Fotoğraf: Ara Güler
Bak Latif Abi dedim. Sen bir yerde yanlış yapıyorsun dedim. Bir kere, kötü espri her yerde her zaman kötü espridir dedim. İnsan zamanla kötü espiriye alışabilir, hatta kendisi de kötü espiriler yapabilir dedim. Ama insan, sürekli kötü espiriler yapan birine asla dayanamaz abi dedim. Bu bir doğa kuralıdır ve biraz da pilav yemeye benzer dedim. İnsan her gün pilav yiyebilir; ama annesi bile olsa, hergün pilav pişiren birine asla katlanamaz dedim. Kötü espirinin bir adım ötesi, fiiliyata dökülmüş şekli, kötü şakadır Latif Abi dedim. İnsan, bir başkasına kötü şakalar yapabilir; ama kendisine kötü şakalar yapılmasını asla istemez dedim. Çünkü bu da, bir başka doğa kuralıdır abi dedim. Anladın mı Latif Abi dedim.
Kıkırdayarak baktı suratıma. “Yürü siktir git lan kargaların şekeri” dedi. Çıktım gittim.
Tatsız tuzsuz, yavan, kuru espiriler bulmanın, iğrenç kötü şakalar yapmanın yolu; zift gibi, is gibi, yapışkan, kara kapkara bir sıkıntı duygusuna sahip olmaktan geçer ve bu duygu taşrada bulabileceğiniz en ucuz, en kolay şeylerden biridir. Sıkıntı, zaman mefhumunun kaybolduğu yerde başlar ve ne yazıktır ki taşra, zamanın en sık kaybolduğu yerdir. Siz, daha onu aramaya başlamadan, o gelip sizi buluverir. Berraklık akmakla iligli bir durumdur. Akan şey kir, pas tutmaz ve yine ne yazıktır ki, taşrada zaman akmaz. Akmayan zaman, çürür, paslanır, aside olur; yakıcı bir hâl kazanır. Bu kezzap gibi, asit gibi yakıcı sıkıntı duygusu ile baş edebilmenin tek yolu ona alışmaktır. Ve bir kez daha ne yazıktır ki, taşra, sıkıntıya en kolay alışabileceğiniz yerdir. Dahası, bu coğrafyada yaşayanlar, başka konularda olduğu gibi, alışkanlıklarını ve sıkıntılarını katmerlendirme hususunda da oldukça mahirdirler.
Benim çocukluğumun en kötü şakalarını, en sıradan, en bayat espirilerini hep züccaciyeci Latif Abi yaptı. Babasından kalma zemini ahşap döşeli, tezgahları kırık dökük, karanlık, küçüçük dükkanda emaye tabak, plastik çiçek, sürahi, bardak satar; düğünde, sünnette, mevlitte verilecek yemekler için kirli telis çuvallara doldurulmuş bardak, tabak, kaşık, çatal kiralardı. “Ben olmasam, düğünlerde aç kalırsınız lan” derdi. “Kıymetimi bilin benim” derdi. “Çayımı söyleyin, sigaramı tutun” derdi. Yanında yakınında çayını söyleyen, sigarasını tutan, kıymetini bilenler hiç eksik olmazdı.
Sıkıntısından ya hep süper toto oynar; ya da aldığı tek günlük gazeteyi, komşu esnaflarla takas ede ede, belli başlı bütün gazetelerin sadece spor sayfalarını okuyarak ve bir gün totoyu tuturup zengin olacağını düşleyerek; demli bir bardak çaya atılmış kesme şeker gibi günlerini eritmeye çalışırdı.
Latif Abi’nin kendisi kesinlikle kötü bir adam değildi. Ben Latif Abi’yi severdim. Latif Abi de beni severdi. “Sen kargaların şekerisin lan” derdi bana; “Sen olmasan bu dünyalar ıssız kalır” derdi. Söylediklerini tam olarak anlayamazdım ama şeker sözcüğü gönlümü okşar, mest ederdi beni. O mestliğin sarhoşluğu ile, para bozdurulacağı zaman, çarşıda ilk önce Latif Abi’nin dükkanına koşar, “Hayırlı işler Latif Abi, sana zahmet şunu bi parçalayıver ya” derdim. Dükkanının kasasını, cüzdanını, ceplerini delik deşik eder, götürdüğüm parayı mutlaka bozar; ama tam parayı bana uzatacakken durur, vereceği parayı bir kere daha sayar, verdiğim parayı havaya tutar, sahte lan bu der, sen kaç lira vermiştin der, bozmasak olmaz mı der, işi uzatır da uzatır, kendi kendine eğlenirdi. “Hadi Latif Abi, müşteri bekliyor” derdim yalvaran bir sesle. “Beklesin lan, ne olacak amına koyum, müşteri değil mi bekleyecek işte” derdi. “Abi ya, hadi, ne olursun, müşteri kaçacak bak” deyince de, “Al lan al kargaların şekeri, al da toz ol”deyip, arkamdan kendi kendine sırıtmaya devam ederdi.
Dedim ya, Latif Abi’nin kendisi kesinlikle kötü bir adam değildi; ben Latif Abi’yi severdim Latif Abi de beni. Ama Latif Abi’nin espirileri, şakaları, insanlara taktığı lakaplar, sıradan, basit gibi görünmelerine rağmen hep çok can yakıcı şeylerdi. Biri hâl hatır sormak için Latif Abi’yle mi tokalaştı. Latif Abi çok önceden hazırladığı artık sıradanlaşan espirilerinden birini keskin bir kılıç gibi çeker, karşısındakinin göğüs kafesine herkesin ortasında büyük bir keyifle saplayıverirdi. “Elin buz gibi, götün karpuz gibi”.
Tek düze, yerli yersiz; ama insanı sersemleten, şapşallaştıran, selam verdiğine vereceğine bin pişman eden, kızgın yağa boca edilmiş biberler gibi kavrulmuş, yakıcı espiriler. Hemen arkasından, etrafındakilerinin komedi dizilerindeki gülme efektleri gibi yılışık, yapışkan kahkahaları, Latif Abi’nin kıkırdamalı keyiflenişleri… Nemlenmiş, küflü, boşlukta kendi kendine sallanan, karşılıksız onlarca sıradan espiri.
Latif Abi, bu karşılıksız espirileri ile, tek kişilik bir hafriyat ekibi gibi, önüne çıkan herkesi dozerlerle, kepçelerle dümdüz eder; çıkan hafriyata da leşlerini büyük bir keyifle gömüverirdi. Örneğin, yaşlı bir amca alış veriş için Latif Abi’nin dükkanına girip tezgahtaki bıçaklara mı bakmaya başladı. Amca, daha istediği şeyi söylemeden, Latif Abi atağa geçer, gayet ciddi bir ses tonuyla, “senin bıçak kesmiyor mu hacı amca” diye cinsel içerikli kontra bir espiri ile müşterisine bir hoş geldin çeker; dükkanından hiç eksik olmayan arkadaşlarını kahkahalara boğardı. Zavallı amca, makaraya alındığını bile fark edemeden, safiyane, “benim bıçak kesse niye senin bıçaklara bakayım yeğenim” diyerek, gözüne kestirdiği bir bıçağın fiyatını sorar; tam da Latif Abi’nin beklediği gollük ortayı farkına bile varmadan yapmış olurdu. Latif Abi, espiriyi tadında bırakmaz, ciddiyetinden en ufak bir taviz vermeden amcanın üstüne üstüne giderdi. “O zaman senin bıçağı bi bileylemek lazım hacı amca, kesmez deme, arada bir biley taşına sürtüver”.
Pıskıranlar, elindeki çayını üstüne dökenler, mahcubiyetinden dükkanın dışına çıkıp kahkasını orada patlatanlar… “Yapma oğlum, ayıp lan” dercesine kaş göz edenler, işaret çekenler…. Beyhude çaba. Latif Abi’nin önüne geçmek, Latif Abi’yi durdurmak asla mümkün olmazdı. Latif Abi, amcanın cinsel sıvısı ile, araba motoru yağı arasında tuhaf bir anoloji kurup, bir de adamcağıza sağır muamelesi çekerek, öldürücü son darbesini de mutlaka vururdu: “Amca diyom, senin yağ diyom, eskimiş diyom. Senin bu yağı bi boşaltmak lazım diyom”.
Amca, hafiften uyanır gibi olur; söylene söylene, estağfurullah çeke çeke çıkıp giderdi dükkandan. Latif Abi gülmez, kahkaha atmaz. Liseli utangaç ergenler gibi kıkırdayarak bakardı amcanın arkasından. Ellerine karabiber dökülmüş gibi avuçlarını ovuştura ovuştura kıkırdardı. Bıçağı satmış satmamış, siftah yapmış yapmamış, işi olmuş olmamış umru olmazdı. Birini matrağa almanın, makaraya sarmanın, kıkırdamanın, milleti pıskırtmanın keyifi yeterdi Latif Abi’ye. Yanındakiler, dizlerine vura vura, karınlarını tuta tuta kahkahalarını yarıştırdıkça, Latif Abi keyiften dört köşe olur, üstüne yapışan sıkıntıyı, bezginliği, ıslak bir köpeğin gövdesini sallaya sallaya kurulanması gibi, çevresine saça saça rahatlardı.
“Donsuz”, “Dingil”, “Zirgil”, “Bok kere bok”, “At Sineği”…
Ortaokul öğrencilerinin bile birbirlerine takmaya gönül eğmeyeceği onlarca lakap, saçma sapan espiri, laf yapıştırma, karşısındakini boşa düşürme… Bir allahın kulu da çıkıp, “Oğlum Latif, eşşek kadar oldun, sen esnaf adamsın, sana yakışmıyor böyle şeyler, besmeleni çek, sağ ayağınla dükkanını aç. İşine gücüne bak” demezdi. Latif Abi çok renkli bir sirk palyaçosu, bir kral soytarısı, bir cüce şovmen gibi topa taban girip, kaçak güreşip, bel altı vurdukça hem kendisi hem de etrafındakiler keyiflenir de keyiflenirdi. Sanki Latif Abi büyük bir operat da, yanındaki yakınındakiler de dünyanın en büyük operalarından birini izler gibiydi. Latif Abi, minicik bir tiradı ile çevresindekileri gülme krizine sokar, sonra da alkış sesleri yerine kahkahalar bekleyerek koşar adım sahneden uzaklaşıverirdi. Sıkıntıdan, bezginlikten, boşluktan, tebeşirle çizilmiş beyaz bir çizginin üstünde gibi günler ağır adımlarla böylece akıp giderdi.
Aslında Latif Abi, çok basit, çok sıradan bir taktikle hareket ederdi. İnsanların, herkes tarafından görülüp farkedilebilen en bariz özelliğini bulur, saniyeler içinde bu özelliği yıkıcı bir repliğe oturtup, hünerli bir dil oyunu ile pırıl pırıl bir lakabı kurbanının sırtına yapıştırı verirdi. İkindi serinliğinde önce dükkanının önünü sular, sonra vitrininin önüne bir tabure atar, derken çarşıda avarelik eden üç beş genç gelip Latif Abi’nin yanına çömeliverirdi. Mevziye yatmış, dürbünü ile karşı cepheyi gözleyen omuzları bol pırpırlı usta bir subay gibi çarşı meydanını usul usul süzmeye başlardı Latif Abi. Ayakkabıları her zaman cilalı, bıyıkları boyalı, giyimine kuşamına özenli, kolu künyeli, parmakları bol yüzüklü, gençliğindeki hızını vites düşürerek de olsa sürdürmeye çalışan kuyumcu İskender Amca mı dolaşıyor çarşıda. Latif Abi, İskender Amca’ya şöyle uzun boyluca bir bakar, “Aleksandır Siksallandır çarşı turuna çıkmış lan” derdi yanındakilere. “Sikine konacak kelebek arıyor puşt”derdi. Kahkahalar top mermileri gibi peş peşe patlar, bir iki tekrardan sonra, yılların İskender Amca’sı bir haftayı geçmez önce Aleksandır; elbirliği ile yapılan birkaç küçük rötuştan sonra da Aleks oluverirdi. Sonrası da zaten çorap söküğü gibi gelirdi. “Aleks Amca nasılsın”, “Aleks Amca küçük altın kaç lira oldu”, “Aleks Amca cumaya geliyon mu”? “Aleks Amca hayırlı işler”.
Erkek, kadın, çoluk çocuk, yaşlı, genç. Latif Abi için hiç farketmezdi. Fermuarı açıldığı için pipisi görünen, külot giymemiş çarşı çıraklarından bir çocuk mu gördü Latif Abi. “Gel lan buraya donsuz, niye kapatmadın lan dükkanı” derdi. Şapşallaşan çırak, “Abi, bu vakitte dükkan mı kapatılır ” deyince de çocuğun ensesine bir tokat yapıştırır, “Sen okumazsın lan donsuz, siktir git fermuarını kapa “ derdi Latif Abi. Sonrası hep, donsuz aşağı donsuz yukarı. Zavallı çırak, yıllarca taşıyacağı, zaman içinde belki de gerçek ismini bile unutturacak lakabını Latif Abi’den bir çırpıda kapıverirdi.
Bok gibi, osuruk gibi, umumi helalar gibi pis kokan espiriler. Latif Abi avucuna osurup önce kendi burnuna, sonra yanındakilerinin burnuna tutar, altına sıçar, etrafındakilere gösterirdi. Gülme krizleri… Histerik sıkıntı duygusunu, neşterle vücuttan atma seansları…
İşin tuhaf yanı, yıllar boyu onlarca insana lakap takmasına, kötü şakalar yapmasına rağmen, Latif Abi’ye lakap takabilecek, küçüçük basit bir şaka yapabilecek bir tek cengaver dahi çıkmadı çarşıdan. En yakın arkadaşı, “ La La La Latif” gibi tempolu, kıvrak; ama son derece başarısız bir girişiminin ardından “ne kekeleyip duruyon lan, çenesinin bağını siktiğim” cevabını alınca hemen pes etti ve ne yazık ki bu cesur girişim bir lakaba dönüşemedi. Oysa çarşı esnafının Latif Abi’ye bir lakap bulabilmesi için öyle çokça mesai falan harcamasına da gerek yoktu. Latif Abi’nin kendisi, zaten karükatür gibi bir adamdı. Kısacık bir boyu; yere eğilemeyecek kadar büyük bir karnı, yampiri, plastik bir topa benzeyen ve boy aynası niyetine de kullanılabilecek götü kadar büyük bir kafası vardı. “Kel” ya da “götten bacaklı” gibi sıradan, basit bir lakap bile, Latif Abi’nin göğsünde bir şeref madalyası gibi parlayabilirdi. Ama olmadı. Latif Abi’ye karşı biriken belli belirsiz öfke, küçük doldur boşaltlara bile ihtiyaç duymadan, tuhaf bir biçimde hep buharlaşıp yok oluverdi. Latif Abi, çarşı piyasasındaki değerini belli bir sınırda tutmayı hep başardı. Ta ki, piyasayı yöneten o görünmez el bir tesadüf sonucu devreye girene kadar.
O gün, Latif Abi, çarşının en sıkı Fenerbahçelisi olarak, akşam oynanacak Beşiktaş derbisi için sabah, öğlen ve ikindi olmak üzere maçı izleyeceği Dostlar Kıraathanesi’nin sahibini, ocakcısını ve garsonunu sıkı sıkı tembihledi. “Önden yer ayırın lan bana karbonatçılar” dedi. Yer parasını da sabah ilk çayını getiren Donsuz’a peşin peşin ödedi. Sonra da yanına uğrayanlara irili ufaklı espiriler, şakalar yaparak, büyük bir sabırsızlıkla akşama kadar maç saatinin gelmesini bekledi.
Akşam olup da, dükkanın kapanış temizliğini yapınca, babama “ben maç izlemeye gidiyorum” deyip çarşıdaki diğer esnaflar, çıraklar gibi ben de soluğu Dostlar Kıraathanesi’nde aldım. Maç izleme parasını girişte pusuya yatmış Kahveci Çetin Abi’ye ödedim. Peşim sıra Latif Abi ve şürekâsı da girdi içeri. Bana bakarak, bir elini yumruk yaptı, diğer elini açıp onun üstüne zamanlaması iyi yapılmış bir vuruşla, “Hazır mısın lan Kargaların Şekeri, bugün üç tane tıkacağız size” dedi. Hiç sesimi çıkarmadım. Latif Abi bana kıyamazdı, bunu biliyordum; ama sağı solu da belli olmazdı. Hazır seyirci varken, derbi öncesi, birkaç el ateş etmek Latif Abi’yi keyiflendirirdi. Hiç bulaşmadım. Latif Abi, gördüklerine ufak salvolar atarak, maçı izleyeceği uygun bir sandalye aramaya başladı. Kahvedeki oyun masalarının hepsi bir köşeye toplanmış açılan boşluğa sandalyelerden küçük bir tirübün oluşturulmuştu. Sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Latif Abi’nin birkaç sıra arkasında bir sandalye bulup oturdum. Latif Abi, kendisi için en uygun sandalyeyi bulup, görüş açısını ayarlamaya çalışırken sıraların arasında çay dağıtan Donsuz, Latif Abi’ye doğru yaklaşmaya başladı. Tam, Latif Abi doğru açıyı bulup sandalyesine oturacakken, Donsuz, ani bir refleksle, Latif Abi’nin sandalyesini geriye doğru çekti. Latif Abi’nin o hantal, koca gövdesi beton zeminle bir anda öpüşüverdi. Bu kadar kısa, ama bu kadar net bir sessizliği ömrüm boyunca duymamıştım. O sandalye gıcırtısı ve düşme sesinin ardından o keskin kısa sessizlik. Ne oldu demeye kalmadan, Donsuz, elindeki çay tepsisini yere atıp, hızla kaçıp gitti kahveden.
Zarar büyüktü; ama ziyânın da neresinden dönülürse kârdı. Gerekli gereksiz her durum için kullanılan bu ata yadigarı sözün kıymetini en çok taşralı küçük esnaflar bilir ve iktisat derslerinde çokça da öğretilmeyen bu yaklaşımı, zarardan kâr etmek gibi daha tuhaf ve sofistike bir boyuta taşıyarak hünerlerini gösterirler. Latif Abi’nin piyasa değerini belirlemek ise, iktisatçıların uzmanlık alanını kat be kat aşar. Latif Abi, bir borsa gibi çöküverdi ve çarşı esnafından birkaç kişi, kendisini yarım saat süren bir yolculuğun ardından, devlet hastanesinin tek ortopedi uzmanınn eline teslim ettiler.
Birkaç gün sonra, ilçe dolmuşuna atlayıp, Latif Abi’ye geçmiş olsun ziyaretine gittim. Kaldığı odayı bulup içeri girdim. Aleks Amca da ordaymış. Latif Abi iki bacağı yarım askıda kıpırdımadan yatıyordu. “Çok geçmiş olsun Latif Abi” dedim. Elimdeki paketi yatağının yanındaki küçük masaya bıraktım. Elini uzattı. Gülümsedi. “Hoş geldin lan Kargaların Şekeri” dedi. Tokalaştık. Elleri çok soğuktu. “Elin niye böyle buz gibi Latif Abi” dedim. ”Götüm de karpuz gibiydi de, amına koduğumun donsuzunun yüzünden götü de kaybetttik, bi ayaklanayım, belasını sikeceğim onun ” dedi. Aleks Amca, “Latif oğlum, çocuk o , bilerek yapmadı ya, şaka yapmak istemiş işte” dedi. “O ayağı geçeceksin Aleks Amca, sikerim böyle şakayı. Götünde donu olmayan dünkü sıpa beni burda bugün götsüz bıraktı” dedi Latif Abi. Aleks Amca, “Şaka işte Latif şaka. Olmasa iyiydi; ama olmuş bir kere işte” dedi. Çok da üstelemedi. Geçmiş olsun deyip müsaade istedi. Latif abi ile başbaşa kaldık. “Şakanın da bir sınırı var amına koyum. Bizim burda götümüzün çanağı kırılmış, Siksallandır gelmiş şaka lan şaka diyor bana. Böyle şakayı sikerim ben” dedi Latif Abi. Benden bir replik alamayınca bir süre sustuk. Masadaki paketi gösterip, “Ne getirdin lan Kargaların Şekeri, aç da yiyelim” dedi. Paketi açtım, bol şireli tulumba tatlısının yarısını parmaklarını yalana yalana yedi. Azıcık keyiflenir gibi oldu. “Söyle o Donsuz’a görünmesin lan gözüme” dedi. “Çarşıda görünmüyor ki zaten abi, korkusundan işi bırakmış” dedim. “İyi olmuş amına koyum” dedi. “Öyle deme abi, yazık çocuğa” dedim. Hiç oralı olmadı.
Uzun bir süre sustu, sonra “Oğlum dedi bana. Sen dedi, kargaların şekeri ne demek biliyor musun dedi. Eşeklerin dedi, bazen dedi, sırtında dedi yaralar olur dedi. Kargalar gelip eşeklerin sırtına konar; o yarayı, didikleyip dururlar dedi. İşte o yaraya dedi, kargaların şekeri denir dedi. Yara kargayı, şeker insanı doyurur mu dedi. Doyurmaz tabii dedi. Ama dedi, ağızları tatlanır, bal yemiş gibi olurlar dedi. Karga dedi, niye didikleyip durur o yarayı biliyor musun dedi. Can sıkıntısından lan dedi. Bakma sen dedi, eşeğin bundan rahatsız olmasına, hoplayıp zıplamasına anırıp çitfe atmasına dedi. O da keyif alır bu işten dedi. Yarası tatlı tatlı iyileşip gider dedi. Hem karganın, hem eşeğin keyifi yerine gelir dedi; sıkıntıları, yorgunlukları dedi, şeker gibi eriyip gider dedi. Durdu, efendi ol lan, anladın mı dedi. Öfkeli öfkeli baktım suratına. Güldü. Sen dedi, kargaların şekerisin lan dedi. Bi siktir git Latif Abi dedim içimden. Bi siktir git. Bir daha da sana para bozdurursam dedim. Beni de eşekler siksin, amına koduğumun Götsüz Latif’i.
Erol Tanrıbuyurdu kimdir?
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde lisans; aynı üniversitenin Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde tezsiz yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır.
“Marksist Edebiyat Eleştirisi ve Fethi Naci’nin Eleştiri Anlayışı” başlıklı tezi ile Bilkent Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi Türk Edebiyatı Bölümü’nden yüksek lisans derecesi almıştır.
Bilkent Laboratory & International School (BLIS) ve Ankara Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı dersleri vermiştir. Hâlen, Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nde öğretim görevlisidir ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Antropoloji Bölümü’nde doktora eğitimine devam etmektedir.
edebiyathaber.net (8 Ağustos 2019)