
Neredeyse iki yılımı doldurmak üzereyim burada. İlk gelişimden bir gece önce internette haritalara bakarak verdiğim kararla başladı bu ilçeye taşınmamın hikâyesi. Bazı durumlarda dürtüsel olduğumu gizleyemem. Kafama koyduğum her şeyi o anda saplantılı bir şekilde yaptığım anlaşılmasın bu cümleden. Zaten buraya gelmemin başlangıçta dürtüsellikle de ilgisi yoktu. İçsel dürtüler beni rahatsız etse de onları bastırmada başarılıyımdır. Bu dış odaklıysa, işim o kadar kolay olmuyor. O şey giderek büyür büyür, bütün ağırlığı ile ruhuma yerleşir, döner durur orada, iter dürter ev sahibi olan beni. Asıl sorun zamansız kira artışını geri çevirmem olmasına rağmen, ev sahibimin bir süredir eften püften bir neden öne sürerek boşaltmamı istediği evden ayrılma zamanımın geldiğine o zaman karar vermiştim. Beni her görüşte, her aklına gelişte telefonla hatırlatmasına gerek yoktu. Bu evde daha uzun yaşayamayacağımı anladığımdan beri bu gerçek kendini bana rahatsız edici bir şekilde sürekli hatırlatıyordu zaten. Dış odaktan güç kazanan iç sesimi kısmanın bir yolunu hiçbir zaman bulamadım. Belki de yaşamaktan hoşlanmadığım, fakat taşınmayı birkaç nedenle sürekli ertelediğim bu evden çıkmanın zamanı geldi diye düşündüm. Bu yaklaşım ev sahibinin tehdit edici üslubunu dengeledi ruhumda, daha az incitici hale getirdi. Ve birazdan daha detaylı anlatacağım gibi, il merkezinden kalkıp en ücra ilçesine taşınmamla sonuçlandı süreç. Şu an yaşadığım bu evin de taşındığım son ev olmayacağı dışında hâlâ birçok belirsizlik sürüp gidiyor hayatımda.
On yıldır sürüyor bir evden diğerine göçüp durmam. En temel gerçeğim bu. İki bavulum var, birinde taşınma kolaylığı için sayılarını azalttığım kitaplar, diğerinde giysilerim. Giysilerim de tek bavula sığıyor artık; emekli olduğumdan iş, sosyal hayat gibi giysi dolabımın dolu olmasını gerektiren durumlar geride kaldı. Taşınmak bu nedenle, bir evden diğerine gitmek anlamında zahmetli gelmiyor kulağa. Ne var ki taşınma, uygun bir ev bulma, ev sahibi, komisyoncu, sözleşme, aboneliklerin devri falan gibi konuları içerdiğinden, gözümde her seferinde giderek daha fazla büyüyor. Eşyalı 1+1 olma gerekliliği seçeneklerimi bir hayli daralttığından, anlaşılacağı üzere sonuçta, daralan sadece seçeneklerim olmuyor. Taşınma evrelerinde ben de daralıyor, derinden yaşlandığımı hissediyorum. Evin, eşyaların kirliliği, yıpranmış koltuklar, yayları kırılmış yatak, bozulmuş tesisat, tavandan sarkan ampulü eksik, bağlantısı kopuk işgörmez aydınlatma, duvardan fırlamış prizler, duvarlara çakılmış çiviler, sökülmüş çivilerden arta kalan delikler kabusum oluyor.
Ah, bir de koku! Benden önceki yaşanmışlık kokusu. Kokulara çok hassasım. Sigara tiryakisi bir kiracının boşalttığı eve taşınmıştım bir seferinde. Tutmadan önce evi gezerken fark ettiğim ağır kokuyu iyi bir temizleme işlemiyle defedeceğimi düşündüm. Yanılmışım. Kış ortası taşındığım apartman dairesinin balkon kapısını uzun süre açık tuttum. Koltuklar, yastıklar, yatak, perdeler, yerdeki kilime nasıl sindiyse artık, o nikotin kokusu uzun süre midemi ağzıma getirdi, baş ağrıları yaşadım, genzim yandı eve her adım atışımda. İki üç ay sonra köreldi koku duyum, bana yabancılaştı. Kokuya uyum sağladım. Oysa evin içinde duruyormuş, hiçbir yere gitmemiş meğer. Giden benmişim, beni benden almış. Ara ara uğrayan dostlarımın ilk yakındığı şey olurdu inatçı koku.
Yaşlanmayla bozulan kan dolaşımının kolay üşüttüğü ayaklarım, kış aylarında yeterince ısıtılamayan evlerde çok zorladı beni. Isınmayan kireçlenmiş kemikler, sıvısını kaybetmiş eklemlerim bende geçmişe dönük pişmanlıklara dair hatırlatıcılar gibi çalıştı son on yıldır. Kışların her geçen yıl daha kısa, ılıman; yazların uzun, sıcak olması artık bende bir şikayet konusu oluşturmuyor. Denize ulaşılabilir uzaklıktaysanız, sıcakların getirdiği bunaltıcı uyuşukluğu dengelemenin birçok yolu var. İşte iki yıl önce bu taraflara gelmemin bir nedeni de bu.
Bir akşam taşınmanın ertelenemeyeceği gerçeği, erteleyemeyeceğim şekilde kendini hissettirince, bir süredir kendiliğinden oluşan zihnimdeki listeyi birkaç kez evirip çevirdim kararlı bir ciddiyetle. İlin en ücra, medyada en az yer alan ilçesi olmasını dikkate alarak, başta ev kiraları, geçinme giderleri olmak üzere birkaç bakımdan görece daha uygun olabileceği sonucuna vardım nedense. Kahveye gittiğimde içeceğim çayın, lokantada bir tas çorbanın kaç para olduğu da önemliydi. Bunu öğrenmenin tek yolu da gidip görmekti.
Ertesi sabah erkenden kalktım. Kısa bir kahvaltıdan sonra, sırt çantama acıktığımda atıştırmak üzere birkaç elma, bisküvi, su koydum. İndirimli yaşlı seyahat kartımla önce beni büyük bir limanı, rafinerisi olan ilçeye götürecek banliyö trenine bindim. Sık seferleriyle düzenli işleyen hatta kayarcasına giden trende ilk kez görüyormuşçasına pencereden geçtiğimiz yerlere baktım durdum. Uzun, kısa bütün yolculuklarda her daim yanımda bulundurduğum kitap, dergi, gazete gibi nesnelere bu kez elim gitmedi, canım okumak istemedi. İşte yaklaşan yeni bir taşınma süreci daha. Bu kez o güne kadar yaşadığım şehirden uzak bir ilçesine gitmeyi planlıyordum. Bu ön yolculuk, bilmediğim neyi öğrenmemi sağlayacaktı? Neyi arıyordum aslında ben? Kollarını açmış biri beklemiyordu ki beni! Ah, ne çok isterdim bunu. Davet ne sıcak, ne içten bir kelime değil mi? En azından bir karşılanışı içeriyor. Oysa beni karşılayan biri olmayacaktı orada.
Yolculuğun ilk bölümü bittiğinde, trenin yanaştığı son istasyondan çıkınca ilk karşıma çıkana, gideceğim ilçenin belediye otobüslerinin kalkacağı durağı sordum. Çoğunlukla yaşlıların oluşturduğu uzun bir otobüs sırasıyla karşılaştım. Ayaktaki yaşlıların dengelerini sağlamakta zorlandığı tıka basa dolu otobüs hareket ettikten sonra, uzun süre kıyı şeridine paralel karayolunda kuzeye doğru yol aldık. Yol boyu önceden adlarını duyduğum ama hiç gelmediğim tenha tatil beldelerini geçerken, sahiplerinin kapatıp gittiği, yaz geldiğinde tekrar yaşanır bir hâl alacak yazlıklar, gözümü ayıramadığım otobüs penceresinin önünden akan görüntünün baskın unsurlarıydı.. Sahiplerini, o yazlıkçı aileleri düşündüm ister istemez. Yaz ve kış onlar için kalın çizgilerle ayrılmış zaman parçaları olmalıydı; kim bilir belki o iki mevsim kendi anlamlarını farklı bir doluluğu içeren kelimelere dönüştürmekteydi o tanımadığım hayatlarda. Belki benim zihnimde böyleydi, onlar için sıradandı yaz ve kış. Otobüs sağa sapınca, birden denizden uzaklaştık. Tekrar deniz göründüğünde, yanımda ayakta duran yorgun orta yaşlı kadına gideceğim yere ne kadar kaldığını sordum. Yolda olmanın, ayakta yolculuk etmenin yorgunluğu şöyle dursun, ilk kez göreceğim ilçenin heyecanıyla canlıydım. Az kaldı, dedi. On beş, bilemedin yirmi dakika.
Ilıman şubat ayının o güneşli gün ortasında, yokuş aşağı inen otobüsün geniş ön camından pürüzsüz, geniş maviliği gördüm. Burası, burası olmalı, dedim kendime. Birkaç dakika sonra şaha kalkmış atın üstünde komutan Atatürk heykelini görünce, ilçe merkezine geldiğimi anladım. Bastığım düğme, şoför mahallinde herkesin görebileceği yükseltideki ışıklı duracak yazısını yaktı.
Yolun karşısına geçtim, meydanı boydan boya hayranlıkla uzun uzun bakınarak yürüdüm, tanıdığım nesneleri bile ilk kez görürcesine. Canlı bir görünüm vardı sahilde. Kıyıda yürüyüş yapanlar, sahil kahvelerinde oturanlar, çocuklarını gezdiren, bebek arabalarını süren genç anneler. Kışın ortasında ılık, güneşli bulutsuz bir göğün altında balıkçı kahvesinde çay içip sohbet eden her yaştan insanın arasında boş bir masaya oturdum. Bunu bir tür sıcak karşılanış gibi hissettim. İçimde bir sevinç dalgası yayıldı.
Çayımı içtikten sonra, işlek caddede sıralanmış emlakçıların ilanlarına bakarak kiralar hakkında fikir edinmek için otobüsten indiğim yere döndüm. Birkaçının kapısından kafamı uzatıp pencerelere astıkları dikdörtgen kağıtlarda özellikleri yazılı birkaç evin kiralarını sordum. Emekli aylığımdan kira, bir de üniversite öğrencisi oğluma gönderdiğim miktarı çıkardıktan sonra kalanın beni bir ay geçindirme yeterliliğini kabaca hesapladım kafamda. Kirasında bir şey yaparız, dediği evi görmeye gittik emlakçının arkasına bindiğim motoruyla. Yaban otlarının kapladığı kendine ait bahçesi, kiralık yazısına rağmen evin uzun zamandır boş kaldığının sözsüz anlatımıydı. Hiç önemsemedim. Zihnim bahçeyi nasıl güzelleştireceğine çoktan girişmişti bile. İçeriyi de bir gör, dedi. Giriş bölümündeki odanın bahçeye bakan duvarlarının sıvaları diz boyunca nemden dökülmüştü. Ev sahibinin anne babası yıllarca burayı yazlık olarak kullanmış. Onlar ölünce, çocuklar eşyaların üzerini çarşafla örtüp, panjurları indirmiş, kendi hayatlarına dönmüşler. İlgilenemedikleri evi bakımlı tutmak için, gelir de getireceğini göz önünde tutarak kiraya vermenin iyi fikir olduğuna karar vermiş iki kardeş.
Her mevsimi iki defa yaşadım orada bu iki yıl içinde. Kısa bir kış, upuzun yaz. Ara mevsimlerin olmadığı bir iklim. Mayıs ortasından kasım başına kadar denize girdim. Yüzmeyi öğrenince, denizi daha çok sevdim. Kitaplar okudum. Uzun yaz geceleri palmiyelerin altında türküler söyledik topluca, sarhoşluğu kararında ev yapımı içkiler içtik. Kışın hırçın dalgaların dövdüğü uzun kordon boyunda yalnız yürüyüşler yaptım. Şiddetli soğuklarda kütüphanenin sıcak ortamına sığındım. Alınganlıklarımın arttığı zamanlar oldu. Bazen küstüm insanlara. Yeniden arkadaşlar edindim. Ortak paydaları çoğaltmak için sevmediğim şeyleri anlamaya, rıza sınırlarımı genişletmeye çaba gösterdim. Aslında her şey daha güzel olacakken, o eksik parça yok mu o eksik parça, hayatın kalitesini düşürüyor, hatta kimi zamanlar ağzımın tadını kaçırıyordu. Bu boşluğu kendisi dışında başka bir şeyle telafi etmenin yolunu bir türlü bulamadım.
Ta ki önceki hafta bir yazı grubunun varlığını öğrenene kadar. Bu inanılmaz tesadüf, bana verilen numarasından, internet grubunu oluşturan yöneticiye ulaşmamı sağladı. Gruba eklendim. Böylece bu yaşıma kadar oluşmuş ihtiyaçlar merdiveninde temel bir yaşam basamağını temsil eden edebiyat sevgimi okuyarak, yazarak, paylaşarak tatmin edebilecektim. İnsanlarla edebiyat üzerinden kurduğum iletişim beni besliyor, yabancılaşmadan koruyor. Bu hep böyle oldu. Doyurulan ihtiyacın insanı yaşam sevinciyle doldurması, hayata sımsıkı bağlaması ne kadar değerli!
Kısa bir paragrafla okuma, yazma geçmişimi yazdım grubun platformuna. Bir iki kişi, hoş geldin, dedi. Onay ifadesi olan bir kırmızı kalbin, iki tane de başparmağı kalkık mavi elin sembolik resmi kondu tanıtma yazımın altına. Hepsi bu. Otuzdan fazla üyenin olduğu grupta çoğunluğun sessizliği, grup yöneticisinin kararına direnç, bana yönelik açık bir karşı çıkış mıydı, anlayamamıştım. Farklı bir işleyişin uyumunu bozmak istemediğimi söyleyerek hayal kırıklığı, öfke karışımı bir duyguyla ayrıldım aynı gün.
Bir saat sonra yönetici bana yazdığı mesajda özür dileyerek, reddedilmemin söz konusu olmadığını söyledi. Kırılan gururumun özürle bir ölçüde tamiri, gruba dönmemi kolaylaştırdı. Adı yazı kulübü olmasına rağmen birkaç yıldır her hafta perşembe günleri on ikide deniz gören bir kafede toplanıp, önceden belirlenen hikâye üstüne konuşuyorlarmış. J M Coetzee okumanın psikanaliz, yazmanın da kendi kendine yapılan ruhsal hesaplaşma olduğunu söyler. Bu inançla toplantıya katılacağım günü sabırsızlıkla beklemeye başladım.
Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi kitabının aynı adlı hikâyesini gelecek hafta için belirlediklerini duyurdular. Bunu öğrenir öğrenmez, hemen yolunu tuttuğum kütüphane rafında kitaba rastlamak büyük bir keşif hazzı verdi bana. Kitabın ilk hikâyesi olan ödevimiz kısa bir metindi. Doğrusu yazarın söylediklerinde anlaşılmayacak bir şey yok gibi görünüyordu. Ne var ki anlamlı kavrayışın yolunu açmadı düz okumadan anladıklarım. Aslında anlattığından çok daha farklı, çok daha fazla şeyler söylemek isteyen, ne var ki kendini frenleyen, gizleyen, eksilten bir anlatıcının ürkek sesini duyuyordum okurken. Kitapla ilgili internette arama yaptım. Ulaşabildiğim dergi ve blog yazılarını okudum. Akıl kuyuma bölük pörçük anlam parçacıkları düşmeye başlasa da zihnim berraklaşacağına daha çok bulandı. Dibi görünmez ürkütücü bir karasu oldu metin her okuyuşta. Derin, ağır akan kara bir su. Cesaretim kırıldı. Korktum. Ortalamanın üstünde bir okur olduğuma dair güçlü inancın verdiği güven bir anda sarsıldı.
Bu yaşlarda yaptığımız sık hastane ziyaretlerinden birinin toplantı gününe rastladığını nasıl olup da gözden kaçırdığımı söyleyerek, iple çektiğim buluşmaya gitmemeyi düşündüm. Bunun iyi fikir olmadığına karar verdim hemen sonra. Kısa bir süre önce okuduğum Geoff Dyer’in Bir Hışımla romanı aklıma geldi. D H Lawrence üzerine araştırma yazmağa çalışan yazarın bu çabasının, bir süre sonra nasıl yapamadığının hikâyesine dönüşmesi ilham vericiydi. Toplantıya gitsem, nasıl anlayamadığımı anlatsam, n’olurdu ki! Bunun savunma mekanizmamın ilk toplantıda dikkat çekme çabası olup olmadığını sorguladım. Akıllı yanım, Geoff Dyer hilesiyle beni tuzağına mı düşürüyordu? Hatta beni onunla dolaylı kıyaslama cüreti değil miydi bu? Utandım.
Edebiyat buluşmamızın olduğu günün sabahı kısa bir yolculuktan sonra indim büyükşehir otobüsünden. Eskiden belde olan, şimdi ise yaşadığım ilçenin mahallesine döşüşen, yazlıkçıların çoğunlukta olduğu yerleşim yerindeki bir kafedeydi toplantımız. Yirmi dakika sonra başlayacak toplantı için adımlarımı sıklaştırırken, insan olarak kendi anlaşılmazlığıma sessizce güldüm. Sonra fısıltıyla bir dua gibi teşekkür ettim edebiyata, hayata, herkese, her şeye.. Ve Bilge Karasu, Coetzee ve Geoff Dyer’dan beni bağışlamalarını diledim.
edebiyathaber.net (28 Ocak 2025)