Çok önemli bir şehirden, başka çok önemli bir şehre giden çok önemli bir karayolunun kenarındaki iki tarlanın sınırına dikilmişler. Görevleri gelen giden olursa; “Şu tarla filancanın. Şu tarla da filancanın. Aman ha sakın… Ekinleri ezme ayağınla, motorunun pulluğu geçmesin buraya!” demekti. Uzun mu uzun boylarıyla, meydan okurcasına bozkıra durur da dururlardı. Kimi yabanın pusulası, kurdun kuşun yuvasıydı onlar.
Beklemek zor zanaat. Bekledin miydi iyi beklemek lazım. Kökleri salmak sıkıca durmak lazım. Ne rüzgar, ne soğuk ne de yakıcı güneş… İşlemez öyle olduğunda. Belki varamazlar öteye ama tepelerin ardı görünür zaten oldukları yerden. En güzel gün batımını onlar izlerler. En fiyakalı, süzülmüş taze suyu onlar içerler.
Ancak onların da vardır bir derdi. Gün olur bazen çekemezler birbirlerini. Mesele de basit; “Yok sen öne dikildin. Yok, ben geriye dikildim.” Diğeri de duramadı; “Arkadaş benim elimde mi sanki en öne dikilmek?” diye atıldı. Kuzey-Güney hattında dikilmiş kavakların en önde olanı. “Köylü beni seçti, beni dikti ilk toprağa.” diye devam eti kendini savunmaya. Üçüncü sıradaki homurdandı; “İyi de güzel kardeşim biz de bilirdik dikilinecek vakit iki yaprak fazla açmayı. Az biraz serpilip Rüstem Emmi’nin gözüne girmeyi. Efendi gibi bekledik. Kaderimize razı geldik. Hangimizi seçerse o dedik. Sen orada yanlış yaptın Diksıralı. Bekleyecektin bizim gibi sıranı.”
En öndekine Diksıralı adını takmışlardı. Arkasındaki Çiftdallı, bir arkasındaki Eğiriçatıydı. Dördüncü sıradaki Kuşyuvası, bir ardındaki Çobankaçtı’ydı. On dört sıra kavak diziliydi tarlanın sınırında. Her ağaç kendinden 4-5 ağaç öncesini sonrasını bilirdi. Onulanla muhatap olur diğerlerine; “Tanımam etmem.” tavrıyla bakardı. İşin aslında da zaten ellerinden fazlası gelmezdi. Gelsen gelinmez, gitsen gidilmezdi. O yüzden birçoğunda “Adını bilsen ne olur, bilmesen ne olur?” düşüncesi hakimdi. Ancak kırk yılın başı büyük bir olay olursa o zaman başkaydı. Kaçıncı sıradaydı? Adı kimmiş? O zaman önem kazanırdı. Altıncı sıradaki dört kış önce göçtüğünde hepsi öğrenmişti adını. Adı Hancı’ydı. Tarlayı sürmeye geldiklerinde, ekin biçtiklerinde hep onun dibine otururlardı. Hancı adını oradan almıştı. Bir gün koca bir bidon turşu suyu mu, salamura peynir suyu mu dökülüvermiş dibine. Ama nasıl tuzlu. Arındıramamış bir türlü kendini. E bir de ayak altı tabi. Gelen giden gövdesini oymuş çakıyla. Bilmem kaça kaç devre “O şimdi asker.” yazısı mı ararsın. İçi yazılı kalpler mi ararsın. Yapılan kalbi silmek için Hancı’nın gövdesine koca koca delikler açmak mı ararsın. Daha neler neler… Bir gün çoban kendine değnek yapmak için dallarını kırmış. Başka gün de kaza ya işte, traktör çarpmışta Hancı yamulmuş. Dibinde de bir sürü metal, manyetik çer çöp yıldırım çekmesin mi üstüne. Anlaşılan biraz da bahtsızmış.
Neyse olan olmuş işte bir şekilde. Kavaklar arasında da “Toprağı bol olsun.” derlermiş gidene. Olur da bir gün bir dalını alır kökünü filizlendirip başka yerlere dikerler, ondan fidan yeşerir diye… Bir kavağın ne kadar çok dalı toprak görüp de fidan olursa o kavağa o kadar “Toprağı bol oldu.” derlermiş aralarında. Civardaki kavaklardan, kurtlar, kuşlar ve rüzgâr sayesinde haber aldıkları olurmuş. Hayvanların tüylerine, kürklerine yapışan kalıntılardan bilirlermiş nerede ne olduğunu. İlkbahar mektup mevsimiymiş kavaklar için. Pamuk pamuk mektup atarlarmış sağa sola. Ben filanca kavakta dal idim. Dikildim koca ağaç oldum.” diye haber salarlarmış. Mesela en arkada sıradaki birkaç ağaç başka kavaktan dikilmiş zamanında. En son bir iki bahar evvel onlardan birinin mektubuna cevap gelmişti. Mektupta; “Önümdeki ahır yıkıldı. Oradan yol geçti. Yolun karşısına da bebelerin her sabah erinmeden gittikleri bir bina yapıldı. Çocuklar iyi de içlerinde bir iki yaramaz kuş taşlıyor arada. Çoban keçileri getirmiyor artık. Büyükbaş işine girdi anlaşılan. Girdi de rahat ettik az da olsa.” yazmıştı da eski günleri anmışlardı bu sayede.
Arkadaki kavaklar daha rahattı. Onlar arasında pek hır gür olmazdı. Arazinin eğimi en arkalarda iyice arttığından hepsi iyi kötü güneş alırdı. Hepsine su da vardı. O yüzden keyifleri yerinde sayılırdı. Ancak öndekiler biraz yamandı. Asıl suç köylünündü aslında. Çok sıktı araları. Hır gür patırtı yine ayyuka çıkmıştı. Diksıralı artık dayanamadı. Döndü bunlara bağırdı; “Artık sabrım kalmadı. Yeter ettiğiniz artık bana. Bir tutturdunuz; ‘Güneşi hep sen alıyorsun. Diktiler seni en öne,’ diye… Arkadaş, ağzım dilim mi var benim? ‘Dik beni öne!’ diye adama mı yalvardım? Geldi, seçti beni eliyle. Koydu en öne. Eski kavağımızın gövdesinde sıralı dal iken hiç sesim çıktı mı benim? Ben alt sıranın dalıyım. Siz yukarıdasınız. Hem manzaranız güzel hem de güneşiniz, diye? Ama yok kavak milletinin kökü toprak görsün hele… Hemen arsızlanır. Biraz da yeri dar imkânı kıtsa… Dikildiniz de adam oldunuz başıma.” Kuşyuvası lafa girdi. “Tamam, uzatmayın arkadaşlar olan olmuş. Dalımızın altında kurdumuz var, kuşumuz var. İki dirhem keyfimizi kaçırmayın.” dedi. Diksıralı; “Öyle Kuşyuvası, öyle de gel anlat aha bu arkamdakilere. Güz zamanı dalı yaprağı kurusa benden bilecekler. Vay neymiş efendim; Güneşi az da olsa görelim diye boy atmak zorunda kalıyorlarmış da, boy uzun olunca rüzgârda daha da zorlanıyormuş. Peki benim dalımın sırasına bak. Dik dik, hepsi gövdeme yapışık neredeyse. Boyuma bak. Hepinizden kısa. Tamam, güneş olunca keyfim yerinde. Ya rüzgâr, o ne olacak? Sizi bir sallasa beni beş sallıyor. Arkaya güneş gitsin diye boy bile atamıyorum. Dalımı yaprağımı yana açamıyorum. Zaten yerimizde hareketsiziz. Tek hareketimiz uzamak. Onu da bunlara rahatsızlık vermemek için tutabildiğim kadar tutuyorum. Ama hâlâ yaranamıyorum. Bir hızar gelsin de alsın artık can suyumu. Dallarım ulaşsın başka ovalara, tepelere. Belki oralarda rahat ederim,” dedi. Kuşyuvası onun da halini anlamıştı. Derince içini çekti. “Neyse sıkma o kadar canını. Kurtlanırsın. İçin kovuk kovuk olur,” dedi. “Benim kovuğum keyiften. Kurda kuşa iyilik olsun diye. O da bir tane ufacık zaten. Kovuk illetine fazla düştün mü dönüşü yok. Yıkılır gidersin alimallah.” diye devam etti Diksıralı’yı teselli etmek istercesine.
Çiftdallı bir sağındaki bir solundaki yana açtığı uzunca dallarına baktı. Hakikaten diğerlerine göre biraz fazlaca yayılmıştı. Hak verdi Diksıralı’ya. Eğiriçatı da baktı haline. Gövdesi biraz kavisli olmasına rağmen aralarındaki en uzun ağaç oydu. O da biraz utanmıştı. Kuşyuvası pek ses etmezdi. Onunla birlikte, biraz yukarı doğru eğim başlardı zaten. Bazı dalları uzuncaydı. Kuşlarla, börtü böcekle oynaşmaktan da onlara pek takılmazdı. Eğriçatı ile Çiftsıralı birbirlerine baktı. Biraz mahcup olmuşlardı.
Çobankaçtı’ya seslendi Eğriçatı. Amaçları Diksıralı’nın gönlünü almaktı. “Anlatsana üç güz önce düşürdüğün daldan çoban nasıl kaçmıştı.” Elinden geldiğince eğlenceli bir tutumla, sesinde, birazdan çok gülecekleri bir hikâyeyi dinleyeceklerini bilmenin verdiği bir mutluluk vardı. Sonra gülerken söyleyeceğini söylemekte zorlanır bir şekilde devam etti. İfadesini güçlendirmek için gülerek; “Sanırsın Serdar Ortaç konseri var!” dedi. Diğer kavaklar anlamlandıramamıştı. Eğiriçatı’ya dönüp baktılar. “Serdar Ortaç mı? O ne?” dediler. Eğriçatı istediği reaksiyonu alamamıştı. Hatta kullandığı bu tabir kavaklar tarafında ilgi görmeyince önceki cümlesinin etkisini de azaltmıştı. Kendisini neden böyle bir şey söylemek zorunda kaldığı açıklamak zorunda hisseti. Eğriçatı; “Geçen dallarımın altına birinin elinde mıknatıs, diğerinin elinde çakı iki çocuk geldilerdi. Biri diğerine “İlçeye akşam Serdar Ortaç geliyormuş!” deyince birden heyecanla ve çok hızlı bir şekilde ilçeye doğru koşmaya başlamışlardı. Önemli bir şeydi herhalde.” dedi. Diğer kavaklar pek bir şey anlamadı.
edebiyathaber.net (6 Temmuz 2023)