotoğrafın mikro fotokopisi olduğunu fark ettiğinde onun nasıl biri olduğu çözmüştü Yusuf. Bir bağımlı gibiydi; nöbet tutarken de parmaklarının arasındaydı o şey. Defalarca elindekini arkadaşının gözüne soksa da Ahmet, Yusuf fotoğrafa bakmadı. Ta ki o şeyi çatışma esnasında düşürene kadar arkadaşı.
Dün akşam, saat yedi civarı evdeydi Yusuf. Oldukça yorgundu. Bir şeyler okuyup yazacak hali de yoktu. Oysa, her akşam defterine bir anısını yazar, olmadı eski yazdıklarını okuyup düzenlerdi. Duş almak, yorgunluğuna iyi gelirdi. Soyundu. Banyoya girdi. Sonrasında da fikri değişmedi. Zihnini boşaltmak için televizyon karşısına geçti. Kocalarını şikâyet eden kadınlarla eğleşip güldüğü olurdu yorgun akşamlarında. Sabah kuşağının tekrar edildiği bir kanalı açtı. Bir beş dakika dayanabildi. Oradan bir diğer kanala atladı. Otuz ikinci kanaldaydı. “Başarı, fedakârlık ve azimle gelir. Bugün burada, kendi kimliğimi ve değerlerimi koruyarak geldiğim noktayı sizlerle paylaşmaktan gurur duyuyorum,” stüdyodaki seyircinin görüntüsü üzerindeydi adamın konuşma sesi. Birden kuvvetli bir alkış koptu. Kamera seyircinin gözünden konuğa geçti. Askerlik arkadaşı tüm heybetiyle karşısındaydı; armatör kimliğiyle. Üzerinde kruvaze bir blazer vardı. Armatörlüğü, evlendiği kadının aile geçmişinden geliyordu. Yoksa, o da Yusuf’tan farksızdı. Mütevazı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Boynundaki fular ceketinden pahalıydı. Askerden sonra adamakıllı bir iş bulup düzenli çalışsaydı, o da ekrandaki adam kadar önemli biri olabilirdi. Bir Ceo. Olmadı bir Genel Müdür. Bugünse, pirim doldurma peşinde iş kovalayan bir emekçi. Otuz ikiden otuz bire geçti. Ardından otuz iki. Otuz üçteki dizide kaldı. Dizi başlangıçta eğlenceliydi, az kulak misafiri olmamıştı sokaktakilerin oyuncular hakkında atıp tutmasına. Bir süre seyretti. Reklam kuşağında kanaldan kaçtı. Nihayette otuz yedinci kanalda karar kıldı; premier league football. Her zaman viskiyle seyrederdi futbolu. Televizyon karşısında uyuya kalmasına, iki parmak malt yetti.
Yusuf askerdeyken de ketum bir genç adamdı. Sevmezdi kendinden bahsetmesini. Askerlikte sınır karakolunu istemesi bu yüzdendi. Ahmet’inse her şey dilindeydi o yaşındayken. Askerden döner dönmez karısını hamile bırakacağına kadar her detayı vermişti ona.
Olay gazetelerde şöyle yazdı: Dün akşamın canlı yayın konuğuydu vefat eden iş insanı. Hakkında türlü iddialar vardı. Limanda, şirketine ait konteyner içinde bulunan uyuşturucunun dedikoduları devam ederken, tarihi eser kaçakçılığı yaptığı canlı yayında kendisine soru olarak yöneltildi. Yayın konuklarından Filanca Gazetenin Haber Müdürü Falanca, elinde yeni belgeler olduğunu, yarın savcılığa suç duyurusunda bulunacağını açıkladı. Birden fenalaşan iş insanımız maalesef hakk’ın rahmetine kavuştu. Vergi rekortmeni Ahmet Temizsoy Beyefendiyi kaybettiğimiz için üzgünüz. Ailesinin ve iş dünyasının başı sağ olsun.
Cenaze bugün. Aksi gibi hava oldukça sert. Sağanak ve lodosa teslim metropol. Yine de cenazenin kalabalık olması bekleniyordu. İkindiden sonra Merkez Mezarlık Camii’nde kılınacak cenaze namazı. Oradaki mezarlığa defnedilecek. Yusuf da gidecek. Ondaki emaneti sahibine vermesi için son şansıydı bu veda. O şeye emanet demek ne kadar doğruysa artık…
Defne, armatör Ahmet’in karısı olmasından çok, ailesinin üç nesildir deniz ticaretiyle adını uluslararası belleten bir imparatorluğun patroniçesiydi. Dün akşam, kocasının katıldığı canlı yayını seyretmeyip, otuz üçteki diziyi açtı Defne. Kadın dizinin seyrinde, Yusuf uykusunun hülyasındayken, Ahmet şahsına yöneltilen suçlamalarla boğuşuyordu. Program, saygınlık sınırlarını çoktan aşmıştı. Yönetmen, kontrol odasındaki büyük monitörden yayına odaklanmış. Bir yandan kameraların açısını, diğer yandan akışı kontrol ediyor, sürekli olarak ekibine talimatlar veriyordu. Ne yaptıysa sakinleştiremedi ne konuğunu ne de gazeteciyi. Bir aslandan farksızdı Ahmet, kükrüyordu. Öfkesi yüzünü kapladı. Böğürtüsü arş ü ferş, arş ü zemîn yankılandı. Ki kanın kırmızısına teslim oldu tüm bedeni.
Cenaze sabahı gelip çattı. Yusuf, gardırobunu açtı. Aradığını ötekilerin arasından çekip aldı. Elindeki bir blazer idi. Ahmet’in canlı yayında giydiğinin mono düğmelisi. Ceketin iç cebini karıştırdı. Neden sonra giydi. Aynadan uzun uzun bakındı kendine. Ne yaptıysa, ceketin arka yırtmaçlarını görmeyi başaramadı. Gözü mendil cebine takıldı. Üzerindeki izler, orada bir arma olduğunu işaret edecek kadar belirgindi. Avuç içiyle sildi orayı. Geçmesini umması abes idi. Ceketin omuz başlarındaki grilik, başına düşen aklar kadar sırıtıyordu. Sağlı sollu avuç içiyle savurdu yılların tozunu. Az biraz buruşuktu. Ceketin önünü ilikledi. Bu şekildeyken buruşukluk pek rahatsız etmezdi cenazedeki elit tabakayı. Göremese de iki elini, ceketin arka yırtmaçlarına götürdü; aynadaki Yusuf’un gözlerinin içine bakarak, “Değer mi? ” dedi.
Hakikaten değer miydi?
Defne ile Yusuf bir zamanlar sevgiliydi. Evlenmeyi düşünüyorlardı. Armatör babasının altmış yaş partisinde giymesi için hediye etmişti üzerindekini sevgilisi. Ceketin kruveze yerine mono olmasını kabul ettirmişti fakat armasız olmasına, “Asla!” dedi Defne. Adamın isteğini, aile geleneğine hakaret saymıştı. O arma imparatorlukların tescilli bir göstergesiydi. Onunla evlenseydi, o armanın kol düğmelerini de kullanmak zorundaydı. Yusuf bu, durur mu, söktü armayı. Sonucunda atıştılar. Kavgalı gürültülü birkaç ayın ardından ayrıldılar.
Günün aynı saatinde Defne’nin telaşı farklıydı. Camii avlusunda yerini erkenden aldı. Babasına veda ederken giyindiği siyah elbise vardı üzerinde. Annesinin cenazesinde de aynı şekildeydi. Yaşadığı şok, acıdansa üzüntüsünü farklı bir şekle sokmuştu. Şaşkındı ve duygu karmaşası yaşıyordu. Yoğun ve karmaşık duygular içindeydi. Huzursuzdu. Kesinlikle öngöremediği şeylerdi yaşadığı. Hayat arkadaşının bu kadar erken göçmesi, hiç aklına gelmemişti. Musalla taşında yatan kocasına bu yüzden kızgındı. Uyuşturucudan, konteynırın şirketine ait olmadığını ispat ederek kurtulmuştu. Oysa, onun şirketine ait bir şileple ülkeye taşınmıştı söz konusu konteynır. Kaçakçılık iddiasından da bir şekilde aklanırdı. Vergisini de fazla fazla ödüyordu.
Dini ritüeller anlamsız geliyordu Yusuf’a. Cenaze namazından, helallik faslından hoşlanmazdı. Defne ile de karşılaşmak istemiyordu. Doğrudan mezarlığa gitti. Mezar yerini gösteren tabelalar, mezarlığın ana girişinden başladı. Bu sayede, bir zamanlar âşık olduğu kadının, aile ismine ayrılan haşmetli kabir yerini zorlanmadan buldu. Toprağa su dökmek için bekleyen birkaç çocuk ve özel güvenlik olduğu bariz, siyah elbiseli adamlar vardı. Normalde on kişinin, yan yana defnedileceği bir alana sahipti Defne’nin aile kabri. Siyahlı adamlar her bir köşesine kümelenmişti mekânın. Çocuklar zengin cenazeden toplayacakları harçlığın peşindeydi. Yoksa gökyüzü toprağı ıslatma işini kendine görev edinmişti. Sağanak ve şiddetli rüzgâr hâlâ etkiliydi. Elini cebine soktu. Para dağıtacağını sanan veletlerden biri dibinde bitti. Parmaklarının arasında, çatışma yerinde bulduğu fotoğraf vardı. Defne’nin deniz kenarında, yeşillikler içinde, bikinisiyle güneşlendiği bir görselinin mikro karesi. Yusuf, bulduğu şeyi arkadaşına vermeyip cebine atmış bugüne kadar saklamıştı. O şeyi pantolon cebine geçirdi. Çocuğu boş yollamak istemediğinden bir onluk verdi. Diğer ikisi koşarak geldi, onları da gördü. Para faslının ardından cebindekini avuç içine aldı. Saçlarından omuz başlarına, oradan ellerine yol yapan yağmur avuç içindekini de ıslattı. Defne’nin gençliğini parmaklarının arasında gezdirdi bir süre.
Mezarın başında bunlar olurken, Defne hâlâ camii avlusundaydı; kaç kişiyle sarmaş dolaş olduğunun farkında olmadan. Fazladan, kulağına bir şeyler fısıldayan da vardı. Onu, uzaktan seyreden de. İnsanlar onun acısını paylaşmak, Ahmet ile vedalaşmak için oradaydı. Avluda adım atacak yer yoktu. Başsağlığı dileklerinin ağırlığı, belini oracıkta bükmüştü. O da katılanlar da üzüntülüydü. Fazladan onların üzüntüsünü de sahiplendi. Kalbi göğsünden taşacak kadar büyüdü. Ölüm acısını, babasının ve annesinin ardından şöyle tarif etmişti Ahmet’e: “Üzerinde taş olmasa, kalbim kaburgalarının arasından pırtlardı.” Şimdi musalla taşında yatan kocasıyla yaşıyordu aynı şekli. İçinde kopan fırtınanın şiddeti yüzündeydi. Zihni, bir şeylerle kavga halindeydi. Öfkesi canlı yayındaki gazeteciyeydi. Kocasının katiliydi o adam. Yarın, sonraki gün ve daha sonrakilerde neler yaşayacağını bilmiyordu. Derken, cenaze kalabalıkla mezarlığa ulaştı. Tabut araçtan, omuzlara alındı. Omuzlardan da yerin altına.
Yusuf, insanların kümelenmesini az öteden izliyordu. Bir yandan da gözüyle Defne’yi takipteydi. O ise, değil Yusuf’u fark etmek, bir başka boyuttaydı. Dualar edildi. Sıra, toprak atmada. Defne, elindeki toprağı tabutun üzerine bıraktı. Ardından dostları devraldı görevi. Mezarcının küreğiyle atıyorlardı toprağı Ahmet’in cansız bedenine. Hırsla savuruyorlardı. Sırasını savan ardındakine verdi küreği. Yusuf’a sıra geldiğinde avucundakini sakınmadan savurdu. Mezar yerinin dört bir köşesine konuşlanan siyah elbiseli adamlardan en az biri, bir şey savurduğunu görseydi, üzerine çullanabilirdi. Kefenin üzerinden sekerek baş kısmına kondu savurduğu o şey. Üç kürek toprak attı arkadaşının cansız bedenine. Bıraksalar, kapatırdı mezarı…
edebiyathaber.net (18 Haziran 2024)