Sevgili Rüya,
Aklından geçenleri biliyorum. Ne kadar yalnız ve bu dünyaya yabancı hissettiğini. Büyümek de biraz yalnızlaşmak ve yabancılaşmak sanırım. Büyüyorsun Rüya. Bu senin seçimin değil, ama dünya öyle istiyor ve büyüyorsun. En çok annene kızıyorsun. Seni onsuz bıraktığından çok, büyümek zorunda bıraktığı için. Neden o adamla gitti? Neden kızını ardında bıraktı? Bunların cevabını hiçbir zaman bilemeyeceksin. Ve bir süre sonra sormayı da bırakacaksın. “Zaten beni hiç sevmemiş.” diyebilmek için, geçmişe ipuçları ekleyeceksin. Ama annen seni çok sevdi, bunu içten içe hep bildin. İstese giderdin onunla beraber, ama istemedi. Keşke isteseydi.
Yok saymak büyüklere mahsus, sen daha öğrenmedin. O yüzden sürekli anneni soruyordun. Anneannen duymuyordu hiçbir sorunu. Duysa cevap verirdi. Hastalandı sandın. Anneannen bir anda babaannen oldu. O da bıraktı kendi kızını, babanın annesi oldu. Baban seninle anlamadığın konuşmalar yaptı, konuşurken rakı ve sigara kokuyordu. Annenin gözlerini daha yeşil, saçlarını daha sarı yapan yeşil kadife elbiseyi aradın, bulamadın. Elbiseyi senden çok mu sevdi de elbise onunla gitti, sen kaldın? Gardıroba bakıp ağladığını gören anneannen kalan giysileri de topladı doldurdu bir torbaya, akşam giderken yanında götürdü. Ertesi gün büfedeki fotoğrafları da kaldırınca güzel annen hepten gitti evinizden. Yine de annenin değdiği her şeyi bulamadı anneannen. Annenin sana ördüğü sarı kazağı dolabın en dibine sakladın. Gündüzleri mutfak balkonunda sigara içtiğini, içerken de büfedeki mor küllüğü kullandığını senden başka kimse bilmediğinden, küllük yerinde kaldı. Annenin uzanınca bacaklarına örttüğü ufak, rengarenk battaniye de, örneğini Hayriye Teyze’den alıp ördüğü kırmızı kırlent takımıyla duruyordu salonun baş köşesinde. Ama annenden uzak kaldıkça evin kahverengisi hepsine bulaştı, soldular.
Cevabını bilmediğin tüm soruları, ilkin okuldakiler düşürdü aklına. Aslında okula kendin gidip gelirdin. Ama annen gittikten sonra, sabahları baban bırakıp çıkışta anneannen almaya geldi seni. Baban sokağın başında durup okula girmeni bekliyordu. Seni beklediğinden emin değildin, başka bir şeyi bekliyor gibiydi. Anneannen de hep yere bakıyordu sanki, kaçırırcasına tutuyordu elini.
Bütün komşu teyzeler, annecilik oynadı seninle. Okula giderken Hayriye Teyze topladı saçını. Sizin kapı açılınca bir düzenek varmışçasına onunki de açılıyordu. Bazen yaptığı poğaçalardan da verirdi yanına. Poğaça verdiği zamanlar biraz gülümserdi. Ama poğaçalar hep dereotluydu. Annense poğaçayı maydanozlu yapardı. Hayriye Teyze sana üzüntü ile bakmasın diye dereotunu sevmemene rağmen poğaçaları yerdin.
Duyulmayan sorular, rakı kokusu ve dereotlu poğaça ile geçti zaman. Babanla beraber gazete almaya gitmiyordunuz artık, zaten bir şey okuduğu da yoktu. İşten gelince seni “canım kızım” diye kucaklamadan bir sandalye gibi parçası olduğu masaya oturuyordu. Sorular sormayı bıraktın, çünkü anneannen iyileşemedi bir türlü. Burnun babanın kokusuna alıştı. Dereotlu poğaçayı sever oldun. Karneler alındı. Güzel yazı notun dörtten beşe çıktı o dönem. Yazına bakınca hala aynıydı, ne oldu da düzeldi anlamadın.
Yazın halanın yanına gönderdiler seni. Oradayken eskisi gibi hissettin. Kimse anneni sormadı, sabah saçını toplamak için komşu teyzeye ihtiyaç kalmadı ve halanın patatesli böreği çok güzeldi. Kendi kızına ne alıyorsa, sana da aldı. Kendi kızına sarılmadığı kadar, sana sarıldı. O sarıldıkça balçığa gömüldü cevapsız sorular. Soruları unutmak istiyordun artık. Ama baban haftada bir aradıkça yüzeye çıkıyordu sorular. Bahaneler yaratmayı o haftalık aramalarda öğrendin. Karnın ağrıyordu ya da ödevin vardı. Aramaların arası açıldı.
Babanı da en az annen kadar özlüyordun. Eski babanı özlüyordun, annen gitmeden evvelki. Annen gitmeden önce soranlara “Babamın kızıyım.” diyordun. Belki de baban annenle beraber gitti. Babanın yerine dışı aynı, içi başka birini koydular. Bir süre sonra dışı da başkalaştı. Sanki giderek küçüldü, dişleri ve bıyıkları sarardı. Parlak kahverengi saçları vardı, parlamaz oldu. Annenin değdiği herkes o gidince birden hastalandı sanki. Halbuki coşkulu şiirler okurdu baban, susmadan heyecanla anlatırdı her şeyi. Ama annen gidince sustu.
Yaz tatili biterken “Baban geliyor.” dediler. Seni almaya geliyor sandın, üzüldün. Bahanelerin işe yaramayacağını kabullendin. Halandan ilk kez kendiliğinden patatesli börek istedin. Dereotlu poğaçadan sonra bile ağzında hep o böreğin tadı kalsın diye kusana kadar yedin. Kusunca babanın annen gittikten sonraki kokusu gibi bir tat kaldı ağzında. Baban geliyor diye öyle oldu ve bu tat hiç gitmeyecek sandın.
Baban sabah erken geldi. Dışarı çıktınız. Ama bavulunu almadı beraberinizde. Önce parka gittiniz, sonra pastaneye. Halanın tembihine rağmen sana dondurma aldı. Afiyetle yedin dondurmanı, ağzındaki tat gider gibi oldu. Pembeyi en üste koymalarına rağmen en sona bıraktın. Pembe de bitince, baban onunla gitmek isteyip istemediğini sordu. Seni ne kadar çok sevdiğini söyledi. Aslında gitmeyi kabullenmiş ve sana seçim şansı verileceğini düşünmemiştin. Şaşırdın önce, sonra gitmek zorunda olmadığına sevindin. Babana baktın, eskisi gibi bakıyordu. Bir an annesiz evine dönmek istedin. Ama ağzına kustuktan sonraki o tat geldi birden.
“Gelmeyeceğim, burada çok mutluyum.” dedin. Mutlu olduğunu babanı rahatlatmak için mi, acıtmak için mi söylediğini bilmiyordun. Omuzları düştü babanın. Parktaki gibi olmayan, başka bir gülücük kondurdu suratına. Üzüldün babana, sarılmak istedin ve hatta onu mutlu etmek için onunla eve dönmek. Ağzına yine o tat gelir diye sustun.
Halanlara döndünüz. Seni odana yollayıp, konuştular. Sonra baban geldi ve hiç sarılmadığı gibi sarıldı sana. Az önce onun gidişini izledin. İçin acıyor. Çoktan pişman oldun “Kalıyorum” dediğine. Belki baban gelse, halanlarda beraber yaşasanız, o da düzelirdi.
Babanın gidişiyle kalbinin bir odasını unutmak istediklerini koyup kapatıyorsun. Bir süre o odanın varlığını unutacaksın. Sonra yeni mutsuzluklar kalbinde yer edince, onları da o odaya kaldırmaya başlayacaksın. Yirmi yaşına gelmeden dolup taşacak oda. İçeriye girip mutsuzluklarını tasnif etmeye bile yer kalmayacak. Mutsuzluklar gelecek ve odadaki yığının en üstüne yerleşecek. Kapıyı her açtığında arkasındakilerin ağırlığını hisseder olacaksın. Kötü notların, tutunamadığın okullar, anneanneni uğurlamaya gelen annenden kaçışın, giremediğin üniversite, sevmeyi bilemediğin Kenan, başı masaya düşen baban… Hepsi yığılacak kapı önüne. Sonra bir gün elinde ufak bir mutsuzlukla kapıyı açmaya çalışırken, içeride ne kadar mutsuzluk varsa üzerine devrilecek. Soluk alamayacaksın, uzuvlarını hissedemeyecek…
Bir hastaneye götürecekler seni. Testler yapılacak ama bir şey bulunamayacak. Çünkü mutsuzluk odan, hiçbir testte görünmeyecek. Üzerinde bir ton mutsuzlukla yatacaksın, sesin çıkmadan, kıpırdamadan. Kurtulmak istememenin rahatlığıyla, iyice yerleşeceksin yerine. Sonra bir doktor gelecek ve kalbindeki odayı hissedecek. Seni başka bir bölüme sevk edecekler. Aynı doktor her gün gelip seninle konuşacak. Doktorun azmi galip gelecek, dinlemeye başlayacaksın. Ve sonra da anlatmaya. Anlattıkça yükler azalacak. Bazıları kendiliğinden silinecek, bazılarını beraberce çıkaracaksınız odadan.
Odada en son taşınamaz mutsuzluklar kalacak. Önce onları annenin gidişi sanacaksın. Onu affedecek, hatta anlayacaksın. En azından anladığını sanacaksın. Ama yükler eksilmeyecek, cisim kazanıp, babana dönüşecek. Ağzına o korkunç tat dolacak. Senelerdir o tadın öylece kalabilmiş olmasına şaşacaksın. Ve o tat sana hatırlatacak affedemediğinin, seni terk eden annen değil; annen gibi babanı terk eden sen olduğunu.
Bu mektubu seninle barışmak için yazıyorum. Senin kendinle barışman için. Kimse acıları unutmayı, mutlu olmayı seçti diye küçük bir çocuğu suçlayamaz. Sen de suçlama. Kendini o odaya kapatma. Gel barışalım artık seninle. Dereotunu görünce düğümlenmesin boğazımız, rakı kokulu sokaklardan kaçmayalım, en ufak mutlulukta bu sefer kimi kaybedeceğim diye korkarak yaşamayalım. Saklanmayalım Rüya, yaşayalım. Mutsuzluk emanetçisi bir kilere dönüşmesin kalbimiz.
Rüya
edebiyathaber.net (3 Ekim 2023)