“Yazarken sıcaktan terledim ben, sen okurken sırtına hırka al…”
Emre Kalıcı
Sabahın zorla uyandırmaya çabaladığı gökyüzü, pencere pervazlarına tüneyen kapı kollarına sığınan anılar… Hatırlamak istemedikçe ısınıp ısınıp önüne yığılıyor. Gördüğü rüya ise ayrı bir sıkıntı… Bu rüyayı kaçıncı kez gördüğünü anımsamıyor, belki on, saymamıştı, belki… Yataktan kalkıp suya anlatmalıydı rüyasını. Anneannesi öyle öğretmişti. Gördüğün kötü rüyaları yalnız suya anlat emi, demişti. Sadece suya… Su gibi akıp gitsin.
Kıpırdandı, kalkamadı. Kahrolası ilaçlar günden güne daha çok yoruyordu bedenini. Rüyasını anımsadı. Kan demişti anneannesi, kan rüyayı bozar. Bozulmuş muydu rüyası, göğsünden sökülüp alınan memesini kanlar içinde görmüştü. Eliyle sinesini yokladı. Yumuşak hareketlerle kaydırdı ellerini, sol eli, sol memesini kavradı. Sağ eli aynı şeyi yapmaya cesaret edemedi. Koca bir boşluk. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Sonra topladı tüm gözyaşlarını, usulca astı boynuna. Batıl inanç olduğunu düşünse bile, geriye kalan diğer memesinin hatırına, kalkıp rüyasını suya anlatmalıydı.
Hafifçe doğruldu yatağında. Gözü komodinin üzerinde duran kitaba takıldı. Kaçıncı sayfanın hangi dizesinde kalmıştı dün gece… “Yazarken sıcaktan terledim ben, sen okurken sırtına hırka al…” Altını mavi kalemle çizdiği cümleyi tekrar okudu. Ve tekrar… Sonra mor sabahlığını geçirdi üzerine. Keşke, dedi. Ah keşke… İşe gittiği sağlıklı günlerine öykündü. Yıllarca ölçmüş, biçmiş, çizmiş tabiri yerindeyse vücuda cuk diye oturan kalıplar çıkarmıştı. Ceketler, elbiseler, pantolonlar, paltolar… Dikiş, nakış, tela dokusu, kumaşların atkı, çözgü yönü, likralı, saten, keten onun işi… Kumaşlara ruh katmak, onlara can verir gibi… Fakat şu an farklıydı. Üretemeyen, gerileyen, kendine yetemeyen olmak… Alın yazısını değiştirebilir miydi? Gece dursa, matemi uyusa ve uyanmasa… Avucunun içiyle havalandırdı olumsuz düşüncelerini. Moral için gittiği toplantılarda tek olmadığını görmüştü.
Odanın içi dışarıdan gelen şarkıyla doldu:
“bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende / gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
seher yeli, eser yırtar eteğini gülün / güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Cız etti içi. “gül rengi şarap içilmez mi böyle günde” diyerek uzaklaştı şarkı. Ondan, camdan, odadan, duvardan, sokaktan… Cılız bir mırıltı kaldı iki dudağının arasında. Kalbinin yarasında… Adar, hadi evlen benimle, dediğinde çalan şarkı, onların şarkısıydı.
İçinde bir gölge, bir boşluk olarak kaldı Adar. Oysa o her yeri doldururdu, koskoca dünyayı bile. Ne o içindeki gölgeye kavuştu, ne de içindeki gölge ona dönüştü. Ameliyatından sonra Adar’ı tamı tamına altı ay beklemişti. Onun üzülmemesi için söylenen yalana kendi de umut ekmişti, hayal yetiştirmişti. Ameliyattan sonra bir daha görmediği Adar, onun kansere yenik düşen memesinden önce, o kızla görüşmeyeceksin diyen ailesine boyun eğmişti.
Sabah sabah aradan geçen onca yılın ardından bunları hatırlamak… Şimdi yanında Nursel olsa, sana ameliyattan önce doya doya seviş şu adamla, al bütün hevesini, dedim. Dedim mi dedim. Sen ne yaptın beni dinlemedin, derdi. Gülümsedi.
Sol yanına dönüp saate baktı. Mor sabahlığının kuşağını bağlayıp tuvalete çıktı. İhtiyacını giderip ellerini sabunladı, tekrar tekrar. Sonra bir besmele çekip anlattı rüyasını suya. Anneannesinin dediği gibi… Peşi sıra üç Kulhuvallah bir Elham okudu. Annesine seslendi. Yanıt alamayınca mutfağa geçti. Masanın üzerinde kahvaltısı hazırdı. Tabağın kenarına ilişmiş notu okudu: Pazara çıkıyorum.
Oturma odasına geçti. Televizyonda kendine uygun program aradı. Bulamadı. Mutfağa sığınıp yeni bir çay doldurdu Ajdar bardağına. Mutfağın açık camında kuru temizlemecinin televizyonunun yansıması… Ekrandaki, güzellik programı olmalıydı, kadının yüzünde kireç gibi maske. Masaya uzanmış diğer kadının yüzünde halka halka salatalık kürü. Saçını kestiren kadın ise mutluluk dağıtıyordu ekrana. Bakımlı olmaktan ziyade yaşlanmak istemeyen bu kadınlara acıdı.
Çayından aldığı yudum boğazını yaktı, mor sabahlığının kolu incir reçeline battı. Elleri saçlarına dolandı. Başındaki, kim bilir kimin saçlarıydı. Biliyordu kendisi hiçbir zaman yaşlanmayacaktı. Yaşlanmaya vakti olmayacaktı. Doktor ileri safhada meme kanserisin derken yalın ve temiz bir işten bahseder gibiydi. Hiç sorgulamamıştı niçin ben diye. Bu saatten sonra da, kalan ömrünü mutsuzlukla geçirecek lüksü olmadığının farkındaydı. Kim mezarını kendi kazmak, mezar taşına adını yazmak isterdi. Kalktı peruğunu çıkarıp duşa girdi. Lavanta kokulu sabun ile yıkandı, yıkandı. Giyindi. Aynanın karşısında kendini topladı, birleştirdi, tüm yaralarını pembe rujuyla örttü. Annesi diğer peruğunu yıkayıp fön çekmişti. Omuzlarına akıttı saçlarını. Akşamdan kararlaştırdıkları gibi önce Nursel ile birlikte kahve içip sonra da hastanenin ayda bir kanser hastaları için düzenlediği moral toplantısına katılacaktı. Hem insan yeni renklerin şerefine, baharın şerefine, hâlâ hayal kurabiliyor olmanın şerefine gülümsemeliydi. Gülümsedi. Dönüp sildi pembe rujunu, çantasından en kırmızı olanı çıkardı. Kırmızı yaralarımı daha iyi örter diye düşündü.
edebiyathaber.net (23 Mayıs 2021)