Sıkıntılarının üstüne bütün ağırlığıyla abanan Ağustos sıcağı canından bezdirmişti. Herkesin derin uykularında ya da kim bilir ne hesapların peşinden koştuğu tekinsiz saatlerin kuytusunda, çınar ağacının yorulmuş yaşanmışlığına sığınan bu sessiz mahalle kahvesinde, kimsesiz bir köşede, kafasını dayadığı kollarıyla örtüsü yerlere kadar sarkmış masaya yayılan adam, sıcağın bunaltısında yorgunluğunu daha bir ağır hissediyordu.
Doğruldu, alnında biriken terleri sildi. Pantolonunun cebinden kırmızı akik taşından tespihini çıkardı, sağ eliyle imamesinin ucundaki gümüş zincirinden tuttu, sol avucunun içine koydu. Parmaklarını taşların üstüne kapatıp sıkıca ovaladı, sıktı, sonrasında avucunu açıp tespihi havaya kaldırdı. Tavanda bezgin bezgin yalpalayan vantilatörün kırmızı solgun ışığına tuttu. Ovalandığından mı yoksa ışığın Ağustos sıcağından bunalmış buğulu kızıllığından mı bilinmez, tespih tanelerinin rengi daha bir kırmızılaşmıştı. Gördükleri yüzünde koyu bulutların oluşmasına neden oldu, kavga eder gibi taneleri hızlı hızlı çekmeye başladı. Çok sürmedi rahatladı. Akiğin etkisiydi, sakinleşti. Ayağa kalktı, dışarı çıktı.
Boğucu bir yaz gecesinin koyu karanlığında sessizliği yırtan Ağustos böceklerinin sesi, koca çınar ağacını da canından bezdirmiş, küstürmüştü. Hiçbir yaprağında en ufak bir kıpırtı yoktu ama yine de dışarısı içeriden daha serindi. Kahveye girip birkaç sandalyeyi dışarı taşıdı, kapının yanındaki duvara yan yana dizdi. Birine oturup ötekine ayağını uzatacak, gün boyunca çöp torbasının çekçeğini arkasında sürüklemekten dermansız kalmış dizlerini dinlendirecekti. Gündüzleri kâğıt toplamak için dolaşıyor, geceleri de bu mahalle kahvesinin temizliğine yardım edip arka salonda oynanan oyun için erketeye yatıyordu.
Bu kente geldiği ilk zamanlar birçok işte çalışmış, daha sonra da çöp toplayıcılığında karar kılmıştı. İlk zamanlar sadece kâğıtla sınırlı olan toplama işine daha sonra birçok geri dönüşebilir şeyler de eklenmiş, hatta onlar, daha çok para eder olmuştu. Hele elektrikli ev aletleri, araç aküleri, pillerin, çelik eşyaların özel alıcıları vardı. Öyle bir piyasa oluşmuştu ki içine giren, ağır sanayi hamlesi almış başını gidiyor diye düşünebilirdi. Piyasası canlı olan bu iş, çok kârlı bir ticaret haline dönüşünce kendiliğinden bir sektör oluşmuş, aradaki boşluğu hemen güçlüler doldurmuştu.
Çöp işi mafyalaşmış, kendi patronlarını yaratmıştı. Bu patronlar kentte çok, ama çok söz sahibi olmuşlar, her söylediklerini kabul ettiren bir güç haline gelmişlerdi. Bu gücün en önemli çarkıydı toplayıcılar. Gruplaşan toplayıcılar hemen bir patronun himayesine giriyor, kendi çöplüklerinde var oluyorlardı. Çizilen sınırlar kesindi, kimsenin ait olmadığı alana taşmasına izin verilmiyordu.
Zamanının çoğunu uzun süredir hastanede yatan oğluyla geçirmek zorunda kalan adam, artık yeteri kadar çöp toplayamıyordu. Ait olduğu gruptan dışlanmıştı. Kısıtlı zamanlarda toplayabildiklerini gruptan anlaştığı bir toplayıcıya veriyor, ancak boğazlarını doyuracak kadar para kazanıyordu. Gün geçtikçe işler zorlaşıyor, zorlaştıkça kazandığı para azalıyordu. Üstelik komşulardaki savaşlardan dolayı her geçen gün kâğıt toplayanların sayısı hızla artıyor, pay gittikçe ufalıyordu. Toplayıcılar için ufalan pay, çöp patronları için tersi bir etkiyle büyüyordu niyeyse… Anlaşılmaz, yaman bir arenaydı çöplük.
Kafasındaki bin bir düşünce bedenini ağırlaştırdı. Uzattığı dizleri karıncalanmıştı, onları dayadığı sandalyeden indirdi, birini toplayıp altına aldı. Olmadı, karnına çekmeye çalıştı, tekrar indirdi. Rahatlayamadı bir türlü, oturmaktan vazgeçti. Bir yandan elindeki tespihi aceleci hareketlerle çekmeye, bir yandan da kapının önünde ileri geri adımlarla volta atmaya başladı. Öyle derin düşüncelere dalmıştı ki, sarsak adımlarla kendisine doğru gelen karartıyı fark etmedi.
Gencecik bir delikanlıydı yaklaşan. Ayaklarını sürükleyerek yürüyor, önüne düşmüş başı, sallanan bedeniyle yığılıp kalmamak için büyük çaba harcadığı belli oluyordu. Delikanlı kahvenin duvarına sıralanmış sandalyelere değecek kadar yaklaştı. Oturmaya çalıştı, başaramadı. İki sandalye arasındaki boşluğa yığıldı kaldı. Bir süre sonra güçlükle doğruldu, bedenini döndürdü, sırtını kahvenin duvarına dayadı. Zoru başaranların gururunda yumruğunu havaya kaldırdı. Selam verir gibi kalkan kol bir an dalgalandı kararsız, ne yapacağını bilemez halde havada asılı kaldı. Sokak lambasının solgun, kırmızı ışığında olduğundan büyük görünen havadaki yumruktan taşan naylon torba, adamın dikkatini çekti. Torbadan saydam sarı görüntüsüyle çürümenin, ölümün en çirkin hali, felaketin görüntüsü yansıyordu.
Delikanlının yumruğu Ağustos Böceklerinin sesini bastıran kocaman bir gümbürtüye dönüşüp bedeninin yanına düşerken, aynı anda kafasını da yanına çöktüğü sandalyeye bıraktı. Kendini kontrol edemediği her halinden belli oluyordu. Adam daha ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, solgun ışık altında olduğundan büyük görünen yumruk, yerden zorlanarak kalktı, burnuna yapıştı. Elinin içindekini derin derin koklayışını, adam yanındaymış gibi duyuyordu. O nasıl bir derin içe çekiş, nasıl bir koklayıştı… Yüreğinde büyük bir acı hissetti. Bir el göğüs boşluğuna tonlarca ağırlık bırakmıştı, dayanılmazdı. Bütün vücudunun gerildiğini, bütün hücrelerinin elektriklendiğini hissetti. Kafatasını patlatacak kadar basınç yapan uğultu tüm duyularını ele geçirdi.
Delikanlıysa hayatından pek bir memnun, kendini, kokladığının büyüsüne bırakmıştı. Canlanan yüzüne, gülümsemeyle sırıtış arası sarkık bir dudağın eşlik ettiği, neden olduğu belli olmayan bir huzur yayılmıştı. Ani bir hareketle, sanki kalkmak istiyormuş gibi doğruldu. Yüzünde asılı kalmış huzur, yerini yok oluşun garipliğine bırakmıştı. İrileşmiş gözlerle karanlığın derinliğine, tuhaf bir şeyler görüyormuşçasına baktı, sonrasında taşıyamadığı başını tekrar sandalyenin üzerine bıraktı. Çıkan tok ses, bembeyaz bir yüzle olan biteni izleyen adamın elindeki tespihin, istemsiz bir hızda dönüşünde duraksamaya neden oldu. Gencin kendisini kaybettiğini anlamasıyla birlikte adamın gerilmiş, kaskatı olmuş vücudunun da kendini bırakması bir oldu, akik tespihin tanelerini hızlı hızlı çekmeye geri döndü.
Hızlı ve sert hareketlerle çevirmeye devam ettiği tespihten çıkan sesler, bunaltan Ağustos gecesinin ağır ve nemli sıcağıyla beraber havada asılı kalıyor, herkesin en tatlı uykusunda olduğu bu zamanı, adam için çekilmez kılıyordu. Yorgun omuzları üzerindeki başından geçen düşüncelerin katlanılmaz acısını, gecenin davetsiz misafiri bu gençten çıkarmak istercesine, kızgınlıkla; “Parazit bunlar, toplayacaksın atacaksın şehrin dışına, bir daha da sokmayacaksın ki pisliklerini bulaştırmasınlar çevrelerine. Piçler! Bozuyorlar her yeri! Çoluk çocuğa kötü örnek bunlar!” dedi, dişlerinin arasından tıslayarak. Bir yandan da hırsla yuvarlıyordu tespih tanelerini avucunun içinde hızlı hızlı, hıncını onlardan çıkarırcasına.
Aklına oğlu gelmişti. Az mı çırpınmıştı okusun, adam olsun diye ama zorlamayla olmuyordu. Oğlanın gözü hep haylazlıktaydı. Hayırsız dayısına çekmişti. Ne yaptıysa fayda etmemiş okula devamını bile sağlayamamıştı. Hele ortaokul lise döneminde hiç başa çıkamamıştı oğlanın kopukluklarıyla. Edindiği arkadaşlar, girdiği çevre istediği gibi olamamıştı bir türlü. Söz geçirememiş, hep burnunun dikine gitmişti. Dayak da, güzel söz de akla gelebilecek diğer yollar da fayda etmiyordu bir türlü. Ev hapsini bile denemişti ama içi bozulmuştu bir kez oğlanın. Bir yolunu bulmuş o ipsiz sapsızlarla birlik olmuştu hep, ipsiz sapsızlar da oğlanın peşini bırakmamışlardı. Onlara kapılmasın diye her dediğini yapmaya çalışmış, hiçbir şeyden mahrum etmemişti ama yetememişti çocuğun isteklerine. Bu kaypak, yılışık kent göz göre göre oğlanı yutmuştu. Kurtaramamıştı.
Oğlu paraya çok düşkünleşmişti. Adamın verdiği harçlıkları beğenmiyor, çok kazanmak, çok harcamak istiyordu ama çalışmayı da sevmiyordu. Bütün hevesi giyinmek, son moda cep telefonu, ‘ışıltılı mekânlar’, gece gündüz demeden orada burada sürtmekti. Küçükken iyiydi, sözünü geçirebiliyordu, hatta birlikte çöp bile toplamışlardı ama aklı ermeye başladıktan sonra hem okuldan hem de işlerden kaytarmıştı. Bir de üstüne ulaşamayacağı hevesleri eklenince, her şey birdenbire olup bitmişti. Kolay kazanma hırsı yüzünden son yıllarda moda olan, ilkokul kapılarına kadar yayılan o acımasız hap işine bulaşmıştı. Eli para görmeye başlayınca da daha derinlerine saplanmıştı bataklığın. Kazanmanın verdiği güvenle, babasına tepeden bakıyordu. Adam çaresizlikten, bir keresinde polise ihbar etmişti oğlunu ama yararı olmamıştı. Ne polis başa çıkmıştı dağıtıcılarla, ne oğlu kurtulmuştu düştüğü çukurdan. Aksine babasına daha çok kinlenmiş, daha çok bilenmişti oğlan. Ne yaptıysa olmamıştı, göz göre göre elinden kayıyordu evladı.
Bir gün gelen bir telefonla gittiği surların dibinde bulmuştu onu. “Öldürün beni! Öldürün, dayanamıyorum! Ne olur öldürün!” diye feryat ediyordu. Çaresizlik, acı ve isyanla ne yapacağını bilemez halde oğlunun başına çöktüğünde, gökyüzü de kendiyle beraber çökmüştü sanki surların üstüne. O kocaman gökyüzünün altında sadece ikisi kalmıştı.
Oğlu, gözbebeği, çürümüş bir çöp yığını gibiydi. Onu oradan nasıl aldı, nasıl hastaneye götürdü, kim ya da kimler yardım etti de ambulans geldi hiç hatırlamıyordu. Sadece oğlunun acı, çaresizlik ve yok oluş içindeki yalvarışları kulağında çınlıyordu durmaksızın; “Öldürün beni! Öldürün beni! Ne olur öldürün beni!”…
Tedavinin iyileşmeyle sonuçlanacağı konusunda ümit vermemişti doktor. “Hapın yarattığı yıkıcılığı yok etmek pek mümkün olmuyor, bekleyeceğiz.” demişti sadece. Şimdi adam, ne kadar süreceği belli olmayan, sonucundan kimsenin emin olmadığı tedavi sürecinin başlangıcında, çaresizliğin ve yetersizliğin tüm ağırlığını yüreğinde, bedeninde duyarak gecelere ve gündüzlere dayanmaya çalışıyordu.
Kapısından girerken insanı karşılayan o kocaman “Bismillahirrahmanirrahim” yazısıyla, kutsallaştırdıklarına bağlılığını ilân eden bu kıraathanenin sahibi, akrabasıydı. Akşamları herkes gittikten sonra geliyor, etrafı temizleyip toparlıyor, gece yarısından sonra gelecek çöp kamyonu için torbaları kapıya koyuyor, sonrasında da kimse yokmuş görüntüsünün altındaki pisliğe bekçilik yapıyordu. Karşılığında aldığı üç kuruşa değmezdi ya, mecburdu. Her türlü karanlığın kuytularını içinde barındıran bu kentte kimse kirlenmeden doyamıyordu. İğrenmeyle bakılan çöp toplama işinin aklığının farkında değildi insanlar.
Uzun süredir eve gitmeyi de hiç istemiyordu canı. Üzüntüden perişan olan karısını görmeye tahammülü yoktu. Bir araya gelince olanlardan birbirlerini suçlayıp kavga etmekten başka yaptıkları bir şey kalmamıştı aralarında.
Kafasını çevirip, orada öylece yığılı duran gence bir kez daha baktı, birazdan gelecek olan kamyona atılmayı bekleyen çöp torbalarından hiç farkı yoktu. Kim bilir onun da ailesi adam olsun diye ne çok çaba göstermişti. “Yok, arkadaş,” dedi mırıldanarak; “yok, büyük kentte küçük insanlara yer yok! Her nedense bu koskoca şehir bizim gibilerin karnını doyuramıyor! Herkes, her şey, hatta her çöp sığıyor da bir biz sığamıyoruz!’’
“Kamyon bir an önce gelse de artık eve gitsem …” diye düşündü. Elindeki kırmızı akik tespihi hızla çevirmeye devam ediyordu. Durursa sanki akiğin kırmızı solacaktı…
Sülbiye Yıldırım kimdir?
Marmara Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünü bitirdi. 2016 yılında Kanguru Yayınları’ndan, “Yüreğine Bak” adlı öykü kitabı çıktı. Deliler Teknesi edebiyat dergisinde, İzmir, İzmir Kent Kültürü ve Sanat Dergisinde, Gamlı Baykuş Edebiyat Dergisinde öyküleri ve eleştirel deneme yazıları yayımlandı.
Halen, kalemkahveklavye.com, kitapeki.com, gercekedebiyat.com ve insanbul.com internet sitelerinde öykü ve denemeleri yayınlanmakta.
edebiyathaber.net (4 Temmuz 2019)