Dağ, koca gövdesi ile zamanın gırtlağına çökmüştü. Heybetli taşları ve binlerce meşe ağacı ile üstünde tepiniyordu. Üzerine abanan bu inanılmaz ağırlığın altında güç bela nefes alıyordu, gıdım gıdım akıyordu geleceğe. Hayvanları ile birlikte gecelediği mağaranın önünde elindeki çomakla ikide bir harladığı ateşin alevleri zifiri karanlığı yakmak için yükseldikçe yükseliyordu. Cemal kepeneğini giydi, kucağındaki silahı ile çömeldi, ellerini bir dosta uzatır gibi kıvrıla kıvrıla yükselen ateşe tuttu. Odun ateşinde pişirdiği çay, hem içini ısıtıyor hem de bu dağ başında ikide bir arsızca kendini hatırlatmaktan geri durmayan yalnızlığını dindiriyordu bir nebze. İyice harlanan ateşin aydınlatabildiği kadar görebiliyordu çevresini, ötesi karanlık bir kuyu. Bu dağ başında, hele geceleri, tek başına kalmak her babayiğidin harcı değildi. Korkuyordu korkmasına ya, ailesi için çekiyordu bu çileyi.
Cemal, köpeklerin havlamasına fırladı, feneri karanlığın yüzüne tuttu, tüfeğin emniyetini açtı ardından. Bir şey oldu mu, köpekleri anında sezerdi tehlikeyi. Onlar sayesinde kaç kurt saldırısından kurtulmuştu, öldürdüğü yılanların haddi hesabı yoktu. Gözleri ile aralamaya çalışıyordu karanlığı. Köpeklerin sesi kesildi, biri ağzında tombul bir tavşanla çıkageldi az sonra. Rahatlayan Cemal, başını okşadı köpeğin. Avını alıp köşeye çekilen köpek, iştahla yemeye başladı. Cemal, heybesini yastık yaptıktan sonra ateşin yanına kıvrıldı. Emniyetini kapattığı silahına sarıldı, ateşe dikti elasında hasret biriken gözlerini. Yaklaşık bir ay önce gelmişti, bir an önce ailesine kavuşmak için inanılmaz bir istek duydu, canı sıkılmıştı. Gözleri doldu, iyice sarındı kepeneğine. Ömer’i-oğlunu- elinde karnesi ile eve gelişini hayal etti. Küçük bedeni ile avluda öylece put gibi duruşunu gördü. Annesinin öpücüklerini ses çıkarmadan kabul ettikten sonra bir gölge gibi eve girişi geçti gözlerinin önünden. Her sene olduğu gibi bu sene de oğlunun karnesini göremeyecekti. Bir an önce uyumasa ağlayacağını anladı, içinden, dönünce oğluna istediği hediyeyi alacağına dair söz verdi. Göz kapaklarını indirdi, ateş ise uyumayacaktı.
Güneş, ilk ışıklarını Cemal’in kirli sakallarına düşürürken koyunlar çoktan uyanmış, otlanmaya başlamıştı bile. Keçeleşmiş bir suratla uyandı, kepeneğini çıkartıp ağaca astı. Cemal sönmek üzere olan ateşi canlandırdı, cılız ateşinde pişmesi için cebinden çıkardığı birkaç meşe palamudunu içine attı. Köyden kahvaltısı gelene kadar palamutlarla idare edecekti. İyice kavrulan palamutları ateşten çıkarıp cebine bıraktı, birini çakısı ile soyup yemeye başladı. Heybesini, eşyalarını eşeğine yükledikten sonra koyunları peşine takıp ovaya aktı.
Meşe ağacından yaptığı bastonunu yerdeki taşlara vura vura ilerliyordu. Cebinde bir ölü gibi yatan tuşlu telefonunu çıkarttı, her zamanki gibi şebeke çekmiyordu. Eşinin, oğlunun sesini duymak iyi gelecekti, şebekenin çekmesini bekleyecekti mecbur. Kayınpederi artık onlarla yaşıyordu, bu sene içi biraz daha rahattı. Eşinin endişeli ve soru yüklü bakışlarını gördüğünde, hiç düşünmeden, ’’Baban bundan sonra bizimle yaşasın,’’ demişti. Eşinin nasıl da mutlu olduğunu hatırlayınca gülümsediğini fark etti. Saat on sularında çınar ağaçlarının olduğu mevkiye varınca gölgede dinlenen traktörü gördü. Hayvanların sahibi ve ailesi çoktan gelmiş, koyunları sağmak için hazırdılar. Selamlaştıktan sonra hayvanları sağım sırasına soktular. Cemal, çınarların yanından akan derede elini, yüzünü yıkadı, serin gölgesinde kendisine hazırlanan kahvaltıya oturdu sonra.
‘’Al bu da pillerin,’’ dedi bir ses. Ses, dün geceden beri içini kaplayan kasveti dağıtmakla kalmadı, yanlarında akıp duran derenin soğuk suyu kadar serinletti içini. Lokmasını yutmayı beklemeden heyecanla aldı pilleri, dolu ağzından teşekküre benzer coşkun birkaç kelime duyuldu. Biten pilleri söktü, yenilerini yerleştirdi hızlıca. Anteni büyük bir şevkle çınarın oynaşan yapraklarına doğru uzattı. Hafiften esen rüzgâr, küçük bir çocuk gibi çınarın yapraklarında yaramazlık yapıyordu. İyice kulak kesilince, tutturduğu güzel ezgiyi de duyabilirdi insan. Sevdiği bir türküye rast gelince durdu, çınarın dalına astı radyoyu, iştahla kahvaltısını yemeye devam etti.
Sağımın bitmesine az bir zaman kalmıştı. O arada Cemal, çınarın serin gölgesinde tatlı bir uykuya yenik düşmüştü. Hayvanlar da buldukları gölgelere sığınmış, ağır ağır geviş getiriyordu. Uykunun derinlerine doğru ilerleyen Cemal’in önünde toprak bir yol belirdi. Yolun başında omuzları çökmüş, elindeki karnesi ile sallana sallana gelen Ömer’i gördü. Cemal oğlunu görünce yüzü ışıldadı, tam oğluna doğru koşmaya yeltenecekken Ömer eliyle durdurdu babasını. Yenilmiş ve yorulmuş bir sesle’’ Karnemi her aldığımda bir dağ başında olmak zorunda mısın baba?’’ dedi. Sitem doluydu sesi, kırıktı. Oğluna ne cevap vereceğini bilemeyen Cemal’in sırtından soğuk terler inmeye başladı. Vereceği cevabı düşünürken derinden gelen uğultular görüntüyü bulanıklaştırdı, her şey ortadan kayboldu. Bir müddet sonra da yanı başında çoğalan seslere uyandı, gördüğü rüyanın etkisini azaltmasına yardım edecek olan radyoyu istemeden de olsa kapattıktan sonra sırtını çınara yasladı.
Derenin suyuyla yapılan demli çay, koyu bir sohbetin vazgeçilmez misafiriydi. Çay eşliğinde uzun süre hayvanlardan, bu sene ne kadar doğum yapacaklarından, doğadan ve en son köyünden bahsettiler. Hayvanların ayaklandıklarını görmeseler akşama kadar devam edecekti sohbetleri. Süt bidonları özenle yüklendikten sonra, bir ihtiyar gibi hırıltılı sesler çıkararak köye doğru yola çıktı traktör.
Elinde radyosu ile sürünün arasından geçerek dağın yamacına sürdü hayvanları. Serçe cıvıltıları arasında radyosunu son ses açtı. Şu akıp duran su, ova, dağlar, hayvanlar, börtü böcek duysun istiyordu. Kendisini iyi hissettiren şu türkünün güzelliğini bilsinler istiyordu. Türküye eşlik ede ede yamaca tırmanmaya başladı. Cemal dağın tepesine vardığında epey yorulmuştu, radyoyu kapatıp heybesine koydu. Sevinçle elini cebindeki karanlığa daldırdı, şebeke gene yoktu, kursağına bir dağ olup oturdu sevinci. Gökyüzünde toplaşan bulutlara, dağların ürpertici yalnızlığına, koca koca taşlara baktı bunalan ruhuyla. Alnında biriken teri kolunun yeniyle sildi. Hayvanlar meşeliklere şevkle dadanmış, hatur hutur karınlarını doyuruyordu. Sıkıntı en kasvetli haliyle yüzünde yer edinmeye başlamıştı. Yüzünü dizlerine yapıştırdı, iki büklüm düşüncelere daldı. Koyunların meşeleri yerken çıkarttığı hışırtılara kaldırdı kafasını. Zaman, şu an sadece yaprakların hışırtısında dolaşıyor, diye düşündü. O hışırtılarda akan zamanı da durmadan koca dişleri ile öğütüyordu koyunlar.
Zaman, ne güzel akmıştı ovadayken. Bu dağ başına çıkınca durdu gene, ya da bir yerlerde unuttu kendini. Yoksa zaman bir Alzheimer hastası mıydı? Zaman zaman unutuyor muydu görevini? Şu dağların, kayalıkların arasında mı dolanıp duruyordu? Ya da meşe ağaçlarının tozlu yapraklarına yapışıp debeleniyor muydu çaresizce? Gündüz neyse de, güneş dağların ardında eriyip kaybolduktan sonra gece, zaman geçmek bilmiyordu. Belki de gecenin karanlığında yönünü bulamayıp kayboluyordu, yönümü bulacağım diye didinip dururken unutuyordu akmayı. Bünyesine ağır gelen sıkıntıyı dağıtmak için sivri çıkıntıları olan bir kayanın tepesine çıktı. Hayvanların her biri bir yere dağılmıştı. Hiçbir şey düşünmeden ağızlarına aldıkları taze otların tadını çıkarıyorlardı. Radyosunu açması ile bir uzun havanın ciğerini yakması bir oldu. Karşısında duran irili ufaklı dağlara doğru bakarak derin bir iç çekti. Uzun havanın yürek yakan sesi dağların heybetli yüzüne sertçe çarptıktan sonra, hiç vakit kaybetmeden gerisin geri dönüp tekrar Cemal’in yüreğinde yankılanıyordu.
edebiyathaber.net (29 Şubat 2024)