1
Yalnızlığın kara kalemi, nasıl da boyuyor geceyi kopkoyu bir karanlığa
Anlıyorum ki kapılmış bütün şefkatli eller…
Gidişler…
Sevgili Sofia,
Kuşlar, insanların çizdiği hiçbir sınırı tanımazlar. Yerin ve göğün hiçbir sınırı, onların kanatlarına işlemez. Zengin bir evin çatısına da konabilirler, yoksulun tek göz odasına da girebilirler. Kanatlarının hudutsuzluğudur onları Afrikalardan Asya’ya götüren…
Gitti kırlangıçlar… Sessizden…. Bilirsin kırlangıçları çok severim ben… Hatta bazen en çok onları severim. Baharın muştucu kuşları…Onları gördüğümde anlarım ki, kış hükümsüz bir mahkeme kağıdıdır. Bir üflemelik hatırı kalmıştır yeryüzünde…
Sevgili Sofia, kırlangıcım diyordu ya adamın biri sana…Hani sen ona hep kuşları anlatıyordun, en çok kırlangıçları….Geliyor mu yine o adam aklına?
Küsüyorum her şeye kırlangıçlar gittiğinde… Sanki gök kocaman bir boşluk olup, bütün anlamlarını kaybediyor. Sanki kuşlar, ama en çok kırlangıçlar göğün anlamı…Ben de en çok göğe küsüyorum o zaman… Ona bakmak içimden gelmiyor, ifadesiz bir yüze bakmak gibi geliyor ona bakmak. Gökyüzü, en çok onlar gittiğinde ifadesiz bakıyor bize…Bu haliyle terk edilmiş insanlara benziyor aslında… Belki en çok gökyüzü özlüyordur onları.
2
Ne çok kırlangıç girdi evimize göç mevsimlerinde. Soğukların hissedilmeye başlandığı bir günde, bir kırlangıç girmişti eve. Kendini yola vuramayacak kadar yaşlıydı. Göç yollarını tutamadığından, balkondan içeri girmiş ve tuhaf bir misafirlikte bulmuştu kendini. İki gün boyunca yedirmek için uğraştık. Nafile çabalarımız onu yaşatmaya yetmemişti. Bir keresinde de annem camın önündeki kıpırtısız kırlangıcı, benim aldığım küçük bir biblo sanmıştı. Çok sonra onun bir kuş olduğunu anlayıp, bana aceleyle telefon açmış ve “evde tuhaf bir kuş var, çabuk gel” demişti. Eve gittiğimde, o tuhaf kuşun yorgun bir kırlangıç olduğunu anlamıştım. Öyle yorgundu ki yumuşacık tüyleriyle avucuma yayılıp, uyumuştu. Sıcaktı, sıcacıktı… Arada gözünün birini açıp bana bakıyordu. Göğün asi kuşu, yorgunluğuna teslim olmuştu. Sonra uçabilir mi yine diye merak ettik ve pencereyi
açıp bıraktık. Aslında içten içe de istemedim gitmesini…Sanmıştım ki kalırsa kış gelmeyecek hiç, terk etmeyecek dostlarım beni. Ama gitti. Hem de öyle yükseldi ki, kayboldu derinliklerinde göğün. Anladım ki, hiçbir bahar kalmayacak bizimle, onlar hep göçebe…
Sevgili Sofia, defterlerimize kuş resimleri çizerdik. Sonra en çok kırlangıçları çizdik. Çünkü ikimiz de en çok onları severdik. Defterlerimize çizdiğimiz kuşlar, kanatlanırdı sanki, kanatlanır da omuzlarımıza konardı. Çocuktuk ve defterlerimize çizdiğimiz kırlangıçlar omuzlarımıza konardı. Ne vakit küstürdük de konmaz oldular. Büyüyünce değil mi Sofia? Büyüyünce…
Derdest edilmiş bir masumiyet gibiydik. Her şey yüzümüze saflığımızı haykırırdı. Bir başınalığımızı anlardık kanatıldığımızda. Dünya, bizim küçük mahallemizden ibaret değilmiş.
Bilmediğimiz sokaklara girdiğimizde anlardık dünyanın uğultulu bir yer olduğunu. İnleyen ve sızlayan yerleri vardı dünyanın. Sürekli ağrıtılan bir kalbi.
Ve bizim de ağrırdı hep kalbimiz… Küçükken yumruk yapıp elimizi göğsüme götürür ve yerini arardık ya hani, işte o kalp hep ağrırdı. Sofia, kırlangıçların kalbi de ağrır mı?
Ve gelişler…
Kırlangıçlar baharın heybesinden çıkıp salındılar mı göğün gerdanında, anlarım ki mavi gelecek birazdan…Patikalar güneşli günlere çıkacak.
Ve geldiler Sofia…Yine Mart sonu rastlaştık onlarla. Anlaşılan o ki, baharın giriş kapısı Martın sonunda…Ve giriverdiler o kapıdan hızlıca. Önce inanamadım gördüğüme, tekrar tekrar baktım. Oydu, neşeli bir kırlangıç gökyüzünde salınıyordu. Sonra da kalabalık bir grup gördüm. Çok yükseklerde uçuyorlardı ve sesleri uzaklardan bile duyuluyordu. Anladım ki gökyüzü yeniden sesine kavuşmuş. Neşesine…Bu yeni ve yeniden karşılaşmanın verdiği mutluluk, uzun bir gülümseme olarak yayıldı yüzüme. Geldiler Sofia. Hoş geldiler.
Uçmanın ustasıdır kırlangıç. Uzun kanatlarıyla tüy gibi salınır gökte… Bazen de bir ok gibi fırlar, gözün yetişemeyeceği bir hızla dolanır, pikeler yapar. Bazen kısa cıvıltılarla turlar göğü, bazen de uzun çığlıklar atar…Hatırlıyor musun yuvalarının etrafında dolanırken attıkları çığlıklarını dinlerdik geceleri…
3
Bir kuş olsam, kırlangıç olurdum…Rüzgarın azı dişinden kaçıp bulutların tepesinde dolanır, ağaçların saçlarını okşardım. Yeryüzünün hiçbir kibri sökmez kırlangıca. O göğün ezber bozanıdır.
Sevgili Sofia, kibir demişken kibirden kuleler inşa edenleri anmamak olmaz. Çünkü kulelerden geçilmiyor dünya… Bu kibir neyin dışavurumudur Sofia, nasıl hastalıklı bir ruhun? Hep kendini tavaf edenler, kendi gölgesine aşık olanlar ve dev aynalarını her gün silip parlatanlar… Küçük, gri dünyalarının kulelerinden bakıp ürkenlerin kabaran korkuları mıdır kibir? Yoksa hayatta sözü olmayanların, duyguları tohuma kaçanların zırhlı gövdesi midir kibir? O zırhtan kelimeler de, duygular da geçmez bilirsin…
Sofia, çocukların çok mahcup gülümsemeleri vardır. O gülümsemeler hiç gitmedi bizden. Biz dünyaya, hep mahcup bir gülümsemeyle baktık. Hayatın içimizden sürgün edemediği o küçük kızın mahcubiyetini hep taşıdık biz. O gülüş bizim masumiyetimizin, direngenliğimizin bir nişanesiydi. Ve biliyor musun bu dünya da o mahcup gülüşlerle güzelleşiyor.
Sana kırlangıçlardan söz ettiğimde, canın acımıyordur umarım Sofia? Yoksa kanıyor musun hala kırlangıç mevsimlerinde? Çünkü sana “kırlangıcım” diyen adam, senin göğündeki bütün kırlangıçları vurmuştu. Oysa sen ne çok sevmiştin onu…Umarım sızlıyordur yüreği o adamın, kırlangıç mevsimlerinde…
Sofia, kırlangıçlar neşeli kuşlar…Bunu yeni yeni keşfediyorum. Sabahları ve akşamları şarkılar söylüyorlar. Bazen bir grup beliriyor gökte, sonra dört bir tarafa hızlıca yayılıyorlar. Patlamış mısırlar gibi cıvıldaşarak dağılıyorlar göğe hem de. Sonra tekrar birleşiyorlar. Sanki küçük bedenleriyle, neşeli danslar yapıyorlar. Bazen yere doğru hızla alçalıp, birden yukarıya fırlıyorlar. Ve akşamüstleri yaz göğünün kızıllığında öyle neşeli şarkılar söylüyorlar ki, insanlar başını göğe kaldırıp onlara bakıyor. Yaz göğünün neşesi onlar Sofia…