Ben böyle olsun istemedim. Hiçbir şey yapmadım ki ben, Cevdet yaptı! O tutuşturdu elime el arabasını. ‘’Bundan böyle anayoldan gelen malları sen karşılayacaksın,’’ dedi. Sonra dükkânın köşesindeki masanın arkasından elini suratıma doğru yaklaştırıp çat dedi yaktı çakmağı, doğru düzgün yapamazsam nah böyle tutuşturacakmış olmayan aklımı. Korkmadım ki ben. Hiç korkmadım. Koskoca kasabada bütün herkes geldi üzerime hiç korkmadım, ondan mı korkacakmışım!
Ben severdim Cevdet’i. Küçükken onunla beraber oynardık hep kasabanın gerisindeki tarlalarda. Diğer çocuklar peşlerdi beni, Cevdet hiç yapmadı. Güldü, o da güldü ama hiç peşlemedi. Hep karşı takımda kaleci yaptı beni, gözümü bağladı ebe yaptı, uçurtmaları kaçınca uçurtma kovalayıcısı yaptı… Hiç vurmadı bana. Diğerleri, ‘’Sek sek Osman, aklı tek tek Osman,’’ deyince güldü sadece. Ben de güldüm. Ama ben gülünce hep taş attılar, koca koca taşlar, Cevdet atmadı. O güldü sadece. Sonra koştum ben. Bir ayağım hep daha hızlı koştu diğerinden. Anam da böyleydi. Geceleri yatmadan önce bir eli beni okşarken, diğer eli gözündeki yaşları silerdi. Belki gözündeki yaşları kuruturlar diye bütün sakallı amcalara götürdü beni. Biri bir şeyler içirdi, diğeri kırk kere üfürdü alnımın ortasına, biri işaret parmağını kafama koyup on kere çember gibi döndü etrafımda, diğeri kulağıma eğilip yüz kere bir şeyler dedi, hiçbirini anlamadım, hiçbiri de çözememiş hastalığımı anam öyle dedi. El kadanmışım hasta olduğumda, anam ebe kadına, ebe kadın, hacı teyzeye vermiş beni. Hacı teyze düşürmüş ateşimi yollamış beni anama. Ama bir ayağım tutmamış sonra, aklım bir gitmiş bir daha gelmemiş, böyle anlatırdı anam üfürükçü amcalara.
Saçım sakalım uzadı benim sonra. Anam, ‘’Büyüdün artık,’’ dedi. Cevdet de o gün el arabasını verirken, ‘’Koca adam oldun,’’ demişti. İşimi gücümü elime almam lazımmış. Yoldan geçen kamyonlardan sigaraymış içkiymiş ne varsa alacak, yükleyip el arabasına, getirecekmişim Cevdet’in dükkânının önüne kadar. Dikkat edecekmişim ama bir şişe kırılsa, bir tütün paketi kaybolsa benden bilecekmiş. Ortalarda boş boş dolanmayacakmışım, sağ sağlım gelirsem kasabaya kadar, bir paket tütün de bana verecekmiş. Yaz kış demeden gidip geldim bir sürü yolu, aldım bir paket tütünümü. Anam kızdı ilkin ağzımda sigarayla beni görünce, ama gün geçtikçe alıştı, karışmaz oldu. Bu sırada Cevdet de karısıyla birlikte kasabaya yeni yapılan eve taşındı. ‘’Parası bol,’’ dediler, ‘’Te işi eyi kıvırdi,’’ dedi Keresteci Yusuf. Kasap Hüseyin dükkânı bırakıp kasaba meydanına geldi izlemeye. Bana da sehpaları, sandalyeleri verdiler taşıyayım diye. Bizim Cevdet zengin olmuş, öyle dediler.
Her şey Cevdet’in bana el arabasını vermesiyle oldu. Ben hiçbir şey yapmadım, o yaptı. El arabamla kasabada yürürken beni gören herkesler bir şey istemeye başladı benden. Biri, ‘’Odunu taşı,’’ dedi, diğeri, ‘’Tezekleri götür tarlaya.’’ Sonra Kahveci Mustafa bir gün bir fidancık koydu arabama. ‘’Ölmüş,’’ dedi, ‘’Al bunu götür, yakarsın.’’ Taşlık yoldan ikimiz bir giderken fidan bana baktı ben ona. Götürdüm eve kadar ama sonra kıyamadım yakmaya. Kurumuş yapraklarından biri düştü döne döne el arabamın içine, ağladı sanki küçük fidan. Ben de ağladım o ağlayınca. Gittim, gittim, gittim, kasabanın az dışına bir yere diktim fidanı. ‘’Yaşar belki,’’ dedim. İşaret parmağımı incecik gövdesine dikip kırk kere çember gibi döndüm etrafında, on kere su verdim, yüz kere kurumuş yapraklarına üfürdüm. Kimseler görmedi bizi, sadece ikimiz vardık. Yalnız kalır sıkılır diye akşam ezanına dek yanı başında oturdum. Sonrasında da gittim yanına, kaç kereler baktım, kaç kereler üfürdüm şuncacık, el kadar dallarına. Bir gün bir baktım yeşil bir yaprak açmış dalında. Kimselere demedim. Görmüyorsa beni diye toprağına sürdüm yüzümü, yalnız olmadığını anlasın, üzülmesin dedim. Kulağımı ince gövdesine uzattım, akşama kadar dinledim anamın usulca ağlayışı gibi duyulan sesini. O susunca ben anlattım. Dudağımı bastırdım ince gövdesine, aklımda ne varsa hepsini anlattım fidancığıma akşamlara kadar. Bizim kasabayı, el arabamı, Cevdet’i, anamı… Hem anam da alıştı geç dönmeme. Kızmadı hiç, ağladı sadece.
Sonra bir gün Kasap Hüseyin de bir kuru fidancık koydu arabama. ‘’Bu seneki mandalin fidanları tutmadı hiç,’’ dedi Keresteci Yusuf’a fidancığı arabama koyarken. Yusuf ‘’He üle ya,’’ dedi, ‘’Te bizim Kara Halil’in diktikleri de tutmadı, yağmur pıskalamay ki tutsun. Seksek Osman te git dolaş tarlaları da, anacığına yakacak çalı çırpı çıkar bari sabah akşam boş boş dolanaysın ortalıkta.’’ Aldım fidancığı, gittim dolaştım bütün kasabanın tarlalarını, ne kadar kurumuş fidancık varsa topladım, gittim diğer fidanı diktiğim köşeciğe diktim hepsini. Hepsini on kere suladım, kırk kere çember gibi döndüm etraflarında, yüz kere üfürdüm dallarına. Her gün oturdum fidanların kıyıcığına, rüzgâr eser de akılları uçar diye korktum.
Gündüzleri hep su taşıdım arabamla, çeşmenin yanından bir tas buldum hepsini suladım her gün. Günler geçti, fidanların dallarını yeşil yapraklar bürüdü. Ben kimseye demedim. Hepsinin anamın usulcacık ağlayışı gibi duyulan sesini dinledim tek tek, hepsini sevdim. Birine anlatırken diğerinin hatırı kalır diye korktum. Ne zaman birinde yeşil yapraklar açtığını görsem sürdüm yanaklarımı toprağına. Anam beni çocukken nasıl sevdiyse öyle sevdim hepsini. Bir elimle sıskacık dallarına dokunurken diğer elimle gözümün yaşını sildim. Gündüzleri hiç ayrılmadım yanlarından, geceleri de giderken, anamın terimi alsın diye göğsüme bağladığı tülbendi bağladım birinin dalına. Rüzgâr esince bağladığım dalda salınır da diğerleri de bilir kokumu diye, bir sonraki sabah kokumu almaya geleceğimi bilsinler diye. Ama sonra bir gün bildim ben onların da her şeyi bildiğini. Hatta bildim ki onlar bildiklerini susarmış. Sustukları anamın ağlayışı gibi duyulurmuş duymak isteyen kulaklara. Sustukça daha çok bilirlermiş. Şu asırlık toprak anlatırmış onlara bildiklerini. Sonra şu asırlık güneş, asırlık rüzgâr, su, hava sonra kuşlar, böcekler anlatırmış. Ama ben, ben bildiklerini demezmişim onlara. Ben bildiklerinden farklıymışım.
Gündüzleri hep fidancıklarımın yanında olunca Cevdet kızdı. Malları almaya gidecekmişim. Sustum, hiçbir şey demedim. Öyle olunca kızdı, çok daha kızdı. Alacakmış arabamı, her gün öyle nereye gidermişim bulacakmış, kime su taşırmışım bilecekmiş, kızlara sarkıyormuşum kesin, yakacakmış olmayan aklımı. Sakladım arabamı, anama bile söylemedim yerini. Bir fidanıma söyledim. İlkine, yaprakları en çabuk yeşillenen ama yine de en sıska olanına dedim arabamın yerini. Dudağımı dayadım gövdesine, saydım aklımdakileri bir bir. Yok, ayırmadım hiçbirini diğerinden. Sadece anamın beni sevdiği gibi ilk göz ağrım diye sevdim ilkini, hem sevdim geceleri, hem ağladım.
Ama ben hiçbir şey yapmamıştım ki. Fidanlara baktım sadece. Dallarına üfürdüm, büyüttüm onları. Cevdet öyle demedi ama. Kasabalının fidanlarını çalmışım ben, gidip arazinin birine dikmişim, bugün bunu yaparmışım yarın ceplerinden çalmayacağım ne malummuş. Kasap Hüseyin gitti, Keresteci Yusuf, Kahveci Mustafa, sonra anam, Cevdet, herkes, herkes gitti fidanlarımın yanına. ‘’Çalmadım,’’ dedim, ‘’Sizin verdiğiniz kurumuş fidanlar bunlar.’’ ‘’Ölüydü onların hepsi,’’ dediler. ‘’Yok, akılları uçmuş, onlara üfürdüm, içirdim, çember gibi döndüm etraflarında, iyileştirdim,’’ dedim. İnanmadılar. ‘’Te git eşeoğlu,’’ dedi Keresteci Yusuf. ‘’Aklı iyice gitmiş bunun,’’ dedi Kahveci Mustafa. Cevdet, ‘’Aman delidir uğraşılmaz,’’ dedi. Kasap Hüseyin, ‘’Alın kazma küreği sökelim fidanlarımızı doğruca tarlalarımıza… Bununla mı uğraşçam be, dükkân bekler,’’ dedi aldı fidancıkları iki koluna gitti. Onun arkasından da herkesler gitti. Bir ben kaldım anamla. Anam kızmadı hiç, ağladı. Herkes gidince ben de ağladım ama kızdım. Çok kızdım.
Cevdet el arabasını istedi kaç günler, söylemedim yerini. ‘’Döverim,’’ dedi, anamın yanına koştum. Gitmedim bir daha malları almaya, anama da, ‘’Sigarayı bıraktım,’’ dedim. Sevinir sandım, hiçbir şey demedi. Fidanlar çok dayanmadı, ‘’Öldü,’’ dediler. Keresteci Yusuf, ‘’Yericiğini yadırgadı tabii. Seksek Osman’ın halt yimesi işte, eşeoğlu te git!’’ dedi kovaladı beni meydandan. Koştum. Bomboş kalan araziye koştum. Kazılmış, çukur toprağa üfürdüm, kırk kere çember gibi döndüm, suyum yoktu, gözümün yaşını akıttım hepsine. Belki ufacık akıl kalmıştır toprağın içinde, belki bana da verir diye kaç geceler rüzgârda bekledim.
edebiyathaber.net (15 Ekim 2020)