Mesai bitmiş, hastanedeki odamdan çıkmak üzereydim. Çalan telefon kapıdan döndürdü beni.
“Alo, ben cildiye kliniğinden Doktor Hamdullah. Hocam, bir hâkim albay akrabam baltayla parmağını kesmiş size getirebilir miyiz?”
Acil servise uğrayıp vakit kaybetmemelerini söyledim.Yerime oturup beyaz önlüğümü giydim. Oyalanırken de nasıl bir parmağın gelebileceğini düşünmeye başladım. Nöbetçi hekimi bilgilendirdim, belli ki bizi, uzun bir gece bekliyordu. Muayenehaneme telefon edip randevuları iptal ettirdim.
Yaklaşık yarım saat sonra hasta, arkasında salkım halinde bir insan kalabalığıyla odama geldi. Yaralı, Elmadağ’daki evinde bağ, bostan işleriyle uğraşırken ağaç kesmeyi becerememişti. Özensiz giysilerine, kaba saba ellerine bakılırsa hukukçudan çok bir rençpere benziyordu. Sarı toprağın, bozkırın insanı olduğu belliydi. Adı söylenince hemen tanıdım; resmi elbisesi içindeki heybetli görünüşünden eser kalmamış, emekli olmuş, geçen zaman içinde en az iki beden küçülmüştü.
Bakışları kaygılıydı. Acıyla bir kat daha artan yüzündeki kırışıklıklar güneş yanığı derisinde derin ve karmaşık çizgiler halinde değişerek akıp gidiyordu. O, hâlâ kapıda hüviyet soran nöbetçiye küfrediyordu.
Hastayı odamın arka tarafındaki bölmede muayene masasına yatırıp yaralı parmağı açmaya başladım. Kanama durdurulmuş, başparmak orta bölümden sadece bir deri parçası tutacak şekilde kesilmiş arkaya sarkmıştı. Dramatik bir görünüştü. Hasta sakinleşsin diye diyalog kurmaya çalışıyordum. O ise beyaz önlügümün yakasındaki isimlikten adımı, soyadımı okumuş, bir soru sorma telaşına kapılmıştı. Kesik parçayı koparmadan temizlerken yerine koyma şansının çok olduğunu görüp rahatladım.
Camdan batmak üzere olan güneşin son ışıkları odaya doluyor, muayene masası ve pansuman arabası dışında ancak birkaç kişinin sığacağı büyüklükteki odada zorunlu bir yakınlık oluşuyordu. Asistan arkadaşım bana yardım ederken Hamdullah duvara dayanmış suskun, kararımızı bekliyordu.
Değişik fakültelerden gelen tüm askeri ögrenciler aynı yurtta kaldığı için ağabey-kardeş ilişkisi gelenektendi. Bu nedenle hastama hep Ali Ağabey, diye hitap ediyordum. Erken geldiği için bu işi düzeltebileceğimizi anlatma çabası içindeydim.
Sırt üstü yatıp elini bana teslim ettiğinde Ali Ağabey rahatlamıştı. “ Yahu bu soyadı bana hiç yabancı gelmiyor, daha önce hiç karşılaştık mı?” diye soruverdi.
“ Ben sizi tanıyorum ama siz beni tanımazsınız, ” deyip, işi geçiştirmeye çalıştım.
“ De hele nerden tanıyorsun?”
“Boş ver ağabey, kırk sene geçti üzerinden, yetmişli yıllar, hatırlamazsınız.”
Sorunun yanıtı cami avlusunda meyhane muhabbetine döneceği için kaçamak sözcüklerle konuyu kapatmaya çalıştım. Ama o, başuna gelebilecek uzun bir ameliyat sürecini yumuşatmak için benimle tanış çıkmayı istercesine sorularını yineleyince;
“Ben Cemal’in abisiyim,” dedim.
Ali Ağabey bir an durdu. “ Hangi Cemal?” dedi.
Epey zaman geçmiş olsa da ailece çektiğimiz acılar, annemin günlerce pencere kenarında Sıkıyönetime verdiği dilekçelere gelmeyecek cevapları bekleyip uğunarak oturuşu, Yıldırım Bölge, Mamak ziyaretleri, her ziyaret sonucu kardeşimin nasıl eriyip gittiğini görüp kahroluşumuz, babamın sık sık kalp spazmı geçirerek hastanelerde sabahlayışımız,film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Avukatımızın başta “hiçbir eyleme karışmamış sadece dernek denetleme kurulunda adı var” deyip bir ayda çıkacağını söylediği halde sonradan Anayasayı ihlal iddianamesi bizi hepten perişan etti. ODTÜ’ ye makine mühendisi olmak için giren kardeşim hapisten af yasası ile hasta olarak iki sene sonra çıkmış belediyede işçi olabilmişti. Derin sulardan çabuk çıktım. Zaten Hipokrat çoktan gelip oturmuştu yüreğime.
Ali Ağabey bir süre sessiz kaldı. Bu sırada söylediklerimi birbirine yapıştırıp bir resim çıkarmaya çalışıyor, belleğinin dolambaçlı koridorlarında eşeleniyor olmalıydı. Kaybolmuş bir zaman diliminden görüntüleri hatırlayıp eksik parçaları çıkartamadı. Kaşlarını çattı.
Kesi hattındaki doku kaybını değerlendirip yapacağım ameliyatın güçlük derecesini düşünüyordum ki ağzımdan çıkıverdi.
“Dev-Genç davası”, kardeşimin idamının istendiği davaydı bu.
Halt ettik ki ne ettik!
Bir anda yüzü alev topuna dönen Ali Ağabey gözlerini fal taşı gibi açtı, göz bebeklerindeki ışığın feri söndü, ne yapacağını bilemedi. Doğrulup oturdu. Beklenmeyen bir cevvallikle hızla pansuman setini toplayarak bir gazlı bez alıp parmağını sardı:
“ Koparın bunu, yarayı kapatın ben gideyim,” dedi.Hopladı, muayene masasından indi. Can havliyle kapıya yürüdü. Dışarıda bekleyenlerin önünde durdu.“Hadi Hamdullah, gidelim de sen sar bunu”, dedi.
Bir kaç saniye önce o şoktaydı, şimdi ben. Şaşırdım. Yardımcım ve Doktor Hamdullah birer soru işaretine döndüler. Ne olmuştu? Kimdi bu Cemal? Niye Ali Ağabey henüz yakalanmış bir av hayvanı gibi solumaktaydı?
“Lütfen”le başlayarak şu anda onun hasta, benim hekim olduğumu söyledim. Kardeşimin yargılandığı mahkemede onun savcı olup siyasal suçtan dolayı idamının istenmiş olmasında suçu bulunmadığını anlattım. Bunun ortamın getirdiği bir durum olduğunu, bu tür olumsuzlukların geride kaldığını söylediysem de Ali Ağabey başı önünde, günahıymış gibi gördüğü kesik parmakla gitmekte ısrarlıydı. Yanında gelenler de; hani su birikintisine basmadan bir saniye önce suyu görürsünüz ama yapacak bir şey yoktur ya, öyle kalakaldılar.
Panik halindeki kaçma arzusunu gidermek için önce isteğini kabul edip bu kesik yerin kapatılması için bir ameliyathane koşulu gerektiğini anlatıp yatmaya ikna etmeyi başardım. Yatırdık. Hala tedirgin. Duyduğu eziklikle baş edemeyeceğinin farkında.
Ameliyathanenin ve ekibin mikro cerrahiye göre hazırlanmasını söyleyip odama geçtim. Kulaklarımda Ali Ağabeyin sesi yankılanıyordu: “ Yahu biz nereye geldik?.”
Hemşire odama gelip de ameliyathanenin hazır olduğunu söyleyince saate baktım hasta geleli bir saat olmuştu. Geçen zamanın farkında değildim, geçmişe dalıp gitmiştim. Sakin adımlarla girdim koğuşuna. Tek kişilik odaya alınmıştı, yakınları duvara dayanmış sessiz bekliyorlardı. Ali Ağabeyin eli askıdaydı, karşısında sabit bir noktaya bakıyordu. Yüzü gergin, sırt üstü yatıyordu. Yatağına yaklaşırken dostlarının tedirgin bakışları üzerimdeydi. Yattığı yerden gün batımında sisli, kirli bir Ankara manzarası görünüyordu.
“Ali Ağabey” dedim, duymamış mıydı, “ağabey” dedim, yine. Sesimdeki sakin tınıda geçmişin üstünü kapatan bir şeyler vardı. O da hissetmişti bunu. Usulca bana döndü. Parmağının yarasına teslim olmaya başlamıştı. Yakınları ayakta, bizi izliyorlardı
Baştan başlayıp elinin durumunu anlattım. Sol el olsa da başparmağın ne kadar önemli olduğunu ve bunu bizim kolaylıkla yerine koyabileceğimizi, fonksiyonlarını tam olarak yapabileceğini, bir başka hastanede bu kadar deneyimli bir ekip bulamayacağını anlattım. O da “kaderin gözü kör olsun” bakışlarıyla sakin sakin dinledi. Diğer konuya hiç girmedim. Başından beri yanından ayrılmayan Hamdullah’ın da çabası ile Ali Ağabeyi ameliyata razı ettik. Ne de olsa söz konusu olan bir elin yüzde kırk fonksiyonu olan başparmakta. Öfkeli öfkeli bakıp “Oooof, of” çekerek sırtını bana dönmesi olaya şerbeti eksik baklava havası verdiyse de görmezden geldim.
Ameliyatta bir sorun çıkmadı. Ertesi sabah, parmak hakkında bilgi alıp odasına gittim. Yastık üstündeki elinde yerine konan parmağına mahcup/kırgın bakmaya çalışıyor, içindeki “ya tutmazsa” korkusunu diri tutuyordu. Anıların insanın içini acıttığı yaşlara gelmiş olmalıydı. Ali Ağabeyin yattığı beş- altı günlük süre içinde kardeşimle ilgili konuyu bir daha açmadık. İkimiz arasında hüzünlü bir sırdı bu. Yapılan ameliyatın başarısını da sahiplenir görünmedim.
Kontrollere, ilkin kısa, mahcup gülümsemelerle geldi. Sonra tebessümleri içten ve dost canlısı bir hal aldı. Göğsüne atılan düğüm çözülmüş gibiydi. Pansumana geldiğinde, kanamayan ama sızlayan eski bir yara gibi baktı parmağına.
Aradan geçen seneler duyguların yoğunluğunu dağıtmış, olaylar anı olarak kalmıştı. Sonra onunla dost olduk. “Aynı kavağın kaşığıyız” diyerek yüz çizgilerinden öte derinliklerde çizgi oluşmaması için de çalıştım. Annem, babam ve üç kardeşte yeterince derinlikteydi bu dert çizgileri. Sonraları Ali Ağabeyin bu olayı yeri geldikçe dostları ile paylaştığını işittim.
Onu en son, Çocuk Mahkemeleri Başkanlığı yapan dayımın cenazesinde gördüm. Hukuk Fakültesi’nden sınıf arkadaşıydı. Sormadan söyledim : “Dayım”, yüzündeki acı bir kat daha arttı. Bu gerçeği biz biliyorduk ama ona söylememiştik.
Yenen golü çıkartma şansı yoktu, maç bitmişti!
Günahlarda zaman aşımı da yoktu!
“ Bazen ardımızda bıraktığımız yanımızda yürümeye devam eder,” diye mırıldandı.
Son görüşüm oldu.
Ali Hünerli’nin bir kalp krizi sonucu vefat ettiğini sonradan ögrendim. Cemal’i de bir kalp krizi nedeni ile birkaç ay önce toprağa verdik. Hiç karşılaşmadılar. Ben her ikisinin de birbirine en ufak bir sitem veya kin duyduğuna şahit olmadım. Adları geçince başlarını sallayıp gülerlerdi. Birbirlerine yeterince yakın yeterince uzaktılar. Kardeşimin yalnız yaşadığı evde kitaplarını toplarken epey eski olduğu anlaşılan yeni yıl kartı gözüme ilişti. Aslında gelen postayı saklamayan Cemal bunu ne diye saklamıştı?
Kartın arkasında, “Sevgili Cemal, yeni yılını kutlar sağlıklı günler dilerim,” temennisinden sonra;
“Kalkın ey ehli vatan dediler,
Kalktık.
O puştlar oturdu biz ayakta kaldık.”
Gözlerinden öperim.
Ali Hünerli
Parmak yazıyordu lakin geçmişin yazısını değiştiremiyordu.
Dünkü güneş bu günün çamaşırını kurutamıyordu.
Naki Selmanpakoğlu kimdir?
1945 doğumlu. 1969’da A.Ü.Tıp Fakültesi’ni bitirip askeri hekim olarak 2000 tarihine kadar çalıştı. Nurullah Ataç üzerine yaptığı çalışması kitapçık olarak Atatürkçü Düşünce Derneği’nin süreli yayınları arasında dergi eki olarak yayımlandı.
edebiyathaber.net (21 Mayıs 2019)