Yalnız yaşamayı pek çok insan beceremez. Sıkılır. Oysa insan pekâlâ kendi kendine yeter. Azıcık çaba gösteren herkes tek başına eşsiz, biricik bir yaşam sürebilir. Kimsenin rızasını almadan, kimseye muhtaç kalmadan, dilediği şekilde yaşayabilir. Evet, dilediği şekilde!
Sözgelimi benim şu kısacık ömrümde arzu edip de adım atamayacağım mahalle, girip çıkamayacağım dükkân, tanışamayacağım kimse yoktur. Acıktı isem, kabak çiçeği dolması için Gümüşlük’e, pağacı için Tokat’a, lakerda için Beyoğlu’na giderim. Aklıma estiğinde Karadeniz’i balıkçı takaları ile kıyıdan dolaşır, kuzeye trenle çıkıp Sibirya’ mujiklerle sohbet ederim. Amsterdam sokaklarını bisikletle arşınlar, sıkılınca İstanbul’dan yürüye yürüye Kahire’ye oradan da ta Kyota’ya varırım. Muiz Caddesi’nde rastlaştığım köçek ile en sevdiği renk hakkında; Gyon semtinde geyşalarla Maiko dansı üzerine hararetli bir tartışmaya girişirim.
Benim ünlü bir iş adamı, gazeteci yahut bir casus olduğumu düşündünüz değil mi? Hiçbiri değil. Aslına bakarsanız meteliğe kurşun atarım. Dilim dönmez, kibrit çöpü bile satamam. Ellerim iş tutmaz, duvar bile öremem. Tek mesleğim hayalperestlik!
Aman yüzünüzü buruşturup “hayalperestlik işte,” deyip geçmeyin, yaman uğraştır. Elini eteğini her işten çekmeyi gerektirir. Dış dünya ile ilişkinizi tamamen keseceksiniz. Sizi çağıran oldu mu duymayacak, evde kimse varsa görmeyeceksiniz. Burada duracak, bambaşka yerlerde olacaksınız. Bir de bu yolculukta kendinizden başka kimseyi yoldaş edinmeyeceksiniz. Kısacası yalnız olacaksınız.
Yalnızlık demek, kişinin en yakın dostunun ve ezeli düşmanının yine kendisi olması demek. Kendisi ile eğlenmesi, dövüşmesi, yeri geldiğinde dertleşmesi, yeri geldiğinde teselli bulması demek.
Eh, “yalnızlık zor zanaat” demiş şair. Oysa ben gitgide alıştım yalnızlığıma. Yalnızlığımın değerini gün geçtikçe daha fazla biliyorum. Oysa şimdiye kadar hiçbir şeyin değerini bilmedim. Özellikle çevremdekilerin, arkadaşlarımın… Hoş, doğru düzgün arkadaşım da olmadı ya. Eğer günün birinde bir hayat arkadaşım olursa onunla bir şey konuşabilir miyim, bir hayatı paylaşabilir miyim, doğrusu çok şüpheliyim!
***
Siz şimdi bana dönüp “madem yalnızlığı sen seçtin, o halde mutlu mesut yaşamaya devam et”, diyeceksiniz biliyorum. Oysa yalnızlığı ben bilinçli olarak seçmedim. Yalnızlığa mecbur bırakıldım. İnsanları sevmiyor muyum sanıyorsunuz? Bayılırım yeni yüzler tanımaya, kahvehanelere, berber salonlarına girip çıkmaya! Pis yedili, elli bir, domino masalarına az oturmadım, zenginin, dulun, gurbetçinin az dedikodusunu yapmadım. Hiç tanımadığım kimselerin cenazesine sırf azıcık kalabalık görünsün diye en önde katıldım. Hocanın karşısında durup helallik istendiğinde avazım çıktığı kadar “helal olsun” diye bağırdım. Hiç ayak basmadığım semtlerindeki düğünlerde sırf gençlere destek olmak için para taktım, onlar keyiflensin diye sabahlara kadar göbek attım. Üyesi olmadığım derneklerin kapılarını çaldım. Dernek başkanlarının doğru dediğine “hay hay” ettim, yanlış dediğine düşünmeden karşı çıktım. Bağışlarda bile bulundum. Olur da bana düşman olurlar diye kendi fikrimi beyan etmedim. Aynı bardağa bir sohbette ağzına kadar doludur diye, başka bir sohbette vallahi bomboştur diye yeminler ettim. Fakat ne yaptıysam yaranamadım. Her gittiğim yerde, “sen de kimsin?” “Burada ne işin var?” diye soran bakışlarla karşılaştım. Eğlence bittiğinde “hadi kardeşim herkes kendi evine” sözleri ile önce ben sepetlendim. En samimi kahkahalar benimle kesiliveriyor, en derin muhabbetler benimle sönüveriyordu. Gittiğim her yere beraberimde hoşnutsuzluk da taşıyordum. Çiçeğe dokunsam çürütüyor, bastığım yeri kurutuyordum.
Bilhassa kadınlar varlığımdan rahatsız oluyorlardı. Sırıtarak yanlarına sokulduğumda cüzzamlı görmüş gibi benden kaçıyorlardı. Onların karşısındayken sakin görünmeye, nükteler yapmaya çalışıyordum. Oysa aklımdan sadece edepsiz düşünceler geçiyordu ve onlar da bir kadın duyarlılığı ile zihnimde olan biteni seziyor ya bana bakmaya hiç tenezzül etmiyor şayet bakıyorsa da tiksinti ile yüzünü buruşturuyordu.
İşte o zaman ben de utanç ile kıpkırmızı kesiliyordum. Hiçbir şey söylemiyor, soru sormuyor, vakit kaybetmeden koşarak yanlarından uzaklaşıyordum. Ben onların yanından ayrılınca yine eskisi gibi gülüşmeye, keyifle kıkırdamaya devam ediyorlardı. Bense hızlı adımlarla yine o kimsesiz, karanlık dünyama geri dönüyordum.
***
Ama yalnızlık bu değildir. Yalnız kimsenin arkadaşları, dostları dahi olabilir. İçkili sofralara, ev gezmelerine davet edilir. Çevresindekileri güldürür, o da herkesle birlikte yeri geldiğinde eğlenir. Kibarlığı ile, kültürü ile çevresinde saygı görür. Hayata bakışı, fikirleri merak edilir. Onun her zaman başı diktir. Gururlu hatta zaman zaman kibirlidir de. Yaşam tarzı gizemlidir. İlgi bile uyandırır. Hele kadınlar kimi zaman onun bu esrarengiz havasında bir tür çekicilik bile bulurlar.
Oysa ben yalnız değildim.
Kimsesizdim.
Ah, sevimli bir kadın ile hayatımı paylaşmayı ne çok isterdim! Bir kadın, evin şarkısıdır. Onsuz hayat ne bayat, ne sıkıcı, ne bunaltıcıdır! Sohbet ederken gözlerinize bakarak bıcır bıcır konuşur. Güldürdüğünüzde kahkahalar atar. Sabah uyandığınızda sümbül, gece yatarken misk kokar. Bir kadının hayatımda olması için nelerimi vermezdim. Sağlığında kulu kölesi olur, hastalandığında sabahlara kadar başında nöbet tutardım. En güzel, tertemiz kıyafetlerle onu giydirir, çarşıda gezerken esnafa, otobüste yolculuk ederken yolculara içimden işte benim “dünyalar güzeli karım”, diyerek böbürlenirdim. Elini sıcak sudan soğuk suya değdirmez, sofrasından kuş sütünü eksik etmezdim. Onun için yalnızlığımdan, hayallerimden, her şeyimden bir kerede vazgeçerdim.
***
Fakat tatlı hayallerimin hiçbirinin gerçekleşmesi mümkün olmadı. Onları yönetemez oldum. Kendimi hayallerime öyle kaptırmıştım ki sonunda beni esir aldılar. Artık kendi hayal dünyama bile söz geçiremiyordum.
İşte bu sabah yine o kadın sesi ile uyandım. Dün de. Yıllardır aynı ses ile uyanıyorum. Kalktığımda yanı başımda onu buluyorum. İşte hayalperestin varacağı son nokta: Gaipten sesler duymak, gündüz düşleri görmek!
Evin içinde o kadın da benimle. Sabah kahvaltı ederken, akşamları televizyon izleyip çekirdek çitlerken hep yanımda. Benimle konuşmaya çalışıyor. Bana gündüz neler yaptığım hakkında sorular soruyor. Elbette onu yanıtlamıyorum. İnsan hiç hayali ile konuşur mu? Adama deli derler.
Bu kadını ilk günlerde anneme benzettim. Hatta “anne” diye seslendiğim de oldu. Hemen öfkelendi bana. Zaten nedense her şeyime öfkeleniyor. Benden sürekli bir şeyler istiyor. Mutfağı çok dağıttığımı, duştan sonra banyoyu kirli bıraktığımı söylüyor sürekli. Onunla laf dalaşına girmiyorum elbette. Ne zaman ortaya çıksa evde kısa bir süre içinde huzursuzluk artmaya başlıyor. Ben de kolayını buldum. Mümkün olduğunca erkenden, sessiz sedasız evden sıvışıyorum. Kahvehane köşelerine, lokallere atıyorum kendimi. Eve sadece yatıp uyumak için gidiyorum.
Bir gün ona bir oyun oynamaya karar verdim. Sırf ortadan kaybolup kaybolmayacağını merak ettiğim için gereksiz yere ona bağırdım. Şimdi hatırlamıyorum tam olarak ne dediğimi ama ağzıma geleni söyledim. Evden kovdum. Ardından kapıyı vurup kendim dışarı çıktım.
Birkaç saat sonra geldiğimde şaşkınlıkla hala evde olduğunu gördüm. Mutfakta oturmuştu. Yanına vardım. Sigara içiyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. İçini çekiyordu. Omzuna dokunmaya çalıştım. Hemen elimi itti.
“Bana öyle çek git”, diyemezsin, dedi ağlayarak. “Ben senin hayat arkadaşınım.”
O günden sonra bir daha onunla tartışmadım. Tekrar evden gitmesini istemedim. Kalsın, dedim kendi kendime. Nasılsa bana bir zararı yok. Ona karışmıyorum. O da bana karışmıyor. Birbirimizi yok farz ediyoruz.
Eskisi gibi hayal kurmaya devam ediyorum. Fakat onlara inatla şekiller vermeye çalışmıyorum. İstedikleri gibi zihnimden akıp gidiyorlar. Hayal kurmak da yaşamak gibi. İnsan yeri geldiğinde hayallerini oluruna bırakmalı.
edebiyathaber.net (5 Ekim 2023)