Öykü: Kapı isimliği | Hasret Balaban

Mart 22, 2025

Öykü: Kapı isimliği | Hasret Balaban

Ben, Erinç Sanlı.

İsmimi soran kıza böyle cevap verdim.

Toz kokan matbaada, istiflenmiş yüzlerce davetiye arasından bana ait olan kağıt topunu bulmaya çalışıyordu. Bunu yaparken bir yandan da söyleniyordu. Ümitsizce dikiliyordum. İki hafta sonraki, saatler sürecek düğünüm ve öncesinde yaşanacak hengâmeden daha sıkıcı olamazdı bu. Kapıya doğru kafamı çevirdiğimde ahşap kapının sabit kanadında çırpınan bir karasinek dikkatimi çekti. Dışarı çıkabilmek için çılgınca cama çarpıp tekrar tekrar düşüyordu pencerenin cilası tozdan görünmeyen, koyu kehribar çıtasına. Bakışlarımı dışarıya çevirip bir süre daha bekledim.

Sonunda, ‘’İşte, buyurun, bunlar sizinkiler.’’ dedi bezgince kız.

‘’Teşekkür ederim.’’ dedim ve matbaanın gıcırdayan döşemesini tekrar geçip kapıya geldim. Çıtalı, tozlu kapıdaki karasinek hâlâ aynı çaba içinde kendini camdan cama çarpıyor, çıkardığı vızıltıyla, kapının duvarla birleştiği yere otağını kurmuş, aç örümceğin iştahını kabartıyordu. Sineğin binlerce gözünü görebilseydim, her birinden fışkıran korkuyu da eminim görebilirdim. Onu, kara yazgısına terk edip sol elimle kapıyı açtım, toz kokusundan kurtuldum.

Arabama binip eve geldim. Ablamla birlikte davetiyelerin bir bölümünü zarflara koyduk. Son bir haftadır, evdeki kadınlarda bir tatlı heyecan… Sevinçleri bazı anlarda arşı zorluyor. Annem, bana her baktığında gururla tedirginlik gözlerime ulaşmak için yarışıyor. Bu bakışlar bana, kadınların her duyguyu uç noktada yaşadığını bir kez daha hatırlatıyor. Babam, her zamanki gibi kendi halinde bulmacasını çözüyor. Birkaç ay önce askerden geldiğimde bana sarılıp çocuk gibi ağlayan adam, şimdi, köşesine çekilmiş, rahatsız edilmek istemediğini ve ‘’Ben o işlerden anlamam.’’ cümlesini kaldırdığı kaşlarıyla söylüyor bize.

Davetiyeleri alıp oyalanmadan evden çıktım. Asıl çile şimdi başlıyordu. Arabayı çalıştırıp ilerledim. Kollarım ve bacaklarım beynimden gizli komut alarak yapılması gerekeni yapıyor, ben ise durmadan davetiye vereceğim yerleri aklımda sıraya koymaya çalışıyordum. Mahalle mahalle dağıtmak en iyisiydi.

Amcamlardan başlayayım. Oradan halamlar, dayımlar, Eşref Amca… Sonra, Gülnaz Yengeme uğrayıp Tekingilin sokaktan köprübaşına çıkarım. Sonra, çayboyundakileri halledip… Yok yok. Çayboyu ters kalır. Orayı yarına bırakayım. Köprübaşından heykele kadar gideyim. Oradan aşağıya sallanıp arastadaki arkadaşları göreyim. Çay içerim. Belki tavla atarız bir el. Uzun zamandır oyna…….. Daaaaaaaaat! Acı fren sesi! Küüüüüüüüt!….. Her yer bembeyaz.

Evdeyim. Salonun kapısında ayaktayım, içeri bakıyorum.

Annemle babam gepegenç ve gözlerini dikmiş karşı kanepede yan yana oturan amcamla yengeme bakıyorlar. Benim orada olduğumun farkında değil kimse. Yengem buruk, gözlerinden yaş düştü düşecek. Kucağında minicik bir bebek… Hafifçe pışpışlayıp arada bir bebeğin yüzüne bakıyor. Ayaklarının dibinde büyükçe bir çanta… Çantanın yan cebinden bir emzik zinciri sallanmış. Ayağında çiçekli bir şalvar, sırtında krem rengi, el örgüsü bir yelek var. Beyaz tülbentini çenesinin altından dolamış, uçlarını ensesinde bağlamış. Kulak hizasından dört beş tel saçı çıkmış; arada bir işaret parmağıyla o saçları tülbentin içine sokmaya çalışıyor. Elini yüzüne götürmüşken de gözlerini siliyor. Amcam, başını, elindeki otuz üçlük siyah tesbihe eğmiş. Hızlı hızlı çekiyor tesbihi. O da üzgün ama erkekliğine yediremiyor ağlamayı.

Ben hâlâ odanın eşiğinden onlara bakıyorum. Hâlâ geldiğimin farkında değiller. Beni görmüyorlar mı?

Sonra yengem kalkıp bebeği anneme veriyor. Verirken de, ‘’İnan içim çok rahat Perihan Yenge. Benden çok daha iyi bakacağını biliyorum. Ağladığıma bakma. Analık işte.’’diyor. Annem müşfik, basıyor bağrına ilk çocuğunu. Babamla bakışıyorlar, ‘’Bizim de kaderimiz buymuş.’’der gibi.

Arka odadan bir çocuk kıkırdaması duyuyorum sonra. O odaya yöneliyorum. Babamla altı yaşlarında bir kız sohbet edip gülüşüyorlar. Babam salondan bu odaya ne zaman geldi? Annem de yanlarında! Dikkatli bakınca bu kızın Hilâl ablam olduğunu anlıyorum. Az önce yengemin anneme verdiği bebek bir anda altı yaşına gelmiş! Neler olduğunu anlamaya çalışırken birden sırtımda bir ürperme duyuyorum. Bakıyorum, annem karnını sıvazlıyor. Gebe kalamayan bir kadınken bu eksikliğini gidermiş olmanın mutluluğuyla okşuyor karnındaki beni. Sadece doğurmakla ana olunmayacağını aklı kesmiyor o zamanlar demek ki. ‘’Kız olursa Seçil, erkek olursa Erinç.’’ diyor babam.

O sırada bir ambulans sireni duyuyorum. Tam bizim evin önünde duruyor ambulans. Altı yaşındaki ablam pencereye koşup ‘’Erinç geldiiiii, Erinç geldiiii!’’ diye sevinçle bağırıyor. Nedense arabanın korna sesini ambulans sireni yaptırmış babam. Neden? Sonra aynı sevinçle kapıya yöneliyor altı yaşındaki ablam. Ben de ablamın arkasından kapıya çıkıyorum. Hâlâ beni hiçbiri görmüyor. Oysa ben uzun boyum ve kalıplı vücudumla sürekli yanlarındayım. Ses çıkarmadan olanları izliyorum. Önce annem iniyor arabadan yavaşça. Yüzü, mum gibi beyazlamış ama gülümsüyor hep. Babamın takım elbiseli gövdesinde bir bebek. O, benim. Babamın kollarında güvendeyim. Babam beni beşiğe bırakıp aceleyle dış kapıya yöneliyor. Annem ve ablam bebeğin yani benim başımdalar. Babam girişteki ayakkabılıktan kadife bir kutu alıyor. Sonra kapıdaki ‘’İsmail Sanlı’’ yazısını söküyor. Yerine kadife kutudan çıkardığı, pirinçten yapılmış, bombeli kapı isimliğini takıyor. İki üç adım geriye çekilip yeni isimliğe bakıyor. Ağzı yarı aralı, dudaklarını gererek gülümsüyor. ‘’Çok şükür, bin şükür.’’ diyor gözleri. Annemi çağırıyor sonra. Annemden önce ablam koşuyor. Babam ablamı kucağına alıyor ve birlikte annemin ağır ağır gelmesini izliyorlar. Üçü kapının karşısına geçip gülerek ağlıyorlar. Kapıya bakıyorum arkalarından ben de. Ceviz rengi, budaklı kapıdaki isimlikte kendi adımı görüyorum: ERİNÇ SANLI ‘’Bu evin reisi oğlumuz bundan sonra.’’ diyor babam.

Ablama sıkı sıkı sarılıyor ve ‘’ Kardeşin doktorları yanılttı, Tanrı’nın kudretini bir kez daha kanıtladı kızım.’’diyor.

O sırada içeriden bebek sesi geliyor. Hepsi koşuyorlar bebeğin başına. Tabii arkalarından ben de. Bakıyorum bebek hâlime. Çığlık çığlığa ağlıyor bebekliğim. Göğsümde şiddetli bir acı hissediyorum o an. Kulaklarımda, ‘’Tekrar! Tekrar! Tekrar!’’ diyen bir ses. Göğüs kafesime bıçak sokup çıkarıyorlar sanki. Ardından tok bir ses duyuyorum: ’’Erinç Bey! Beni duyuyor musunuz?’’ Duyuyorum ama cevap veremiyorum. Tarifsiz, betimsiz bir acı duyuyorum ciğerimde.

Birden gözümü açıyorum: Her yer masmavi bu defa. Ciğerimdeki acı uçup gitmiş. Bebe mavisi bir boşluktayım. Yürüyorum, yürüyorum…Ama ucu bucağı yok bu yerin. Uzamsız bir boşluk…

Sonra, ‘’Dur!’’ diyen bir ses geliyor. Tanıyorum hemen. Sevdiğim kadın bu. Zeynep bu! Etrafıma bakıyorum, kimse yok. Yalnız sesi geliyor uzaktan: ‘’Mavi insanın derdini alır, mavi masumdur, dersin hep. Kahrın sırtından indiyse dur, kal orada. Mavinin her hâli hoştur. Beyazla birleşince gençleşir hatta çocuklaşır; siyahı kucaklayınca derinleşir. Soluksuza nefes, evsize çatı, mahkûma hayâldir o. Yüreğin mengeneden kurtulduysa kal orada. Bil ki senin gönül huzurun benim kalbimde güller bitirir; senin can üzüntün benim ruhuma ürkek bir çocuğun korkusunu salar.’’

Sesimi duyurmak için var gücümle bağırıyorum:

‘’Zeynep!

Zeynep! Doyamadığım sohbetim! Sensiz soluksuzum. Saçlarının yalımında dağlanıp yamacından ayrılmayacaktım ben. Yüreğim bu sensizlikte mengenede asıl. Bu masumluk, sinsice deşiyor ciğerimi sen yokken. Al beni bu hayâlden! Yüzünün çizgilerinde dolaşmadım daha. Seni kaybetme sınavımı vermedim, aklındaki düğümlerimi çözmedim, en derin yaralarımı seninle iyileştirdim de izini sana göstermedim daha. Al beni bu hayâlden!’’

Aniden kendimi köydeki evimizin kapısında buluyorum. Kapı ardına kadar açık, önünde bir sürü lastik pabuç birbirine karışmış. Adımın yazdığı bombeli, pirinçten isimlik bu kapıya takılmış şimdi de. Kapıda bekliyorum, eve girmiyorum nedense. Babam, yaşıtı bir adamla içeriden çıkıp sakince konuşarak kapıya geliyor ve:

‘’Yavrumu buraya defnedeceğiz anlayacağın. O burada yatarken ben şehirde oturamam. Zaten kapattık o evi de. Bundan böyle köydeyiz. Kavuşacağımız günü bu evde bekleyeceğiz.’’ diyor sakalını sıvazlayarak.

Ben, Erinç Sanlı.

Ailemin hayatından tatlı bir rüya gibi gelip geçtim. Annemin Hilâl ablama merhametinin hediyesi, babamın heybetli dağı, Zeynep’imin can evindeki gül bağıydım. Bilmeseler de bazen yollarına çıkan bir çiçekçi, bazen merdivenlerdeki kuru bir yaprak, bazen de pirinç isimliğimin köşküye yansıttığı mat bir ışığım şimdi.

edebiyathaber.net (22 Mart 2025)

Yorum yapın