“Her şey iyiliğin için” diyor. Geleli daha bir hafta bile olmamış, önce salondaki koltukların yerini değiştiriyor. Üçlünün yerini hiç beğenmiyor, “neden böyle koydunuz ki bunu” diyor? Oysa benim için hiç fark etmez, salonun ha o tarafında durmuş, ha bu tarafında. Ama nedense kocam için çok şey ifade ediyor bu değişiklik. “Kalsın yerinde” diyor. “Annen geldi yine eşyaların yeri değişmeye başladı” diye mızmızlanıyor, gece yatmadan önce. Annemse ısrarla “Bak böyle daha iyi olacak, odanız zaten dar, genişleyecek” diyor. Her seferinde taraf olamayacağım bir kavganın ortasında kıstırıyorlar beni. Gücüm yok.
Memelerim süt dolu. Birkaç saatte bir taşıyor göğsümden, üstüm başım batıyor. Karnımdaki ağrı ise bir türlü geçmedi. Ağrının saati olur mu? Bunun var. Saat üç oldu mu başlıyor sızlamaya. Karnımı deşip ağrıyı söküp atmak istiyorum. Annem hep başımda “Kızım, acı çekmene dayanamıyorum” diyor. Çok üzülüyor halime. Samimi olduğunu biliyorum. Doğanın kuralı olan bir gerçeklik. Ben de üzülüyorum. Kendime acıyorum. İçimden ağlama isteği yükseliyor. Biraz ağlasam rahatlayacağım. Yanında ağlayamam, o daha fazla üzülmesin diye içime hapsediyorum göz yaşlarımı. “Ahhhh” diyor “ Ben de çok hastayım, bakma ayakta durduğuma. Keşke bu kadar uzak oturmasaydın. Ben sana sen bana bakardık. Torunum da yanımda olurdu. Ah keşke, ah keşke…” diyor. Her gün sayamadığım kadar çok, tekrar tekrar kurulan bu cümleleri duyuyorum.
Sırada mutfak var. Her gelişinde aynı. Bütün eşyaların yerini kendine göre düzenliyor. Tuzluk başka bir yere, süzgeç başka bir yere; su bardakları, çay bardakları, pirinç, bulgur hepsi yer değiştiriyor. Benim için hiç fark etmez. Nasıl mutlu oluyorsa öyle yapsın. Evine dönünce nasıl olsa yine kendi yerlerini bulacaklar. Dert etmiyorum.Ama işte kocam “Aradığımı bulamıyorum mutfakta “diyor. Gizli bir öfke maskesi takmış yüzüne. Bana artık onunla bakıyor.
“Kaç gündür evden çıkmadın. Sütünü de biriktirdik, git, dolaş biraz” diyor annem. “İstersen alışveriş yap, kuaföre git” Beni birkaç saatliğine özgür bıraktığını müjdeliyor böylece. Çıkıyorum. Nereye gideceğimi bilmeden. Yalnız kalmadım ki ben hiç. Bir başına dolaşmadım sokaklarda. Korkuyorum. Ya yalnızlığımı seversem diye korkuyorum. Hiç dönmek istemezsem diye korkuyorum. Evden çıkmadan, dolapta ne kadar siyah varsa üstüme geçirip giymiş gibiyim. Griler içindeki insan kalabalığında seçiliyorum hemen. Tanımış gibi dik dik, gözümün içine içine bakan kalabalıklar var. Suç işlemiş bir çocuğum sanki, gözlerimi kaçırıyorum onlardan. Yol boyunca yere bakarak yürüyorum.
Sonbahar, ağaçlardan ayırmış yapraklarını, yerlerde yazın izlerini sürerek yürüyorum. Nereye gideceğiz yalnızlığımla ben? Çok uzaklaşamam biliyorum. Her an bebeğim ağlayabilir, bana ihtiyaç duyabilir. Vapur iskelesinden dönüyorum, en iyisi otobüs. Ama ceplerimi kontrol edince akbilimi de evde unuttuğumu fark ediyorum. Hiç sevmesem de minübüs en son çözüm, atlıyorum birine. Peki parayı uzatırken ne diyeceğim? Nerede bitecek bu yolculuğum? En yakın durakta diyeceğim, bugünlük bu kadar yetmeli.
Şöföre bakıyorum zorla yataktan kaldırılmış da, direksiyon başına oturtulmuş gibi. Beş dakikalık yolu on beş dakikada birinci vitesten ikinciye geçmeden gidiyor. Durup durup kornaya basıyor. “Kes be adam, sen kes bari kavgayı, gürültüyü” diyorum içimden. Az sonra afili hareketlerle vites değiştirdiği, para alıp verdiği sağ elinin serçe parmağında, üstünde ata lirası olan bir altın yüzük dikkatimi çekiyor. Merak ediyorum adamı. Aynı elin bileğinde kehribar rengi, imamesi gümüşten bir tesbih. Kırlaşmış saçları ensesine kadar iniyor. Uçlarını burktuğu bıyıkları adama kabadayı havası katıyor. Şekline şemaline uygun biçimde her soruyu ters ters cevaplıyor. Parayı uzattığımda bana dönüp “neresi abla?” deyince korkudan kalıveriyorum. “Ha… ben Beşiktaş’ta inicem” diyorum. İki durak var topu topu, evden yeterince uzak. Aynı zamanda tekrar dönebilmek için yeterli bir mesafe. Trafik var ama. Uzun sürecek. Evden annem aramış olabilir mi? Durup durup cep telefonumu çıkartıyorum cebimden. Sesini kontrol ediyorum, yanlışlıkla kısılmış olmasın.
Zaman geçiyor ve ben alışıyorum yalnızlığıma. Korktuğum başıma geliyor işte. Seviyorum hâttâ onu. Bir şeylere yetişme telaşından azade, kaygısız, bir başına. Neden beni daha önce hiç yalnız bırakmadıklarını anlıyorum şimdi. Motor iskelesinin önünde buluyorum kendimi. İçimden bir ses dürtüyor, ne olur ki? Simitçiden simit alıp biniyorum motora. Amacım bir yere ulaşmak değil sadece bir başına gitmek. Simitten bir ben ısırıyorum, bir motorun kenarında uçan martılara atıyorum. Bağıraşarak kapıyorlar attığım parçaları. Ne yaptıklarını bilmeden sadece boğaz tokluğuna yaşıyorlar işte, benim gibi. Tek farkları onlarda bir itiş kakış, bir kavga gürültü içindeler. Kaçıyorum onlardan. Zaten ince giyinmişim. Dışarda fazla duramıyorum. Geri dönüşü alt katta yapıyorum. Neredeyse boş. Günün bu saattinde bir ihtiyarlar bir de ben. Belki bir kaç da öğrenci ve sevgili oldukları her hallerinden belli bir çift. Ne güzel sevgililer. Gözleriyle konuşuyorlar. En derinlerini ararmış gibi dalıp dalıp gidiyorlar. Aşkın içinde kayboluyorlar sanki. Bunlar cicim aylarınız, evlenin de görün gününüzü diyorum. İçten içe beddua okur gibi dik dik bakıyorum yüzlerine. Mutluluklarını kıskanıyorum. Ben böyle biri miydim? Kendimi tanıyamıyorum. Utanıyorum. Bakışlarımı kaçırıyorum sevgililerden.
Akşam kocam işten gelince yüzüme bakmıyor. Doğru yatak odasına geçiyor, üstünü değiştiriyor. Elini yüzünü yıkayıp oğlumuzu kokluyor. Yanına gidiyorum. Motordaki sevgililer geliyor aklıma. Uzaktan, konuşmadan izliyorum. Kumral saçlarını uzatıyor, kirli sakalları bir gölge gibi düşmüş yüzüne, daha bir çekici görünüyor. İnce uzun bedeninde hafiften beliren göbeğine bile hayranım. Özledim onu. İzlediğimi görünce yanıma sokuluyor usulca. Elini saçlarımın arasına daldırıyor. Saçımı topladığım toka düşüyor, saçlarım savruluyor. İstekle öpüyor dudaklarımı, karşılıksız bırakmıyorum. Dudakları boynuma kayıyor, öpüyor, kokluyor. Tam kendimi kaptıracakken, mutfaktan gelen sesle irkiliyorum. “Dur yapma, annem içerde” diyorum. Öfkeyle uzaklaşıyor. Bir suçluluk duygusu kaplıyor içimi. İçim kanıyor. Kocam beni seviyor. Annem beni seviyor. Oğlum beni sevecek biliyorum. Kalabalık olduk işte. Ama bu kalabalığın içinde sadece yalnızlığım var halimden anlayan.
Annem yemek yapmış, hep alışık olduğum lezzet. Kocam annesinin lezzetini arıyor. Yemeği sevmiş olmaktan çekiniyorum, onu üzmek istemiyorum. Annem bakıyor yüzüme, keskin “Bu yemek böyle olur. Yeterince kıyması, salçası olmazsa, su yüzünde yüzer, vıcık vıcık, bir şeye benzemez” diyor inatla, sonra bana dönüp “Sen de hep böyle seversin, yesene kızım.”Her lokma ağzımda büyüyor,çiğniyor, çiğniyor ama yutamıyorum. Ağrım tutuyor. Saati de değil üstelik. Bahane edip sofradan kalkıyorum. Bebeğimin yanına gidiyorum. Onu emzirirken ben de doyuyorum sanki. Ağrım da seyrelip çözülüyor. İyileşmek için, yaralarımı iyi etmek için bebeğimi kullandığımı biliyorum. Utanıyorum, çok utanıyorum kendimden.
Salonda koskoca bir karadelik var, her geçen gün daha da büyüyor. Onlar görmüyor. Kocamla annem yani. Kafa kafaya vermiş, oturuyorlar. Ortalarında kara delik. Oturuyor ve susuyorlar. Birbirlerine duydukları öfkeyi büyütüyorlar. Büyüyen öfkeleriyle kara delik de büyüyor. O yüzden bebeğimin yanından ayrılmak istemiyorum. Karanlık boşluğa düşmekten korkuyorum. Beni çok seviyorlar aslında. Sevdikleri için paylaşamıyorlar biliyorum. Ama delik büyüdükçe büyüyor. Bir ben görüyorum.
Kocam sesleniyor içerden “Gelmiyor musun canım?” Geliyorum diyorum. Önce gözlerimden akan yaşları kurutmalıyım. Sonra bebeğimin yanaklarına taşan sütümü temizlemeliyim. Güç alırcasına bebeğime sarılıyorum, kokluyorum. Hazırım. Salona gitmeye hazırım işte. “Nerde kaldım canım ya, bir çay olsa da içsek” diyor anneme bakarak. Annem hemen cevabı yapıştırıyor “Kız çok yoruldu, bu akşam da çay içmeyelim.” Ben ağzımı bile açmıyorum. Yok desem olmaz, he desem olmaz, gidiyorum mutfağa. Dönüp geldiğimde annem hızla önümden geçip odasına gidiyor. “Ne oldu anne?” “Yok ben bu evde istenmiyorum, istenmediğim yerde de bir dakika durmam” diyor. Esmer yüzü daha bir kararmış, gözlerini küçük bir kızken bana her yaptığı gibi kocaman açmış konuşuyor. Pardösüsünü giymiş bile. Başını da bağlamış, ne yapsam? Kocama bakıyorum, ne oldu diye. Kızıyorum, kesin bir şey demiş anneme. Yok diyor, demedim. Hava karanlık. Dışarıda mevsim kışa hazırlanıyor, sonbahara yakışmayan, ayaza kesen bir soğuk var. “Dur anne, ne acelen var, sabah gidersin” diyorum. “Yok ben gidicem” diyor. Kocam atılıyor, “Taksi durağına bırakayım bari anne” diyor. İkisi bir olup çıkıyorlar evden. Ben pencerenin başına gidiyorum. Nefesimle buğulanan camdan annemin karanlığın içinde kayboluşunu izliyorum. Arkasından kocam kayboluyor.Bir boşluk var içimde. Koskocaman bir hıçkırık yerleşiyor yine boğazıma. Nefes bile alamıyorum. Gözyaşlarım boşalacak yine. Akmasınlar artık, istemiyorum. Başımı gökyüzüne kaldırıyorum, bir ışık olsun, bir umut olsun. Kapkaranlık bir boşluk var sadece.
Karşıki binada cama vuran komşu Ayşe teyzenin silüetini görüyorum. Meraklı komşulara bir ay yetecek malzemeyi de verdik nasılsa, salona dönüyorum. Karadelik tam orta yerde duruyor. Daha da büyümüş. Gözlerimi kapatıp öylece bırakıyorum kendimi boşluğa. Yalnızlık da oradaysa ne âlâ.
Dilek Yılmaz kimdir?
İstanbul Üniversitesi Reklamcılık mezunu. Uzun yıllar reklam sektöründe çalıştı. Çocukluğunda başlayan okuma tutkusu devam ediyor. Bu tutkunun çıktısı olarak yüzeye vuran öykülerinden bazıları Kiltablet, Edebiyat Haber, Oggito, Kayıp Rıhtım ve Son Kaknüsler’de; kitap inceleme yazıları Mevzu Edebiyat’da yayınlandı. Amatör bir blogger. Okuduğu kitapları, izlediği filmleri www.dilekkitapligi.info’da paylaşıyor.
edebiyathaber.net (20 Ağustos 2019)