Gece
“Hay Allah belalarını versin!”
Arabasının üstünde kuş pislikleri. Ön camda en azından otuz tane leke. Kahkaha atacağım, çekiniyorum. İki kaşının ortasında yine o çizgi. Böyleyken bulaşmamak daha iyi.
“Olacak şey değil.”
Kırmızı dudaklarımdaki ince gülümsemeyi engelleyemiyorum.
“Allah’ın sopası yok.”
“Sopa değil ki bu, başka bir şey.”
“Neymiş?”
“Balyoz.”
Kapıyı bu sefer kendim açtım, oturdum. Emniyet kemerimi bağlamamı söyledi. Aksi takdirde sinyal mi ötüyor, diye sordum. Hayır, o kadar yeni modellere parası yetmiyormuş.
“E ben zaten…”
Devamını getirmedim, sormadı. Caddeler boş. Müziği de açmadı, sessiz sakin gidiyoruz. Direksiyonu sımsıkı kavramış. Hayalinde kargaların boğazına yapışmış olabilir.
“Önümü göremiyorum ki! Topluca sıçmış hayvanlar.”
Ben yeterince görebiliyorum, diyemedim.
“Arabayı ağacın altına park etmiştin, değil mi?”
“Evet, ne var bunda?”
“Bir daha yapmazsın, olur biter.”
*
Bu akşam rakıya çıktık. Çilingir sofrası. Maksat laf lafı açsın, duvarlar aradan kalksın. Ne kadarı mümkünse. İkinci dubleye geçmiştik, o zaman sordu.
“Dışarıdan sinirli mi duruyorum ben?”
Kadehime buz koydum, yudumladım.
“Sinirli değil de soğuk nevale diyelim.”
“Sabahları öyleyimdir herhalde.”
“Yok, genel olarak öylesin.”
“Hadi ya!”
Güldü. İçten. Bazen oluyor böyle. Beklenmedik bir yakınlık esintisi. O anlarda ısınıveriyorum.
“Eh, o yüzden alkol alıyorum işte.”
En yakın arkadaşımı düşündüm. Yakın zamanda İrlanda’ya gitti. Biranın dibine vuracakmış. İyi yapar çünkü başka türlü gevşeyemiyor. Kollarını hep önünde kavuşturur. Sanki biri ona saldıracak. Öyleyken bağ kurduk, yetmedi, birbirimizin psikologdan beter sırdaşı haline geldik. Yine alkol sayesinde. Sarhoş hallerine tanık olmasam asla arkadaşlık etmezdim ama şimdi gurbete yolladığım için canım sıkkın. Şehirde koca bir boşluk.
“Elimde değil. Sürüyle şeyi takıyorum kafama.”
“Neyi mesela?”
Ailenin sorumluluklarını. Baba intihar edince İngiltere’den dönmüş. Ailenin işini devralmak ve annesini yalnız bırakmamak için. Evin büyük erkeği olarak.
“Yapamadım tabii ki. Sürekli eşyalarımın yerini değiştiriyordu.”
Erkek kardeşini sordum. Hâlâ öğrenci olduğu için Londra’da düzenine devam ediyormuş.
“O kendine baksın, başka şey istemiyoruz. Fazla rahat, hiç sorumluluk sahibi değil. Sinir ediyor beni. Çok dikkatsiz. Yazın geldi, arabayı alıp tatile gitti. Kaportaya kuşlar pislemiş, duruyor öyle. Tam dokuz tane. İnanabiliyor musun, dokuz leke. Temizlememiş.
O, rakısını yudumlarken ben sağ kaşımı havaya kaldırmış olmalıyım, kadehi masaya çarptı.
“Arabanın boyası çıkıyor sonra!”
*
Evinin önüne park etti, indik. Şükür, sarhoşuz. Apartman kapısı, dört beş basamak merdiven, asansör, kim sarıldı, hangimiz öptü, anahtar, çizmemi ne ara çıkardım, montumu yere atabiliriz sorun yok, sen devam et…
“Buzdolabında rakı var, ister misin?”
Kahkahayı bastım.
“Gerek yok.”
Gömleğinin düğmeleri, ve benimkinin, salona mı geçiyoruz, koltuğa, müzik açmak nereden aklına geldi şimdi, techno bir şeyler, saçlarında Head and Shoulders kokusu, parmaklarımı gezdiriyorum, hayret, yumuşaklar.
“Ben bir duble daha içeceğim, tam olmadım.”
Sabah
“Ellerimi rahat bırakır mısın? Sana dokunmak istiyorum.”
Bunu azıcık ters söylemiş olabilirim. Gece boyunca defalarca aynı şey. İki bileğimi arkamdan tutup kavrıyor. Adamın dokunulmazlığı var. Çıplakken bile yaklaştırmıyor. Sanki azıcık sıcak davransa hayatına çörekleneceğim.
“Kahve ister misin?”
“Filtre mi?”
“Nasıl istersen.”
“Olur, öyle isterim.”
Yataktan kalkıp mutfağa geçti. Ben de salona. Televizyon açık kalmış. YouTube’da rastgele klipler dönüyor. Sehpada kitaplar üst üste. Kimi epey kalın. Okuyabildiğini sanmam. Odaklanamadığını söylemişti. Sürekli bir şeyleri takarken ve her gece alkole sığınırken zor.
“Şeker alıyor musun?”
İçeriden bağırdı.
“A, yok. Teşekkür ederim.”
Musluk açıldı. Suyun sesi arada kesiliyor. Bulaşık yıkıyor olabilir. Koltuğun ucuna iliştim, ne var ne yok diye bakıyorum. Genellikle programlama, yazılım, ekonomi ekseninde. Kafam dün geceye gitti. Neden poker oynadığını sormuştum.
“Hayır, orada kesinlikle sürpriz yok. Biliyorsun, sayısal zekam hayli kuvvetli. Ekran başında oynayınca sosyal sıkıntılar da olmuyor. Sayıları aklımda tutuyorum, ihtimalleri hesaplıyorum. Böyleyken her şey kontrolüm altında. Aylardır hiç kaybetmedim.”
Çok önceleri bir ara ilişkilerden konuşuyorduk. Yalnızlığı tercih ederim, demişti, böylesi daha az sürprizli. Şaşırmıştım. Ben şimdiye dek hayatın sürprizlerine açık olmak için bağlanma sorunu yaşadım.
“Buyur. Umarım çok sert olmamıştır.”
Kupayı aldım. İçemeyeceğim kadar sıcak, avuçlarımı ısıtmak için tutuyorum. Odaya geçip giyindi, benim kıyafetlerimi de getirmiş. Acelem yok. Ekrana bakıyorum. Diğer koltuğa oturdu. Elinde telefon.
“Ben arkadaşla buluşacağım. Seni evine bırakırım.”
Bugün Bozkırkurdu’nu tekrar okumayı düşünüyordum ama şu anda canım hiç istemiyor. Filiz’in işi yoktu. Onu arayabilirim. Kesin gelir.
“Parka bıraksan daha iyi.”
Öğlen
“Bak sen! O kontrol manyağı bile ciddi ciddi basıp İrlanda’ya gitti ha!”
“Epeydir düşünüyordu da annesi kanser oldu o arada. Kadın iyileşince durmadı daha fazla.”
“Çok düşüncelidir beyimiz. Hep derim, gereğinden fazla.”
O kontrol manyağına eskiden âşıktı. Üzerinden on yıl geçti ama belli ki kuyruk acısı hâlâ yerinde.
“Senin onunla nasıl arkadaşlık ettiğini de hiç anlamadım. Adam düpedüz tuhaf.”
Ben değil miyim, demedim. Filiz’in gözünde nasıl bir kadın olduğumu tam olarak anlayamıyorum ama onun kafasındaki imajım benim gerçeğimle epey alakasız, bundan eminim. Yine de bozmuyorum. Sırf açıklamaya üşendiğim için. “Bakma. Kendi dünyasında yaşar ama iyidir. Tek mesele, işte, duvarları fazla kalın.”
“Aman, neyse ne.”
Sustuk. Hava güzel. Pastırma sıcağı. O da geceden kalmaymış. Starbucks kahvelerimizi piknik sandalyelerimizde yudumluyoruz. Başımda hafif ağrı. Çağırdığıma ufaktan pişmanım. Yalnız kalasım varmış. Ya da o bile yok, sadece kendimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Ne eve ne dışarıya.
“Eeee anlatsana, vardır sende yeni maceralar.”
*
Geceyi anlatasım yok. Ağzımdan laf alırdı, imdadıma telefonu yetişti. Arayan yurtdışındaki sevgilisi. Sandalyesini alıp uzaklaştı. Canıma minnet. Karton bardağın pipetini çıkardım, elimde evirip çevirirken gelip geçeni izliyorum.
Var mı bende yeni maceralar…
Akşam evliler hakkında konuşuyorduk. Çaktırmadan aldatmak kaçamaktır, demiştim, macera sayılmaz. Macera evi tamamen terk etmektir, etrafında dolanmak değil. Güvenli alanı itinayla koruyarak başkalarıyla olmak yalnız kalmayı göze alamayan korkakların işidir. Ama ben, ama biz, dürüstler, cesurlar, her şeyi sorgulayanlar, kalıpları kıranlar, bağlamayanlar, bağlanmayanlar, elli metrekarelik alana altmış yıllık rock’n roll sığdırabileceğini sananlar, kendi yolunda olanlar, biz yalnızlıktan korkmayız ama…
*
“Bir erkek sana yaklaşmaya çalıştığında ne yaparsınız?”
Psikoloğun sorusuydu. Kahkaha atmıştım.
“Of, mümkünse fazla yaklaşmasınlar, afakanlar basıyor. İlgilerini azıcık belli etsinler, yeter. İstiyorsam ben direkt söylerim zaten, hiç kasamam.”
“Yaklaştıklarında ne yaparsınız diye sormuştum.”
Yine o kahkaham.
“Manevra.”
Kemik gözlüğünü işaret parmağıyla yukarı itmişti.
“Eh, bu pek de sürprizlere açık bir tavra benzemiyor.”
*
Sonraki seansta sordu.
“Gelene ‘dur’, durana ‘gel’ demenin neresi hayatı akışına bırakmak?”
Eski erkek arkadaşımı hatırladım. Öpüşürken elim sürekli göğsündeydi. Fazla yaklaşma! Sarılmamı istiyordu. Bazen de planımdan programımdan feragat etmemi.
“Sevgilim, bunu sormak saçma, biliyorum ama doğru söyle, kitapların mı ben mi?”
Geçen sene adamın birinin yemek teklifini “Kusura bakma, hafta sonu Lady Chatterley’in Sevgilisi’ni okuma planım var” diye geri çevirmiştim ve samimiydim. Tekrar aramadı.
Bunları da anlattım.
“Şu son bahsettiğiniz adam. Onun aşırı kontrolcü olduğunu söylemiştiniz, değil mi?”
“Evet.”
“Aile sorumluluklarından dolayı şehre geri döndüğünü.”
“Evet.”
“Sizin şehri terk edememe sebebinize benziyor.”
“Ve en önemlisi, ilişkiye kapalı.”
“Net.”
“O halde kendinizi yakın hissetmeniz doğal. Hem sizden bir şey beklemeyecektir. Düzeninizi bozmaz.”
“Yani, evet, herhalde.”
“Peki, madem hayattan istediğiniz bu, neden benimle görüşüyorsunuz?”
*
“Filiz, sana bir şey soracağım.”
Kafasını telefondan kaldırdı, yine ne yumurtlayacağımı merak ediyor.
“Diyelim ki önemli bir davete katılacaksın. Giyindin, süslendin, saçın başın yapılı, taksi bekliyorsun. Bir ağacın altında. İşe bak, tepende karga varmış, pat pat, kafana sıçıyor. Böyle tam saçının ayrımına. Acelen de var. Ne yaparsın? Önce kuaföre mi gidersin yoksa piyangocu mu ararsın?”
Bu sefer o kahkaha attı.
“Soru mu bu? Yemişim daveti. Tabii piyango çekerim. Zengin olmak var işin ucunda. Sen kuaföre mi gidersin yoksa?”
Cevap vermedim, ekranına döndü. Kuaföre gidecek olmayı kendime yediremiyorum. Tüm o hiçbir şeyi kafaya takmayan estim akıllı kadın imajımdan sonra. Beni yanlış tanıdığı için ona kızamam. Şimdiye dek aldığım sürüyle anlaşılmaz karara tanık oldu. Hep aynı açıklamayı yaptım.
“Hayatın sürprizlerine açık olmak lazım şekerim. Nereden ne çıkacağı belli olmaz.”
Kılı kırk, yüz kırk, iki yüz kırk yardıktan sonra yorgun düşüp en saçma hareketi yaptığımı söylemedim. Ama, evet, arabama sıçarlarsa umursamam da planımı bozamam, geç kalamam. Hem piyangodan ikramiye çıkma ihtimali çok düşük, davetse beni önümde hazır bekliyor. Üstelik para çıksa onunla ne yapmam gerektiğini düşünmek zorunda kalacağım. Belki yanlış yatırım yaparım, “çalışmam gerekmese” dediğim hiçbir şeyin üstesinden gelemezsem bahanem kalmaz, çevremdekilerin benden beklentisi artar, işin gücün arkasına sığınamam ve daha bir sürü tantana. Uğraş dur.
Ancak, belki, fazla düşünmenin canıma tak dediği anlardaysam…
“Peki, bütün sürprizler kötü müdür?”
Yine kahkaha attı.
“Bunu sen mi soruyorsun Allah aşkına?”
Güldüm. İçten. “Ben asla piyango çekmem” diyecektim, sustum. Gerek yok.
edebiyathaber.net (27 Nisan 2023)