Öykü: Kayıp eşyalar bürosu | Samet Karbulut

Temmuz 30, 2024

Öykü: Kayıp eşyalar bürosu | Samet Karbulut

Hata yapıyorum. Nerede yaptığım konusunda iç sesimle henüz bir fikir birliğine varamadık ama bir hata söz konusu olduğu çok açık. Saat yedi buçuk. Bir şeye başlamak için inanılmaz muhteşem bir saat. Tam tamına 07.30. Bir dakika geçse her şeyi boş vermem kaçınılmaz olacak. Yataktan kalkmak ya da tavanı izlemeye devam etmek… İşte bütün mesele bu. Bu bir dakika içerisinde kararımı vermem gerek. Zaman yavaş yavaş daralıyor. Hadi ama. Battaniyeyi üzerimden atmak bu kadar da zor olmamalı. Son otuz saniye. Mavi kablo mu kırmızı kablo mu? Mavi hap mı kırmızı hap mı? Son on saniye. Akreple yelkovan yerli yerinde. Ne zaman hareket ettiklerini anlamak mümkün değil. Fakat saniye ibresi eceli gelmiş bir insanın peşindeki Azrail gibi gidiyor. Bingo. 07.31. Tembelliğe devam. Bir sonraki girişim 08.00’de.

Bir hata yaptığımdan bahsediyordum. Bu hata yemek yaparken tuzu eklemeyi unutmaktan ya da evden çıkarken ütünün fişini takılı bırakmaktan daha vahim. Yaşamayı bilmiyorum. Böyle söyleyince kulağa komik gelebilir. Ya da acizce. Fakat bence yaşamayı bilmemek gayet tabii bir durum. Nasıl ki cumhurbaşkanlığı yapan bir kişi daha önce cumhurbaşkanlığı yapmamış ise ben de daha önce yaşamadım. Reenkarnasyona inansaydım bu teori çürütülebilirdi ama maalesef inanmıyorum. Benim yaşayamama serüvenim çocukluktan geliyor. İnsanlarla kurduğum ilişkileri sürdüremiyorum ya da hiç kuramıyorum. Bir de oldum olası uyumsuzluk içerisindeyim.

Bunu spesifik bir örnekle anlatmak istiyorum. Gençlik yıllarımda gezintiye çıktığım bir gün bir cenazenin kaldırıldığına şahit oldum. Anlık bir kararla tabutun peşine takıldım. Etrafta ağlayanlar, feryat edenler, çığıranlar… Ölüm, oldum olası ilgimi çeken bir konu olmuştur. Herkesin başına gelecek, hiç kimsenin hiçbir şekilde kaçamayacağı yalnızca tek bir kez tatma fırsatı bulduğu eşsiz bir olay. İnsanlar sanırım zamanla alakalı bir tatminsizlik yaşıyorlar. Aman efendim “Elli beş yaşında gitti” Yok efendim “Daha kırk sekiz yaşındaydı” Sanki doksan yaşında ölse mutlu olacaklar. Birinin ölümüne üzülmek bencilce geliyor bana. Onun yokluğunda yaşanacak yalnızlığa ya da onun oluşturduğu konfordan mahrum kalacağına üzülüyor insanlar. Bu arada “o” zamirini dünyadaki macerasını tamamlamış merhum ve merhumeler için kullandım. Arkasına takıldığım tabutun peşindeki cemaat epey kalabalıktı. Mezarlığa gidene kadar tabutu taşıyanlar değişip durdu. Hiç kimse birbirine haber vermeden bir anda tabutun bir köşesine omuzunu atıyor, köşedeki adam da bir anda boşa çıkıyor. Mükemmel bir senkronizasyon. Mezarlığa geldiğimizde mevtayı prosedüre pardon usulüne uygun şekilde önceden kazılmış çukura yerleştirdiler. Ölen kişinin yakınları olduğunu düşündüğüm adamlar sırayla kürekleri elini alıp toprak atmaya başladılar. Ne olduysa tam o sırada oldu. Kısa boylu, kel, göbekli bir amca boyunu bir hayli geçen küreğin sapını tuttu ve epeyce zorlanarak mezarı doldurmaya girişti. Bir anda ıslak toprağın üzerinde ayağı kaydı ve cumburlop çukura düştü. O anda kendimi tutamayıp kahkahayı koparıverdim. Bir gülme tuttu ki durdurmak imkânsız. Herkes öfkeyle adeta öldürürcesine bana döndü. Ben kendimden geçercesine gülüyorum. Amcanın düşüşü film şeridi gibi zihnimde dönüp dönüp duruyor. Adamın biri Osmanlı yeniçerisi gibi tokadı suratıma yapıştırdı ama fayda etmedi. Biraz hırpaladıktan sonra “Götürün şu şerefsizi, elimde kalacak” tarzında laflarla beni attılar. Gülerek düşündüm. Acaba Hindistan’da da yaktıkları ölülerin küllerini Ganj Nehri’ne dökerken küller rüzgârdan yüzlerine gelse gülen olur mu? Ben kesin gülerim.

Zaten ne geldiyse başıma hep bu aykırı fikirlerimden geldi. Kendimi bildim bileli insanlar üzerine düşünüyorum. Sonuç itibariyle insanların defolu bir canlı formu olduğuna karar verdim. Nedir bu defolar? Terleme, tırnak uzaması, tuvalet ihtiyacı, kaşınma, esneme… Elbette ki alanında uzman birileri çıkıp “Yalnız terlemek, insanların vücut sıcaklıklarını dengeler ve vücuttaki atıkların dışarı atılmasını sağlar” diye havalı bir savunma yapabilir. Ben zaten buna karşı değilim. Benim karşı olduğum şey insanların buna ihtiyaç duyacak şekilde yaratılmış olması. Ne olurdu boşaltım sistemi diye bir sistem olmasaydı ve insanlar buna hiç ihtiyaç duymasıydı. Bunu çocukken arkadaşlarıma anlattığımda mide bulandırıcı olmakla itham edilmiştim. Arkadaşlarım arasında böyle bir yan etkiye sahibim.

Mesela konuşmaya da karşıyım. Ben konuşmayı beceremiyorum. Olmuyor. Yani kelimeleri düzgün bir şekilde telaffuz ediyorum, anlamlı cümleler kurabiliyorum ama bunlar potlar kırmamı, patavatsızlık etmemi, saçmalamamı engellemiyor maalesef. “Keşke onu orada söylemeseydin.” cümlesi benim nazarımda bir küfürle eşdeğer. Hatta doğumumuzdan ölümümüze kadar yaptığımız tüm konuşmaların önceden yazılı olarak elimizde bulunması gerektiğini düşünüyorum. Sorular, cevaplar, sohbetler, kavgalar, tartışmalar, iltifatlar ve hakaretler… “İyi de hayatı heyecanlı ve anlamlı kılan bu beklenmedik karşılaşmalar ve diyaloglar değil mi?” diyebilirsiniz. Hayır efendim, değil. En azından benim için. Ben bir insanın konuşmadan da hayatını idame ettireceğine kesinlikle inanıyorum.

Bu konudaki düşüncem o kadar net ki bir devlet adamı çıkıp “Efendiler, yarın konuşmamayı ilan edeceğiz.” dese elime bir pankart alır meydanlarda sevinç gösterilerinde bulunurdum. O günün milli bayram ilan edilmesi, toplu taşımada ulaşımın ücretsiz olması, tüm kamu kurumlarının tatil edilmesi için mücadele ederdim. Konuşmaya düşman değilim. Ben de bir kahve eşliğinde arkadaşlarımla uzun uzun sohbet etmekten keyif alıyorum ama bunu hayatımın olmazsa olmaz bir parçası olarak görmüyorum.

Hata yapıyorum. Suyu, kaynadıktan sonra biraz bekletmem gerekiyor. Kaynar kaynamaz dökünce kahve yanıyor ve lezzetini kaybediyor. Düşüncelerimi de bir müddet bekletmem gerekiyor galiba. Saat 08.42. Hiçbir numarası yok. Ne bir şeye başlamak geliyor insanın içinden ne de bir şey bitirmek. Özel olarak da bir şey çağrıştırmıyor. Oysa rastgele saate baktığımda 08.00 manzarasını görünce içim bir hoş oluyor.  Kahvem bitti. Üzerinde Zümrüdüanka kuşu baskısı olan kupamı hızlıca yıkayıp çıkıyorum. Telefon, cüzdan, anahtar… Her şey tam. Bir şeyin eksilmesine daha doğrusu kaybolmasına tahammülüm yok. Hele ki o aradığın şeyin tam ihtiyaç duyduğun anda kaybolması ve o işi hallettikten uzun süre sonra bir anda “Merhaba, biliyorum uzun zamandır yoktum ama her şeyi açıklayabilirim” dercesine alakasız bir yerden çıkması ufak çaplı bir öfke nöbeti geçirmeme sebep oluyor. Zaten Kayıp Eşyalar Bürosu’nu da bu yüzden açtım. Fakat bu büro diğerlerinden biraz farklı.

İnsanın kendi dükkanının olması istediği saatte işe gidebilme konforu sağlıyor. İşte kırmızı tabelasıyla ışıl ışıl parıldayan Kayıp Eşyalar Bürosu. Okulu bitirip işsiz işsiz sokaklarda sürterken babam “Bir dükkân aç, bari yerin yurdun belli olsun” diye tutturdu. O sıralarda da etrafımdaki insanlar sürekli kayıplarından bahsediyorlardı. Çorabının tekini kaybeden, telefonunun şarj aletini bulamayan, televizyonun kumandası için evde isyan çıkartan… Tabi bunların hiçbiri benim zerre kadar ilgimi çekmedi. Zamanla insanlar daha manevi şeylerden bahsettiler. Hayattaki motivasyonları, itibarları, inançları… Motivasyonunu kaybeden arkadaşımı ikinci sınıf bir psikolog gibi gaz vererek rahatlatmaya çalışabilirdim. “Kendini bırakma. Çalışırsan her şeyi başarabilirsin.” Bunu yapmadım. Nasıl ki kaybolan çorap yatağın altından, şarj aleti komodinin çekmecesinden, kumanda da minderin arasından çıkıyorsa motivasyonun da bulunduğu yerden çıkarılıp asıl yerine konması gerekiyordu. Uzun süren çalışmalarımın ardından kaybedilen birtakım soyut varlıkları bulan büromu açtım.

Kravatım gayet düzgün ama yine de yalandan küçük hareketlerle sağa sola oynatıp düzeltiyorum. Otel resepsiyonlarına benzeyen masamın başındayım. Henüz gelen giden yok. Saate bakmıyorum artık. Zamanla ilgili meselelerimi çözmem gerek. Günün ilk müşterisi pardon misafiri kapıyı aralıyor. Genç bir kadın. Otuzunda ya var ya yok. Güneş gözlüğü fazla geniş ve ihtişamlı. Kulağında bilezik olarak da kullanılabilecek halka küpeler… Yeşil, uzun bir elbise… Gözlüklerini çıkarınca yüzündeki sarı hüzün ortaya çıktı. Renklerle hep ilgilenmişimdir. Kıyafetlerimde, aksesuarlarımda, yemeklerimde, ev eşyalarımda. Her şey bir renk uyumu içerisinde olmalı. Ağaçlardaki kahverengi ve yeşilin uyumu, papatyadaki sarı ve beyazın uyumu gibi. Duygular da daima bir renk cümbüşü sunar. Utangaçlığın kırmızısı, hüznün sarısı, mutluluğun pembeliği…

“Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?”

“Şey… Ben…”

“Lütfen rahat olun. Sanırım değerli bir şeyinizi kaybettiniz. Size elimizden gelen en iyi hizmeti vereceğimizden hiç şüpheniz olmasın.”

“Ben aynadaki yansımamı kaybettim.”

Evet. Daha önce birkaç kez karşılaştığımız ve genellikle kadınlar üzerinde görülen bir vaka. Halletmesi bazen oldukça zaman alıyor. Ben çoğu zaman aynalara bakmıyorum. Bazen bir yansımam olduğunu bile unutuyorum hatta. Sadece özel bir yere gideceksem ya da çok sevdiğim biriyle görüşeceksem ufaktan saçlarımı tarayıp etkili bakışlar atıyorum, o kadar. Oysa bazı insanlar aynaların tutsağı olmuş durumda. Boy aynaları, duvar aynaları, makyaj aynaları, cep aynaları… Yıllar geçtikçe itibarını yitiren bir nesneye dönüştü aynalar. Halbuki yüzyıllar önce büyücülerin kehanetlerde bulunmak amacıyla kullandığı kutsal bir materyaldi. Kimi insanlar iç dünyalarının derinliklerine yolculuk yapmak için kullanmışlar, kimileri de Tanrılarla iletişim kurmak için. Şimdi ise güzellerin bağımlılığı, çirkinlerin korkulu rüyası.

“Merak etmeyin hanımefendi. Bu sıralar aynalarla ilgili çok fazla karışıklık var. Mesela geçen hafta Amerikalı siyahi bir vatandaş aynadaki yansımasını beyaz olarak gördüğünü iddia etti. Gerçekten de aynada beyaz görünüyordu. Ya da dün gazetede okuduğum bir haberde bir kadının ayna karşısında kendisini erkek olarak gördüğünü ve çıldırmanın eşiğine geldiğini okudum. Ne var ki siz doğru yerdesiniz.”

Kadın sevinip sevinmemesi gerektiğini anlayamadı. Bazen olur. İnsanın duyguları kilitlenir. Bazen yüksek kahkahalar yerini gözyaşlarına bazen de içli ağlamalar delice gülüşlere bırakır yerini.

“Şimdi ne yapacaksınız?”

“Öncelikle birkaç soru sormam gerekiyor size. Daha sonra sistem üzerinden bir kontrol sağlayacağım. Kesin bir süre veremem ama büyük bir yüzdelik ihtimalle bulacağız yansımanızı. Öncelikle yansımanızı en son ne zaman gördünüz?”

“Üç gün önce. Arkadaşlarımla buluşacaktım. Sabah uyanır uyanmaz duşa girdim. Çıkınca da üstümü giyinip makyaj masamın başına oturdum. Bir baktım aynada kendimi göremiyorum. Korkudan bayılacak gibi oldum. Elime yüzüme dokundum. Bir an kendimde olup olmadığımı sorguladım. Uyuşturucu kullanmıyorum. Dün alkol de almadım. Evdeki diğer aynalara baktım. Hiçbirinde yokum.”

“Peki yansımanızı sadece siz mi göremiyorsunuz?”

“Hayır, arkadaşlarım da göremiyor. O gün panikle onları aradım. Başta dalga geçtiğimi düşündüler ama sesimin kötü çıktığını fark edince hemen eve geldiler. Onlar da ne yapacağını bilemediler. Böyle bir durumda nereye gidilir ki. Hastalık değil, ruhsal bir durum hiç değil. Dün internette ilanınızı görünce sabaha kadar uyuyamadım. Ne olur yardım edin.”

Hâlâ çok gergin. Ah şu kadınlar… Hep bir evham hep bir endişe. Elimden gelse kendi yansımamı vereceğim ama mümkün değil ne yazık ki. Ne anlıyorlar ki her gün kendilerine bakmaktan, yüzlerini didik didik incelemekten. Kadınlar bambaşka bir biçimde yaklaşıyorlar aynalara. Erkekler baktıklarında kendilerini görüyor, kadınlar ise kendilerini buluyorlar. Ama kırıldığı zaman iki tarafa da lanet getiriyor.

“Lütfen kendinizi bu kadar harap etmeyin. En kısa sürede bulunacak yansımanız. Yeter ki sakin ve sabırlı olun. Eğer iyi hissetmiyorsanız sorulara biraz ara verelim.”

“Hayır hayır. İyiyim. Rica ederim devam edin.”

“Tamam o zaman. Yansımanızı sadece aynalarda mı göremiyorsunuz.”

“Anlamadım.”

“Yani yanından geçtiğiniz bir mağazanın camekanında ya da bir su birikintisinin üzerinde.”

“Camekanlarda da göremiyorum ama su birikintisine hiç dikkat etmedim. Zaten benim için su birikintisinde görünmenin pek de önemi yok.”

Pek de önemi yokmuş. Koskoca Narkissos sudaki yansıması yüzünden öldü be. Güzeller güzeli peri kızı Ekho’ya yüz çevirip bir gün su içmek için eğildiği gölde kendisini görünce âşık oldu da kendine ulaşma arzusuyla can verdi. Ne efsane ama. Şimdilerde insanlar, yansımalarına bakıp bakıp “Saçım bozulmuş mu, makyajım akmış mı?” demekten öteye gitmiyor.

“Kimliğinizi alabilir miyim?”

“Tabii ki. Buyurun.”

“Havva Toprak. Çok güzel bir adınız var.”

“Teşekkür ederim.”

“Havva Hanım, sizin de bildiğiniz üzere aynalar bizi tüm benliğimizle yansıtan, kim olduğumuzu gösteren nesnelerdir. Buradan gördüğüm kadarıyla sizin yansımanız sürekli olarak yer değiştiriyor. Bu değişim ışık hızının ötesinde olduğu için ne siz ne de bir başkası görebiliyor. Bu durum genellikle kişilerin kim olduğuyla alakalı derin sorgulamalarda bulunduğu, kendisinin kim olduğuna karar veremediği, kendisine yabancılaştığı dönemlerde meydana gelir. Kişi öncelikle ruhsal olarak benliğinden uzaklaşır. Duyguları, düşünceleri, inançları, zevkleri, korkuları, ilişkileri… Hepsi birbirine girer. Bu sorgulama gün geçtikçe fiziksel olarak da kendini gösterir. Kaşınız, gözünüz, yüz şekliniz, ten renginiz, boyunuz, kilonuz… Bütün vücudunuza karşı bir yabancılık hissedersiniz. Bu yüzden aynadaki yansımanız da sizi tanıyamaz ve kaybolur. Son zamanlarda çok sık bakıyor muydunuz aynalara?”

“Evet. Doğruyu söylemek gerekirse son zamanlarda en çok vakit ayırdığım şey aynalara bakmaktı. Bir çeşit komplekse kapıldım. Sanki daha uzun olsam özgüvenim artacak, daha zayıf olsam hayatım değişecekmiş gibi. Yavaş yavaş yüzümde beliren kırışıklıklarla geçmişim arasında bir bağ kurmaya başladım. “Şu olayı yaşamasaydım yüzüm kırışmayacaktı” diyorum kendi kendime. Bunun gibi birçok kompleks oluştu içimde.”

Alay etmek istemiyorum ama Allah bilir aynanın karşısına geçip “Ayna ayna söyle bana. Var mı benden güzeli bu dünyada?” bile diyordur. Şu insanların saçma sapan hareketlerini geçmişteki travmalarına, komplekslerine bağlama huyundan gına geldi.

“O zaman şöyle bir yöntem izleyeceğiz. Buraya bir ayna getireceğim. Siz de bu aynaya bakarak gidebildiğiniz kadar eskiye gidip şu ana kadar yaşadığınız hayatı, size etki eden olayları hatırlayıp kendi benliğinize ulaşacaksınız. Nihayetinde yansımanıza ulaşacağınızı düşünüyorum.”

Annemden kalma kenarları ahşap boy aynası… Tam bir antika. Benim, geçmişimle en çok bağ kurduğum, sadece vücudumu değil yaşamımı yansıtan ender bir eşya. Çocukluğumdan beri baktığım, her hâlimi gördüğüm bir giz sanki. Sadece bugünkü değil geçmişteki suretimi de saklıyor. Bir cam parçasından ziyade kendime ulaştığım bir kapı bu ayna.

“Buyurun Havva Hanım. Yapmanız gereken tek şey sessizce aynaya bakıp kendinizi düşünmek. Hazır mısınız?”

“Evet.”

Aynanın karşısında bağdaş kurarak oturdu. Beş yaşındaki Havva’yı hatırladı. Saçları iki yana örülmüş, üzerinde en sevdiği çiçekli kırmızı elbise. Annesinin saç fırçasını mikrofon gibi elinde tutup kanepenin üzerinde zıplayarak şarkılar söylüyor. Evdeki herkesin yüzünde tarifsiz bir gülümseme. Gerçek bir aile saadeti. Havva o günleri hatırladıkça aynada beş yaşındaki hâli belirdi. Aynı gamzeli yanaklar, aynı örgülü saçlar, kırmızı elbise… Şaşırdı ama düşünmeye devam etti. Bir oturuşta en az beş elma yiyordu. Muza, çileğe, kiviye ve diğer tüm meyvelere karşı mesafeliydi ama elmaya hiçbir zaman “Hayır” diyemiyordu. Sonra da bütün gece karın ağrısından kıvranıyordu. Annesi ve babası defalarca uyarmışlardı. Dedesi de “Yavrum her şeyin fazlası zarar” diye tepesinde bitiyordu. En sonunda Havva’ya elmayı yasakladılar. O günden sonra uzunca bir süre eve elma girmedi.

Zihni öğrencilik zamanlarına götürdü sonra. Artık düşünceleri ondan bağımsızdı. Üzerinde taşımaktan pek de memnun olmadığı okul üniforması vardı. Her ders elinde kurşun kalemi önünde çizgisiz not defteri resimler çiziyordu. Özellikle sınıftaki arkadaşlarını çizmeye bayılıyordu. Tüm sınıf arkadaşlarının resmi vardı. Bu defter de bir nevi aynaydı aslında. Herkesin tekrar tekrar var olduğu. Yeni giysilerle, yeni duygularla, yeni bakışlarla… Şimdi karşısındaki aynada gördüğü yüz de değişmişti. Saçında renkli tokalar, önünde bir tuval gibi kullandığı defter, elinde fıstık yeşili kurşun kalemiyle 8/A sınıfından Havva. Çocukluk aşkları, ergenliğin yaptırdığı aptallıklar, ailesine karşı başlattığı komik isyanlar hızlı hızlı geçti zihninin derinliklerinde.

Artık çocukluktan çıkmış genç bir kız olmuştu. Fotoğraflar çekiyordu. Doğa fotoğrafları çekerek başladı. Sonra başka başka şeylere çevirdi kamerasını. Eski olduğu için kıymet gören binalar, etrafındakileri yanında sönük bırakan arabalar, marjinal konseptlere sahip butik mağaza ve kafeler… Sonunda da yine insanlarda karar kıldı. İnsanların yansımalarına karşı farklı bir ilgisi vardı anlaşılan. Zamanla bu işi meslek olarak yapmaya başladı. Belli başlı şirketlerle çalışmaya başladı. Reklam filmlerinde ya da birtakım programlarda, spor müsabakalarında, sergilerde çekimlere gidiyordu. Karşısına oturduğu ayna artık onu şu an olduğu haline yakınlaştırıyordu. Kısa saçlı, deri ceketli gotik bir tarza sahipti. Sürekli metal müzikleri dinliyordu. Kendini hiç olmadığı kadar özgür hissediyordu.

Kadın olduğunu unutuyordu. Uğradığı mobbingler geldi aklına. Etrafındaki akbaba sürüsünü hatırladı. Tacize varan ilgi ve alaka onu yaptığı işten soğuyacak hâle getirmişti. Flörtleşmeyi bile beceremeyen bu yamyamlara yem olmamak için işini bıraktı. Kendini eve kapattı. Artık yalnızca kendi fotoğraflarını çekiyordu. Saatlerce kendi fotoğraflarını inceliyordu. Bunu ayna karşısında yapmaya başladı. Hangisi gerçekti? Aynadaki mi yoksa fotoğraftaki mi? Sonra düşündü. Aynı soruyu tekrar düşündü. Şu anda. Gerçek olan… Gerçek olan kendisiydi. Yansımalar yalnızca bir kandırmacaydı. Birden aynanın karşısında kendini gördü. Yeşil uzun elbisesi, halka küpeleri, geniş çerçeveli gözlüğü…

Aradan tam beş saat geçmişti. Zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmedi. Sonunda tekrar kendini görüyordu. Mucize gibiydi. Sevinçten içi içine sığmıyordu.

“Çok teşekkür ederim. Beni ne kadar sevindirdiğinizi tahmin bile edemezsiniz.”

“Rica ederim. Ödeme kartla mı olacak yoksa nakit mi?”

“Size en iyi hizmeti sunacağımızı söylemiştim. İnsanın kaybettiği bir şeyi bulması müthiş bir duygu.”

Çıkarken “Yansımanıza iyi bakın” diye bağırmam saçma mı oldu acaba. “Kendinize iyi bakın” çok klişe. Hem küçük bir kelime oyunu yapmış oldum. Umarım anlamıştır. Bugünlük bu kadar yeter. Eve erken gitmeliyim. Kaybedecek zamanım yok. Ondan sonra işin yoksa kayıp zamanı bulmaya çalış.

***

Bu sabah erken kalktım. Güneşin açısı beni zorla yataktan çıkardı. Yoksa rutinlerim arasına giren tavanı izleme seansımı bu sabah ihmal etmezdim. Gün sıcak. İnce keten bir gömlek günü kurtarır sanırım. Kahvaltımı yaparken hoparlörden sakin bir şarkı açıyorum. Ruhum dinginleşsin. Yalnız yaşamanın verdiği hazzı sonuna kadar yaşamak istiyorum. Bir sonraki hamlemi ben bile bilmeyeyim ve kimse yapacağım eylemlere müdahale etmesin. Yüksek ses müzik, ortadan sıkılmış diş macunu, beyazlarla renklilerin bir arada kardeşçe yaşadığı kirli sepeti…

Trafiksiz bir yolculuğun ardından büromdayım. Bilgisayarlarımı açtım, çayımı demledim. Yalnız üzerinde Melinoë baskısı olan kupamı bir türlü bulamıyorum. Boşuna dememişler “Mum dibine ışık vermez” diye. Kayıp Eşyalar Bürosu’nda bir bardağı bile bulamıyorum. Restoran işletip yemeği başka mekânda yiyen patronlar gibi hissediyorum. Ya da onlarca dava kazanıp kendi davası hakkında hiçbir şey yapamayan bir avukat gibi. İkincisi biraz zorlama bir örnek olmuş olabilir. Sonuç olarak kupam yok ve çayımı, sevmediğim çiçek desenli bardaktan içiyorum.

Kendi kendime konuştuğum pek de nadir olmayan anlardan birinde kapı açıldı ve içeriye kırklı yaşlarında saçlarına az da olsa aklar düşmüş bir adam girdi. Yaklaştıkça yüzündeki huzursuzluk da belirginleşiyordu. Ağır ama sağlam adımlarla dibime kadar yanaştı.

“Merhaba. Hoş geldiniz. Nasıl yardımcı olabilirim?”

“Merhaba. Ben çok kıymetli bir şeyimi kaybettim. Kaybettiğim günden bu yana ağır bir hastalığa yakalanmış gibiyim.”

Kıymetsiz bir şey için gelenine rastlamadım zaten. İnsanlar üzerinde aidiyet hissettikleri maddi manevi her şeye çok kıymet veriyorlar. Her şey onlar için çok değerli. Ya hatırası var, ya hediye ya da inanılmaz bir hikâyesi var. Hiçbir şey olduğu gibi değil. Hele bir de yok olunca daha da kıymete biniyor.

“Tam olarak neyi kaybettiniz beyefendi?”

Yere baktı. Gözlerini etrafta gezdirdi. Sanki kaybettiği şeyi şimdi yere düşürmüş de burada arıyor gibi. Bulamayınca tekrar karşısına baktı.

“Gölgemi.”

Daha önce denk gelmediğim bir vaka. Anlaşılan işim bu sefer zor. Demek o yüzden yere baktı. Hakikaten bürodaki bunca ışığa rağmen adamın gölgesi yok meydanda.

“Merak etmeyin beyefendi. Size en iyi hizmeti sunacağımızdan emin olabilirsiniz. Öncelikle size birkaç soru sormam gerekiyor.”

“Tabii ki. Buyurun.”

“Gölgenizi en son ne zaman gördünüz?”

“Bir ay kadar önce. Evde elektrikler kesildi. Ben küçükken evde elektrikler kesildiğinde annem hemen mum yakardı. Babam ve annemle birlikte ellerimizin gölgesinden değişik şekiller yapardık. Özellikle hayvan şekilleri. En büyük eğlencelerden biriydi bu benim için. Bazen elektriklerin kesilmesi için dua ederdim. O gün yine nostalji olsun diye bir mum yaktım. Mumun karşısında ellerimi tavşan olacak şekilde birleştirdim. Duvarda hiçbir şey görünmedi. Ellerimi mumun üzerinde salladım ama hiçbir şey çıkmadı. Başka bir mum yaktım. Yine aynı. İnternette denk geldiğim paranormal olaylar gibi bir durumun içine düştüğümü hissettim. Acayip ürktüm. Elektrikler gelince kendimi dışarı attım. Sokak lambalarının altında durdum. Yine gölgem yoktu.”

Adam epey bitkin görünüyor. Gölgesinden ziyade sağlığını kaybetmiş gibi. Bir insan neden gölgesinin peşine düşer ki. Yani ne gibi bir eksiklik hisseder? Sonuçta gölge dediğimiz şey ışık geçirmeyen bir varlığın yerde oluşturduğu karanlık değil mi? İnsan hayatına ne gibi bir katkısı olabilir ki? Bu çok şahsi bir merak ama sormadan duramayacağım.

“Beyefendi yanlış anlamazsanız şahsi bir soru sormak istiyorum.”

“Tabii ki, buyurun.”

“Gölgenizi bulmak sizin için neden önemli? Sonuçta gölgeler hayatımızda olumlu ya da olumsuz herhangi bir yere sahip değiller.”

Bu soru onu biraz kızdırmış olacak ki yüzüme sert bir bakış fırlattı. Sinir bozucu derecede sakin bir insan olduğum için bu bakışlar beni etkilemedi. Fakat o bendeki sakinlikten etkilendi ve kedini toparladı.

“Olmaz olur mu? Bir insan gölgesini nasıl kendinden ayrı düşünebilir? Benim nazarımda gölgeler et ve tırnak gibi ayrılmaz bir parça. Var olduğumun, yaşadığımın en güçlü kanıtlarından biri. Onlar bizim ruhumuzun karanlık tarafını yansıtıyorlar. Yolda yürürken ne zaman yere baksam ve onu görsem aydınlığın var olduğunu hatırlıyorum. Yüzümü gökyüzüne çevirip bugün de güneşin doğmuş olduğuna seviniyorum. Eğer gölge varsa ışık da vardır diyorum.”

“Sizce de biraz abartmıyor musunuz?”

“Asla. Gölgesini reddeden bir insan kendi parçasını, benliğini reddeder. Gölgelerin gözleri yoktur, bizi koruyan yumrukları yoktur belki ama tüm gerçekliğiyle vardır. Onların hücreleri bizim yenilgilerimizdir, elde edemediklerimizdir. Uğradığımız haksızlıklar dolaşır gölgelerimizin damarlarında. Ben her gün konuşurdum onunla. Durduğum yerde öylece beni bekler, ne anlatırsam anlatayım tepki vermeden dinlerdi. O benim yanımdaydı, ardımdaydı ve hatta zihnimdeydi. Gölgemin kaybolduğu günden beri gün ışığından kaçan vampirler gibiyim. Bir aydır dışarı çıkmadım. Evimin pencerelerine siyah kartonlar yapıştırdım. Bir ışık girer de gölgemin yokluğuyla karşılaşırım korkusuyla kendimi evime kapattım. Artık dayanamıyorum. Kendimi gölgem olmadan bir hiç gibi görüyorum.”

Daha önce gölgelere karşı böyle bir yaklaşım ne duydum ne gördüm. Fakat bu sefer yargılamayacağım. Dünyada bundan önce yargılanması ve yadırganması gereken çok şey var. Eşyalarıyla aşk yaşayan, olur olmadık şeyleri takıntı haline getiren milyonlarca insan var dünyada. Bu yüzden gölgeyle kurulan bağı anlayamasam da anlayış gösterebiliyorum.

“Sizi anlıyorum beyefendi. Daha önce bir gölge kaybıyla hiç karşılaşmadım ama bugüne kadar bulamadığımız hiçbir kayıp olmadı. Bu yüzden içiniz ferah olsun. Elimden geleni yapacağım. Yalnız kimliğinize ihtiyacım var.”

“Elbette.”

İnsan asıl kimliği olmadan bir hiç bence. Kimlikler varlığımızın en büyük delili. İsmimiz, kim olduğumuzu gösteren rakamlar, dünyaya geliş zamanımız… Benim için çok daha fazlası. İnsana ait her şeyi kimliklerde arıyorum ve her seferinde de buluyorum. Bana kimliğinizi gösterin size kim olduğunuzu söyleyeyim. Birkaç saatlik bir bekleyişin ardından gölgesiz beyefendinin gölgesi ekranda.

“Beyefendi gölgenize ulaştım fakat küçük bir problem var.”

“Problem mi? Ne problemi?”

“Gölgeniz sizin de belirttiğiniz gibi yaklaşık bir ay önce ortadan kaybolmuş. Şu anda bir kadının gölgesine âşık ve onun peşinden gidiyor.”

Şaşırmış görünüyor. Halbuki az önce gölgelerin hücrelerinden bahsediyordu. Âşık olmalarına şaşırmasına da ben şaşırdım doğrusu.

“Peki ne yapacağım şimdi?”

“İsterseniz adresi size verebilirim fakat bunun bir faydası olacağını düşünmüyorum. Gölgenizin tekrar sizinle olabilmesi için iki yol var. Ya bu kadınla gerçekten aşk yaşayıp evleneceksiniz ya da…”

“Evet?”

“Ya da bu kadının ölmesini bekleyeceksiniz. Böylece ortalıkta âşık olunacak bir gölge de kalmayacak. Sonuçta insanların bedeni karanlığa gömüldüğünde gölgelerin ömrü de sona erer.”

Aklı karıştı. Akıl bu, karışmaya mahkûm. Empati kurmaya çalıştım, sonra hemen vazgeçtim. Hiç tanımadığın bir insana âşık olmaya çalışmak ya da o hiç tanımadığın insanın ölümünü beklemek… Bonus olarak da gölgesiz yaşamak ama bu beyefendi için pek de mümkün değil. Ben adresi verip ödememi aldım. Bundan sonrası beni pek de ilgilendirmez. Yine de ne yapacağını düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Bence gidip kadınla tanışacak ve bir şekilde etkileyip evlenecek. Hem zaten kim kimi gerçekten severek evleniyor ki. Her ilişkinin içinde bir menfaat yok mu? Herkes aşktan ziyade bir şeylere ulaşma arzusuyla bir ilişkiye başlamıyor mu?  Bir ilişki de gölge için yaşansın çok mu?

Hava karardı. Havanın kararması beni oldum olası rahatsız eden bir durum. İçime bir huzursuzluk çöküyor. Sonuçta bir gün bitiyor ve elimde çok da bir şey olmuyor. Henüz mutluluk kotamı doldurduğumu düşünmüyorum. Yeterince gezdiğimi, yediğim yemekten gereken lezzeti aldığımı hissetmiyorum. Sanki bugün bir insanı daha tanımam gerekiyormuş da gün bittiği için denk gelememişiz gibi. Yarın sabah dünya yeniden kurulacak, kartlar tekrar dağıtılacak. Ben yine bir şeyleri kaçıracağım. Elimde değil ki. Memnuniyetsiz bir insanım ben. Her zaman olmadığım yerlerde olmam gerektiğini düşüneceğim. Her zaman olduğum kişiden şikâyet edeceğim.

Tavan yine çok kalabalık. Geçmişteki tüm yüzleşmeler, pişmanlıklar, aldanışlar karşımda. Oysa bütün evi komple boyatalı daha bir ay olmadı. Bazen aklım firar edip gitsin istiyorum. Eğer her gece ve her sabah bana böyle işkence edecekse yok olmasını tercih ederim. Ne de olsa ihtiyaç duyduğumda kolayca bulabilirim.

Yarın sabah yine erkenden uyanacağım. Tavandaki geçmişi seyredip bir çırpıda kalkacağım ve takım elbisemi giyinip bir bürokrat gibi evden çıkacağım. Büromun çelik kapısını açıp masamın başına geçeceğim. Bir müddet sonra genç bir kız gelecek belki de. Bana ruhunu kaybettiğini ve ruhu olmadan yaşayamayacağını söyleyecek. Ben her zamanki sakinliğimle onu rahatlatmaya çalışacağım. Sonra zihnimden bu kızın arkadaşlarıyla gecenin bir yarısı ruh çağırma girişiminde bulunup bulunmadığını düşüneceğim. Ona insan ruhunun derinliklerine dair bilgiler vereceğim. Art arda sorular sıralayacağım sonra. Tek tek sorularımı cevaplarken panikleyip heyecanlanacak. Ve sonra en muhteşem soruyu soracağım ona.

“Kimliğinizi alabilir miyim hanımefendi?”

edebiyathaber.net (30 Temmuz 2024)

Yorum yapın