Oturduğum banktan babamla oğlumu izlerken geçmişten iki fotoğraf geldi gözümün önüne. Babaannem, evin karşısındaki çocuk parkında. Bütünüyle metal kaydırağın tepesine oturmuş meraklı gözlerle etrafa bakınıyor. Biz ise evin içindeki kaygılı, koşturmalı arayıştan sonra bahçe çitinin ardından onu görüyoruz.
Benim ortaokul yaşlarıma denk gelir babaannemin unutkanlıklarının başlaması. Önce benim adımı unuttu. En son beni tanıdığı içinmiş. ‘Çocuk’ diye seslenirdi bana. “Çocuk televizyonu açsana…” “Az sussana çocuğum, ne ağlıyorsun?” “Çocuuuk! Kol saatimi sen mi aldın? Bak eğer sakladıysan!” “Ah şu bacağım ağrımasa yetişirdim ben sana ya… Dur bekle, hınzır!”
Sonra kelimeleri unutmaya başladı. Anlatmak istediklerini bir türlü ağzından dökemiyor; duruyor, düşünüyor, öfkeleniyordu. Annem; “Yemeklerin adlarını unuttuğu gibi tariflerini de unuttu,” diyordu. “Teflona da bir türlü alıştıramadım. Eski döküm olandan vazgeçmiyor; her yaptığı yanıyor, yapışıyor. Temizleyemiyor. Zehirlenecek bir gün, demedi deme! Hem omzundaki ağrı da o ağır döküm tavadan…” Babamsa konuyu kapatmak istediği her halinden belli, yanıtlardı. “Dur hanım, bakalım biz o yaşlarda nasıl olacağız?”
O ağır döküm tavaya fazladan koyduğu yağ alev alınca taşındı babaannem bizim eve. Salondaki sedir ve yanındaki çekmeceli, alçak, su yeşili demir dolap, oda oldu ona… Üstü ilk zamanlar envaiçeşit ağrı kesicilerle doluydu. Dişi için kırmızı yazılı olan, başı için kirli sarı, eklemleri için yeşil çizgili, bağırsakları için turuncu kutu… Üst çekmecede; arada çıkarıp yan yana dizdiği, sonra da tek tek saymaya çalıştığı deniz kabukları dururdu. Banyo yaptıkça değiştiği üç beş kıyafeti annemlerin odasında, deri kayışlı saati kolunda takılıydı. Zaten tüm varlığı da bu kadardı artık.
Arada mutfak işlerine yardım ederdi. Annem doğranacakları, ayıklanacakları falan verirdi ona, oyalansın diye. Onun dışında camın kenarındaki koltuğa oturur, karşıdaki çocuk parkını izlerdi. Yer çekimini yeni fark ediyormuş gibi yaprakların dökülüşüne şaşırır, kar yağınca heyecanlanırdı. Babam bir seferinde benim anlamaz gözlerle baktığımı görünce açıklama ihtiyacı duymuştu; ben öğrenerek büyüyordum, o unutarak küçülüyordu.
Unutkanlığı arttıkça fiziksel ağrıları azalıyordu… Fakat bir gece gerçek bir sancıyla inlemeye başlamıştı babaannem. Gelen doktorun dediğine göre böbrek taşı düşürüyormuş. “Çize çize iner o taş, sancısını rahatlatmak lazım… Şu ilacı verin, bir de bol sıvı tüketsin” dedi. Hatırladığım kadarıyla taşı düşürmesi, rahatlaması çok uzun sürmedi babaannemin. Üç gün sonra, kontrole gelen doktorla flörtleşiyordu. Geriye giden zihni ergenlik dönemine ulaşmıştı sanırım.
Sonrasında evden habersiz çıkıp gidişlerini, dönüş yolunu bulamazsa diye gözümüzü üzerinden ayırmadığımızı, cebine adres yazılı kağıt koyduğumuzu, annemin takip etmekten, idare etmekten, sık sık sorduğu aynı sorulara cevap vermekten yorgun düştüğünü, arada cereyan eden atışmalarını daha net hatırlıyorum.
Babamla ben kovboy filmi seyrederken kurşunlardan kaçmaya, futbol maçı izlerken ekrandan çıkan topu salonda aramaya başladığı zamanlara denk geliyor onu kaydırağın tepesinde bulduğumuz gün. Çocukluğuna dönmüştü. Bebekliğine az kalmıştı.
Aklımdaki fotoğrafların beni götürdüğü yıllardan sıyrıldım. Oturduğum banka huzursuzca yerleştim. Babamın oğlumu salıncakta sallayışını, kaydıraktan kaydırışını, tahterevallide sırayla yukarı çıkıp inişlerini izledim. Hava kararmaya başlayınca yanlarına gittim. O zamanları hatırlayıp hatırlamadığını sordum babama. Hatırlamıyordu. Zaten bir süredir oğlumun adını da unutmuştu.
edebiyathaber.net (25 Mayıs 2024)