Telefondaki sesi benimle görüşmek istediğini söylüyordu, kulaklarıma inanamadım. Oysa bir küs bir barışık ne olduğunu adlandıramadığımız ilişkiyi bitirmeye kendi karar vermişti. Karşı koyamadığım çekiminde, her istediğini yapmaya hazır olduğumun farkındaydı, belki de her an kendisine hazır olma halimden bıkmıştı. Ne çok bıkkınlıklar yaşamıştık iki kişilik bu varoluşsal çabamızın içini doldurmaya çalışırken. En sonunda o, Şanslı’yı bana tercih etmişti, Şanslı’yla birbirimizi sevemeyişimizin şanssızlığında, benden kolayca vazgeçmek de Leylâ’ya düşmüştü. Bu yüzdendi, ‘gel’ sözcüğünün sihrine kapılıp kendimi sabırsızca kapısını çalarken bulmamdaki şaşkınlığım.
Bu kadar mı kolaydı ‘gel’in çağrısına kapılmam… Kapının arkasından gelen tanıdık ayak seslerini duyduğumda heyecanım doruk noktasındaydı. Özlemiş miydim, özlenmiş miydim? Özlem neydi…
Kapıyı açtı. Her zamanki garipliğiyle ışıldayan gözlerinden cesaret alarak davet etmesini beklemeden salona girdim. Salonun bu dağınık halini ne kadar özlediğimi düşündüm. Birlikteyken paylaşamadığımız o lacivert koltuğa ilerledim. Birden Leyla’nın feryat eder gibi; “Sakın oturma!” diye bağırdığını duydum, “Sakın oturma, o koltuk artık Şanslı’nın.”
Neye uğradığımı şaşırdım, olduğum yerde kaskatı kesildim. Kulaklarım uğuldamaya başladı, kızgınlığım irademi ele geçirmeye çalışırken yavaşça Leylâ’ya döndüm, hiddetimi yenmeye çalışmanın gerginliği tüm vücudumdaydı. Beni istemişti ben de koşa koşa gitmiştim, oysa olanlar… “O koltuk Şanslı’nın.” deyişindeki kararlılığı ve kararlılığını destekleyen elleriyle yaptığı dur işareti. Yine Şanslı ve ben karşı karşıya mıydık?.. Salondaki tek oturulacak yer olan bu partal kirli koltuk, birbirimizi paylaştığımız bu koltuk Şanslı’nın mıydı?.. .
Şimdi iki hasım gibi ayakta karşı karşıyaydık. Başının üstünde dağınık topladığı saçlarının ışıltısı, göz alıcılığını tamamlayan kırmızı ruju, gerdanını açıkta bırakan beyaz blûzu, hasmıyla düelloyu göze almış kararlılığın kıvılcımlı bakışlarıyla koyulaşmış ela gözleri…
Zafer kazanmış bir kumandan edasıyla kendinden emin bir sesle “Ne kadar çabuk geleceğini merak etmiştim, oldukça hızlısın, beni yanıltmadın.” Neler söylüyordu, beni mi deniyordu, ya da beni niye çağırdığını anlamadığımı mı sanıyordu. Bu anlaşılmazlıklar çağında, tekrarların bazen bıkkınlıkları hafiflettiğini bilmediğimi mi düşünüyordu… Dudaklarıyla birlikte bütün vücuduyla konuşarak beni mi sınıyordu… Sahi Leylâ beni ne sanıyordu…
Konuşmaya başladığı andan itibaren, gözlerim dudaklarına çakılıp kaldı. Düzgün dudaklarının konuşurken seyretmeye doyamadığım o kıvrılıp bükülmeleri eşliğinde, ne söyledi, söylediklerini ne kadar dinledim hiç farkında değildim. Öylece seyrettim. Yine esiri olmuştum…
Leylâ beni iyi tanıyordu… Söylediklerini anlamamama rağmen dudaklarının kıpırtısında büyülenmiştim, her zamanki gibi beni sadece kıvrımlarının çektiğini düşündüm. Nasıl bir kıvrılıp bükülmeydi öyle… Suskunlaştım, öylece kaldım.
Koşa koşa gelmemin sebebi olan o kıvrımlarla baş başa kalmak fikri aklımı başımdan almıştı. Bakışlarımı dudaklarından zorla da olsa ayırdım. Karşılık vermeye hazırlanıyordum ki gözlerim ayaklarına takıldı. Kırmızı ojeli ufacık ayaklarında, parmak arası terlikleri, ince ayak bileklerinin tüm güzelliğini ve kışkırtıcılığını ortaya seriyordu. Bu dayanılmaz manzara bir an oradan uzaklaşıp bir kaç gün önce metroda yaşadığım olayı hatırlamama neden oldu.
İş görüşmesi için koşuştururken son anda yetişmiştim trene. Karşımdaki koltuk boştu, nefes nefeseydim. Oturmak için yöneldim, tam oturacaktım ki, yan koltuktaki gösterişli giyinmiş, abartılı takıları olan, ucuz parfüm kokusu hemen hissedilen genç kadın, işsizliğin bunalımında oldukça az kalmış olan özgüvenimi yerle bir edecek ses tonuyla tıpkı biraz önce Leyla’nın da yaptığı gibi eliyle dur işareti yaparak ve sanki söylediği çok doğal bir şeymişçesine, “Pardon şekerim, sonraki durakta arkadaşım binecek!” demez mi… Aptallaştım ne yapacağımı şaşırdım, cevap veremedim, söyleneni kabullenip geri çekildim, elimde olmadan vazgeçtim oturmaktan. Tam başka tarafa yönelecekken gözlerim ayaklarına takıldı, kırmızı ojeli ufacık ayaklarındaki parmak arası terliğin kışkırtıcılığında kıpırdayamadım bir süre. Trenin istasyonda durmasıyla kendime geldim, arkadaşı bindi, ben indim. Merdiven basamaklarını ikişer üçer koşarak istasyondan caddeye çıktım, istemeden gideceğim o görüşmeden vazgeçtim, rahatladım. İş bana göre değildi, senelerce emek vererek kendimi hazırladığım mesleğimle uzaktan yakından ilişkisi yoktu.
Şimdi de aynı rahatlamayı hissediyorum, umurumda değil. Şanslı ve partal koltuğu, suskunluğum umursamazlığımdan ama duygularıma dur diyebileceğimi sanmıyorum. Uzanıp Leyla’yı belinden kavrıyorum…
Sülbiye Yıldırım
Marmara Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. 2016 yılında Kanguru Yayınlarından ‘Yüreğine Bak’ adlı öykü kitabı yayımlandı. Deliler Teknesi edebiyat dergisinde, İzmir İzmir Kent Kültürü ve Sanat Dergisinde, Gamlı Baykuş edebiyat dergisinde öyküleri ve eleştirel deneme yazıları yayımlandı. kalemkahveklavye.com, kitapeki.com, gercekedebiyat.com ve insanbu.com internet sitelerinde öykü ve denemelerim yayınlanmaktadır.
edebiyathaber.net (31 Ocak 2019)