Gözlerini açtı. Yavaş yavaş kendine geliyordu. Kafası ondan bağımsız bir kütle gibi ağırdı, hareket ettirmekte zorlandı. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Dün yaşanmamıştı sanki ya da ondan önceki gün. Nasıl eve gelmiş, evden hiç çıkmış mı, tek başına mıymış hiçbirisini hatırlayamıyordu. Pencereye doğru çevirdi kafasını, alaca bir kızıllık hakimdi gökyüzüne. Gün ağarmak üzereydi. Saatten, günden, tarihten, hiçbir şeyden haberi yoktu. Zaman algısı sıfırlanmıştı. Yatağın içinde debelenirken kendine acıdı. Fakat çok geçmeden hep yaptığı gibi suçu tüm dünyaya ve kadere atıp, acıtan oklarını evrene çevirdi. Otuş beş yaşında hala geçmişin hesabını tuttuğu için bir türlü ilerleyemiyordu. Dünyaya yabancılaşmasının verdiği memnuniyetsizlikle bir gün daha yaşamaya çalışıyordu o kadar. Cebinde hep acil durumlar için sakladığı bir ölüm fikri taşıyordu. Eli ayağı tutan, aptal olmayan ve sağlam bir adam için hiç de mantıklı değildi günlerini bu şekilde geçirmek. Hayat onun için bir boşluk, kendisi de o boşluğun içindeki hiçlikti. Oysa, biraz bakış açısını değiştirebilse yaşamın o kadar da korkunç bir yer olmadığını keşfedebilirdi.
Odanın havasızlığından rahatsız olup suratını ekşitti. Kalkıp pencereye doğru yalpalayarak yürüdü, başı dönüyordu. Ayağıyla boş bir şişeyi odanın bir köşesine yuvarladı. Oda henüz aydınlanmadığından şişeyi göremedi. Işıkları da yakmadı. Kim bilir kaç zamandır yıkanmamış, rengi beyazdan griye dönmüş tülü kenara çekti. Zaten havasız olan oda bir de tülün hareketiyle toza bulandı. Pencereyi açtığında soğuk hava tokat gibi çarptı yüzüne, ürperdi. Başı hâlâ dönüyordu. Derin nefesler almaya başladı. Kendine geldikçe bölük pörçük görüntüler de beraberinde zihninde canlandı.
“Hala hayattayım demek, ilaçlar da işe yaramamış, geriye kalan sadece aptal bir baş ağrısı ” diye söylendi. Birkaç zamandır çeşitli intihar girişimlerinde bulunuyor fakat bir türlü muvaffak olamıyordu. Denemediği bir ilaçlar kalmıştı, onlar da işe yaramadı. Midesi feci bir şekilde bulanmaya başladı, düşüncelerinin bulantıyı tetiklediğini fark etti. Nefes alış verişleri hızlandı. Kalbinin seri atışları kulaklarında uğuldadı.
Son zamanlarda psikolojisi karmakarışıktı, böyle intihar denemeleri yapmasa da olurdu. Çünkü o, farkında olmadan hergün biraz biraz ölüyordu. Belki iki ay önceye kadar gittiği terapiyi bir anda bırakmamış olsaydı şu an farklı bir durumda olabilirdi. İlaçları içmeden önceki gece hayaller gördüğünü anımsadı. Ara sıra sanrılar görmeye alışıktı fakat bu seferki diğerlerinden biraz farklıydı. Terapiye de bu gözünün önünden gitmeyen sanrılar yüzünden başlamıştı.
Temiz havayı olabildiğince doldurdu ciğerlerine, pencereyi aralayıp yatağa geri döndü. Yatağının yanındaki başucu lambasını yaktı. Oda birden loş bir aydınlığa teslim oldu. Şimdi seçilebiliyordu yerdekiler; gelişi güzel etrafa saçılmış boş içki şişeleri, birkaç edebiyat dergisi, giyilip çıkartılmış kıyafetler, ağızlarına kadar dolu küllükler ve bitmiş sigara paketleri… Birden yaşlar boşandı gözünden, içi yırtılırcasına ağladı. Ağlama krizleri için doktorun verdiği ilaçlar vardı; o akşam hepsini içmeseydi belki şuan işe yarayabilirlerdi. Ağladıkça mide bulantısı daha da arttı. Kalkmaya çalıştı, ancak ikinci denemede başarabildi. Mutfağa gitmek istedi, ayaklarını sürüye sürüye yürüdü. Mutfak öyle dağınık, öyle pisti ki az kalsın kusacaktı. Eskiden ne kadar temiz biri olduğunu hatırlayıp, “şu hale bak, köpek bile yaşamaz burada” diye söylendi kendi kendine. Midesini bastırmak için bir şeyler yemesi gerektiğini hissetti. Bulantının sebebini açlığına verdi; doğru olmadığını bilerek. Görünürde yiyecek bir şey yoktu. Buzdolabını açtı. Küflenmiş beyaz peynir, yarısı yenmiş sandviç, kasede kurumaya mahkum bırakılmış zeytinler, tarihi geçmiş birkaç konserve ve de kutu biralar vardı. Küflerden ayıklayabildiği kadarını ayıkladığı peyniri sandviçin içine yerleştirdi. Yediklerini kolayca yutabilsin diye yanına bira da açtı. Temiz havanın iyi geleceğini düşünerek balkona attı kendini. Mutfağının küçücük bir balkonu vardı. Manzarası beton yığınları ve sıkıcı gecekondulardı. Balkonda; iki sandalye, saksının içinde ölmüş bir çiçek ve ne zamandır orada olduğu meçhul kırık bir masa vardı. Sandalyede oturup sandviçini yemeğe koyuldu. İki ısırıktan sonrasını içi almadı, birayla devam etti. Masanın üzerinde neredeyse tozdan yok olmuş bir sigara paketi gördü. Baktı, doluydu. Bir tane yaktı, ilk nefes onu öksürttü. Ağzının içi akşamdan kalmalığın ve uzun süredir fırçalanmamanın etkisiyle pas gibiydi. Kendini zavallı gibi hissetti.
Güneş, hiç acelesi yokmuşçasına gökyüzüne doğru yükseliyordu. Kuşların cıvıltılı seslerini işitti. Büyük bir telaş içinde birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı sanki. Bir süre sessizce kuşları dinledi. Üzüldü onlar için, şehrin ortasında tek tük kalan ağaçlara muhtaç çaresiz kuşlar, hepsi de bu ruhsuz şehirlere hapis…
Biradan büyücek bir yudum aldı. Geğirdi. Boş midesi hiçbir şey kaldıracak durumda değildi. Kaç gündür ilacın ve alkolün etkisinde baygın olduğunu hatırlamaya çalıştı yine. Düşündükçe kafası daha da karışıyordu: “ Üç günden fazla olamaz herhalde, hiç böyle olmamıştım” dedi. Üzerindeki ölü toprağını atmak için duşa girdi. Gerçek hayata geri dönmek ve hayatın neresinde kaldığını hatırlamak için dışarıya çıkmalıydı. Sevmediği insanların arasına karışma zamanının geldiğini düşündü. Ne zamandır evden çıkmadığı aklına gelince bu fikir onu korkuttu.
Bulabildiği en temiz giysileri üzerine geçirdi. Cebinden günü kurtaracak kadar parası çıktı, sevindi. Sokağa indi. Güneş gözlerini kamaştırdı. Birkaç dakika kıpırdamadan etrafı izledi sanki ilk defa görüyordu bu mahalleyi. Ağır ağır yürümeye başladı. Bakkalın önünden geçerken gözü gazetelere takıldı. Yakınlaştı. Manşetlerdeki tekrar eden sıkıcı haberler değildi ilgisini çeken, o; tarihle ilgileniyordu. Çok şaşırmadı günün tarihini görünce. Daha önce de iki gününü kayıp geçirdiği olmuştu. Bir daha yaşanması mümkün olmayan Salı ve Çarşamba günlerini kaçırmıştı sadece, olağan bir durumdu onun için, alışkındı hayatını çarçur etmeye. Diğer insanların bu geçen iki günü nasıl geçirdiğini merak etti. Üzerinde fazla durmadı. Ne de olsa devam edecekti kaldığı yerden hayatını harcamaya. Sırf bu bilinçli bilinçsizlik sayesinde kızmadı kendine, gülümsedi. Derin bir pervasızlık vardı gülüşünde. Yürümeye devam etti. Sokaktan geçen tanıdığı tanımadığı herkese selam vermek istedi, verdi de. Anlam veremedi hareketlerine, insanlardan kaçan biri için değişik bir deneyim oluyordu . Kepenklerini yeni açan ve açmaya çalışan dükkânların arasından geçti, birbirinden güzel temennilerde bulundu. Sonra kendi kendine “Biraz hayal güçleri olsaydı bu ufacık dükkânlara sıkışıp kalmazlardı” diye söylendi. Yürümeye kaldırım taşlarını sayarak devam etti. Bir iki adım attı, bütün sokağı kendine çeken koku gelip onun da burnuna çarptı. Dayanamadı kokuya, fırından içeri girdi. “Bir simit lütfen” dedi. Yanına peynir ya da ayran almadı. Simit’i kâğıda sardırıp fırından çıktı. Biraz ileride semtin küçük ama yemyeşil bir parkı vardı oraya yürüdü. Sakin ve yavaş haretketlerle süs havuzunun karşısına geçip oturdu. Park; spor yapan insanlar, bebeklerini gezdiren anneler ve bakıcılar, köpeklerinin ihtiyaçları için sabah erkenden kalkmak zorunda olan mutsuz insanlarla doluydu. Küçük bir çocuğun merakla bakışı gibi, fıskıyenin çıkardığı yaratıcılıktan uzak şekilleri izledi simidini yerken. Su onu hipnoz etmek üzereyken önünde bir bebek arabası durdu. Bebek ona gülümsüyordu, o da bebeğe gülümsedi. Kısacık bir an mutlu oldu. Tam bebeğe elini uzatacakken annesi olaya dahil olup alnını kırıştıracak kadar kaşlarını çatıp bir hışımla çekti bebek arabasını ve hızlıca uzaklaştılar onun yanından. O kısacık mutluluk ânı müthiş bir öfkeye dönüştü. “ Dışarıdan o kadar korkunç mu görünüyorum?” diye mırıldandı. Simidine geri dönmek istedi, sabahki sandviçten sonra yediği en güzel şeydi bu. Midesi düzelir gibi oldu. Yeni biçilmiş çim kokusunu duydu. Bu kokunun verdiği hazla öfkesi biraz olsun yatıştı. Gözlerini kapattı. Güneşin tenine nüfûz edişini hissetti, kemikleri ısındı. Parktan gelen gürültüler artınca daha fazla oturmak istemedi, kalkıp yürüdü. Bu kısacık mola yetmişti ona.
Yoldan geçenler sanki o yokmuş gibi ona çarparak geçtiler yanından. “Kaba insanlar. Özür dileseler ne değişir ki zaten, sahte bir kibarlık ve samimiyetsiz konuşmalar… Böylesi daha iyi en azından dürüstler” dedi içinden. Sonra birden aklına gülümseyen bebek geldi, sonra da annesi. Yetişkinlerin kötücül önyargılarına sinirlendi. Bir bebeğin masumiyetinde gizliydi belki de bütün cevaplar ya da hiç beklemediği bir anda önüne gelen taze bir kahvenin hazzındaydı. Çarpışmanın verdiği sarsıntıyla düşünceleri yerine oturdu. Dışarıdaki yaşamın bir kez daha ona ait olmadığını hissetti. Tehlikeden uzak yalnız hayatını sokaklara tercih etti bir kez daha. O, kendi aklının özgür sınırları içinde düşe kalka idare ediyordu yaşamını. Dışarıdaki uğultulara kendini kapatıp evine dönerken kendi yolculuğunun içinde kendini aramaya ve kaybolmaya devam edecekti.
Eve vardığında güneş batmış yerini görkemli gece almıştı. Kapının kilidini yavaşça açtı. Evin sessiz karanlığı hoşuna gitti. Dolaptan bira alıp kanepeye uzandı. Susamışlığının verdiği açlıkla bir dikişte içti. Günün getirdiği yorgunlukla mayışmaya başladı, üzerine pikeyi çekti. Yeni bir günün getireceği mucizeleri düşünerek ve hâlâ hayatın kitaplardaki gibi olduğuna inanmaya çalışarak uykuya daldı…
edebiyathaber.net (24 Mayıs 2022)