İnsanların hikayesini dinlemeyi, tanımadığım insanlarla konuşmayı çok severim. Daha da sevdiğim bir şey var. Eşyalar; başkalarının eşyaları. İflah olmaz bir eskiciyim. Bir eski dolap, onu seven ellerde bir asır yaşayabilir. Benimki o dolabın çekmecesine süzülmüş, rafında asılı kalmış yaşanmışlığı bir yerinden yakalama arzusu. Eskiler alır, eskiler satarım bit pazarında. Ama eski dediysem her eskiye değildir merakım. Dede yadigarlarını sadece güzel bir paraya satmak ve zengin olmak için gelenlerle işim olmaz. Ece ajandasına yazılmış bir günlüğü, cebinden yarım paket sigara çıkan ceketi, öğretmen not defterlerini, tüm ailenin mutlulukla gülümsediği aile fotoğraflarını, yazarı tarafından imzalı kitapları severim. Tıpkı insanlar gibi hikayesi olan eşyalar ile ilişki kurabilirim.
Cumartesinin gecesini pazara bağlayan sabahlar, gün ağarmadan gelir açarım tezgahımı her zamanki yerde. Yan tezgah komşum, oyuncaklar, ilginç malzemeler getirir. Benim tezgahıma tezat düzensiz ve çok karışık olur tezgahı. Çok değerli parçalar ile çer çöp aynı tezgahta olduğundan, tezgaha gelenlerin gözünü iyi açması gerekir. Diğer yanımdaki tezgah ise bir hafta saat, bir hafta ayakkabı dolu olur. Başka çarşı ve pazar yerlerinde olduğu gibi bit pazarındaki satıcılar yalnız buranın esnafı değildir. Çalıntı olduğu için elden çıkarılması gereken eşyaları da burada satanlar olur. 1950’lerin İstanbul’unda her şey güllük gülistanlık değildir, ama zarafet hep asıl olandır. Çoğu zaman ölçülü bir şıklıkla öğrenciler, tiyatro oyuncuları, koleksiyonerler ziyaret ederler tezgahlarımızı. Müşterisi de tezgahçısı gibi sohbet etmeyi sever bit pazarının.
Bunaltıcı sıcakların henüz gelmediği, soğuk dağların envai çiçekle buluştuğu, ılık pembe bir mayıs sabahı daha tezgahı yeni açmıştım. Üzerine de bir keyif sigarası yakmıştım ki onu gördüm. İhtiyar; bastonunu, sessizliği ile birlikte bana çevirmiş, öylece duruyordu karşımda. İtalyan kesimli, gabardin kumaştan yapılmış toprak rengi bir takım elbise vardı üzerinde. Ceketinin sol üstünde bulunan minik bir cepte işlemeli beyaz bir mendil. Buraya kadar her şey normaldi. Fakat adamın gözlerindeki gölge, görünenin arkasında gizlenen bir şeylerin olduğunu fısıldar gibiydi bana. Kimse bilmese, anlamasa da burada önemli bir iş yaptığıma inanıyordum. Sessizliklerin içinden, eskimiş, tozlu, yorgun anıların günyüzüne çıkmasını seviyordum. Orada oldukları halde, görünmeyen acıların kokusunu iyi alıyordum.
‘Oğlum, ne duruyorsun orada? Bey Amca ile bize iki çay kap gel.’ dedim bizim pazarın tüyü bitmemiş çaycı çırağına. ‘Buyur Bey Amca’cım, ayakta kalmayın. Şu iskemleye oturun lütfen. Ne baktıysanız, ne aradıysanız yardımcı olmaktan memnuniyet duyarım.’ Düşlemekten vazgeçmiş bir insanın gözlerinde yer bulan bir ufak ışıltı ile onayladı beni. Sakince geldi oturdu yanıma. Yine aynı sakinlikle konuştu: ‘Çayı boşverin, nezaketiniz için teşekkür ederim.’ Kurşuni renkteki melon şapkasını çıkarıp, tezgahın kenarına iliştirdi.
Efendim ben bir rüya gördüm. Hatırladığım ne varsa gözlerimin önünde kül oldu. Karımın inerken dokunduğu merdiven trabzanları, sırtımızı yaslayıp oturduğumuz koltuk, evdeki ayak izlerimiz, etrafında oturup gülüştüğümüz baba yadigarı masamız. Bir benim soluk benizli bedenim çıktı o yangından. Bir de birkaç parka eşyamız. Bir ay hastanede yattım. O acının, o kaybın üzerine inanılabiliyor musunuz yürüdüm, acıktım, su içtim. Bir kaç kez de belli belirsiz gülümsedim her sabah odama gelip, tüm huysuzluklarıma rağmen benimle ilgilenen hemşireye. Uyandım. Sonra yine uyudum, uyandım. Gördüklerim bir rüya değilmiş anladım.
‘Ah Bey Amca’cım, kaybınız için çok üzüldüm. Ne acı, ne ızdırap dolmuşsunuz.’ diyebildim çaresizce. İçimden gelen ağlama hissini yutkunarak yok saydım.
O yangından bir ben, bir de bir kaç parça eşya kaldı geriye. Bir iki mutfak eşyası, bir kilim, üzerimdeki takım bir de. Nikahımızda giydiğim takım bu. Bir keresinde, kıyafetlerin içine konulan sert, adeta minik bir köpeğin teni ısırır hissi veren etiketlerin beni huzursuz ettiğini söylemiştim. Aynı gün, sırf ben huzursuz olmayayım, rahat edeyim diye dolapta ne var ne yok çıkarmış, kesmiş tüm etiketleri. Bu yangın hem hayattaki en değerli varlığım karımı, hem ona ait olan tüm hatıraları aldı benden.
Sonra geriye sardı söylediği cümleyi.
Bir rüya gördüm ben. Bir defterimiz vardı. İkimizin. Bazen söze dökemediğimiz kelimeleri, sevdiğimiz şiirleri yazardık birbirimize. Yalnız biz görür, biz okurduk. Bazen Behçet Kemal Çağlar’dan, bazen Cahit Sıtkı’dan, kimi zaman Ömer Hayyam’dan.
Tüm bunları karşısındaki bir yabancıya anlatmanın verdiği utançla belki, hafif bir pembelik yayıldı yüzüne. Bense sadece dikkatle dinliyordum onu.
İşte o defter, kimine göre bir defter, bana göre bir ömür. Onu arıyorum. Yangın sonrası evi yağmalamış semtin hırsızları. Bir kaç ziynet eşyası ile birlikte bir kutudaydı bahsi geçen defter. Ziynetler para eder, satmışlardır birilerine. Lakin defter öyle değil. Duydum ki bu tür eşyalara değer veren insanlar da varmış. Başkalarının çöp diye atacağı eşyalara, para verir alırlarmış. Bu tezgahlarda ararlarmış başkalarının eskimişlerini. Biraz sordum, soruşturdum, sizi söylediler. Bilse bilse Fehmi Bey bilir dediler.
Omzumda ciddi bir yük hissettim o an. Eskimiş eşyaları severim ama, yaşanmışlığa değer veren insanları daha bir severim ben. Eğer o defter, Bey Amca’nın söylediği gibi bit pazarına düştüyse, ne yapıp edip bulmalıydım o defteri.
Bey Amca’cım o işi bende bilin siz. Hiç tasalanmayın. Bahsettiğiniz defter eğer bizim pazara düştüyse, ne yapıp edip bulup, ulaştıracağım size onu. Siz haftaya yine gelin bana e mi?
Şapkasını tezgahtan alıp, bastonundan aldığı destekle doğruldu. Gözleri yıldız yıldız dalgalandı sanki.
Sağol, var ol oğlum. Küçük, safran rengi bir kapağı var. İlk sayfasında da Ömer Hayyam’dan bir dörtlük var onun eli ile yazılmış. Selametle kal.
O hafta işi gücü bıraktım, defteri sordum herkese, her yere. Yoktu. Tam ümidim kırılmış, bulamayacağıma kanaat getirmiştim ki eski bir arkadaştan bir haber geldi Cuma günü. İstanbul’a yakın, Karadeniz kıyısında küçük bir sahil kasabasında kurulan bir bit pazarı vardı. Orada tezgah açardı bu eski arkadaşım. O pazarda, bir başka tezgaha gelmiş bir defter. İçinde de yazılar, şiirler varmış. Neden bilmem aradığımız defterin o olduğuna inanmak istedim. ‘Tamam. Kimseye vermeyin, satmayın. Pazar gelip alacağız dedim.’
İki gün sonra Bey Amca geldi pazara. Durumu anlattım. ‘Belki o, belki değil, ama gidip bakalım derim Bey Amca. Ben de pederin eski bir arabası var. Atlar gideriz. Şunun şurasında bir saatlik yol. Oysa alır geliriz, değilse bir çay ısmarlarım sana orada. Ama yine vazgeçmeyiz aramaktan.’ dedim. ‘Bunu nasıl heyecanla beklediğimi bilemezsiniz. Oysa da değilse de minnetar kalırım size. Bedelini de öderim mutlaka. Hemen gidelim müsaitseniz, vakit kaybetmeyelim.’ dedi. İki yabancı arabaya binip yola çıktık. Yıkıldı yıkılacak yolların, köprülerin üzerinden geçtik bir tren yolunu takip ederek. Çok yaklaşmıştık kasabaya. Bey Amca yol buyunca suskundu. Ama her hareketinden bir kıpırtı yayılıyordu ortalığa. Sabırsız kıpırdanışları, sonu gelmeyen bir bekleyişin ve umudun kıpırtısıydı. Arkadaşım heyecanla karşıladı bizi pazarda. Konuşmasına fırsat bile vermeden defteri istedi Bey Amca. Eline alınca da dizlerinin üzerine çöküp sessizce ağladı. Bir ruhun, bir aşkın hayal bile edilemez derinliklerine dalmıştım ben de. Dönüş yolumuzda umut kıpırtısı büyük bir suskunluğa bıraktı yerini. Bense büyük bir saadet içindeydim. Deftere ulaşmıştık. Yüzünü geçmişe dönmüş defteri bulmuştuk. İçimdeki çoşku ile ayağımı daha da bastırdım gaz pedalına. Hızlı bir bahar yağmuru geçti üzerimizden. İşte ne olduysa o anda oldu. Tam keskin virajı alırken arabanın tekerliği bir anda ıslak yol zemininde kaydı. Aynı anda direksiyonun avuçlarımın içindeki hakimiyetini kaybettim. Araç yalpalamaya başladı. Arabanın önü sağa doğru döndü. Var gücümle direksiyonu çevirdim. Yolun sağındaki yaşlı çınara çarptım arabayı şiddetle. Dizlerim, ellerim tir titriyor, kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. ‘Verilmiş sadakamız varmış.’ diyerek baktığımda Bey Amca’ya solgun benzinin daha beyaza kaçtığını, nefes almadığını gördüm. Hemen nabzını kontrol ettim, atmıyordu. Aklıma kalp masajı yapmak geldi, ama nasıl yapılır bilmiyordum. Gözlerindeki boş bakış, atmayan kalbi ile başbaşaydım Bey Amca’nın. Telaşeye kapıldım. Köprünün sağına çektim arabayı. Bir daha baktım nabzına, kalbine. Yoktu, hiçbir hayati belirtisi yoktu. Derin bir nefes alıp, bir karar verdim. Yorgun bedenini olanca gücümle kucaklayıp, köprünün altındaki kumsala indirdim. Sırtını duvara, yüzünü mehtapa çevirdim. Cüzdanını cebinden çıkarıp, yaktım. Arkama bir daha dönmeden, yolumu seçtim. Arabanın kontağını hızla çevirip, kaçarak uzaklaştım oradan. Şehre gelince arabayı sahile çektim. Yan yana çakılı banklardan birine oturdum. Arabanın zemininde bulduğum defteri açtım. Ömer Hayyam’dan bir dörtlük vardı sararmış sayfada. Şöyle yazıyordu:
‘Sevgili, seninle ben bir pergel gibiyiz.
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende,
Er geç baş başa verecek değil miyiz?’
Ertesi gün gazetede okudum haberini. Sahilde yürüyen yaşlı bir çift bulmuş Bey Amca’nın soğuk bedenini. Üzerinde kimliğine dair hiçbirşey çıkmamış. Meçhul ölüm diye atmışlar haberin manşetini. Sadece pantalonun cebinin iç astarına sıkışmış bir not bulmuşlar. Farsça ‘Tamam Shud’ yazan bir not. Meali ‘bitti, son’ demekmiş. Ömer Hayyam’ın rubaiyatından bir alıntı olduğu yazıyordu gazetede. Anlamını da şöyle yazmışlar haberde: ‘Kişinin hayatını sonuna kadar yaşaması ve hayatının sona erdiğine pişman olmaması.’
Melon kurşuni şapkayı ve bastonu yan tezgahtaki Hakkı’ya verdim. Çalıntı şapka satıyordu tezgahta o hafta. ‘İyi misin Fehmi? Rengin, benzin atmış.’ dedi merakla. Tezgahtaki aynada gördüm yansımamı. Tek cümle edecek bir gerçeğin altında kalmıştım. O cümleyi söyleyemeye mi, yaşamaya mı cesaretim yoktu bilemedim. Oturdum hıçkıra hıçkıra ağladım bahar yağmurunda.
edebiyathaber.net (9 Şubat 2021)