Karanlığın kendine özgü dinginliğinin ortasında bir kayık duruyor. Kayığın üstünde bir kız. On yedi on sekiz yaşlarında. Denizin köpüklü dalgaları arasında kayık bir görünüyor bir kayboluyor. Kıyıdan, “Sara! Sara! ” diye bağıran adama çeviriyorum gözlerimi. Öyle yüksek sesle bağırıyor ki, kayıktaki genç kızın adının Sara olduğunu kıyıdaki herkes; bankta oturanlar, sahildeki kafede bira içenler, eşofmanın hışırtısının tiz sesi etrafa yayılan altmışlık adam (yürümekle koşmak arasında bir tempoda giderken, temposunu bozmadan denize bakıyor) öğreniyor. Çatallı bir sesle, “Yine mi!” diyor bağıran adam. İsmi binlerce kez söylediğini, sesinden çok omuzlarındaki çökük duruştan anlıyorum. Bir de ‘yine mi!’ deyince tabii. Bir süreğenlik var. Yorgun görünüyor, bitkin, yılgın. Sessiz. En çok da umarsızlığı dikkatimi çekiyor. Telaşına bakılırsa, bu ilk deniz çıkartması değil.
Sara, belki de yedi kat yabancıdır. Adını bildiği bir yabancı. Belki de kimsesiz. Ya da birinden, bir şeyden kaçan zavallı bir kızcağız. Kürekler sadık birer köle gibi itaat ediyor ona. Böyle kararlı ve emin şekilde kürek çeken birisi içgüdüsel bir dürtü duyuyor olmalı. Gitmek istediği yere ulaşmak için karşı konulmaz bir arzu. Onun olağandışı bir şey yaptığını düşünmüyorum. Ama kıyıda oturmuş, anormal bir olay gibi onu izliyorum. Kıyıdan Sara’ya bakarken onun özgürlüğünü kıskanıyorum. Koca denizde yapayalnız olduğunu görmek ürpertici, mavi devi çok sevmeme rağmen gecenin karanlığında içinde yalnız ve kimsesiz kalmak korkutucu geliyor, kıyıdan ona bakarken. Sevdiği şeyleri insan kendince sevmek istiyor. Biraz uzaktan biraz dışarıdan. Sakin ve yumuşakça. İç içe olmanın verdiği bazı zorunluluklar, sevgiyi köreltiyor. Silikleştiriyor, değersizleştiriyor. Ne var ki bu kış günü Sara’nın soğuk, dalgalı denize, güvensiz bir kayıkla açılmasını garip bulamıyorum.
Vakit ilerledikçe adam etrafa koşuşturmaya başladı. Aynı anda kız kürekleri bıraktı. Ayağa kalktı. Siyah dalgaların üstünde kayık ha devrildi ha devrilecek. Denizin siyaha bulanmış beyaz köpükleri ile bulutun karıştığı tam o yerde duruyor kayık. Gökyüzüne biraz daha yakın. Kollarını kaldırıyor, kanat gibi sallıyor havada. Kolları ışıldıyor, yakamoz vuruyor su tanelerine. Ne hoş bir manzara. Ortada bir kargaşa, bir gerginlik var. Bunun, kıyıda umursamazcasına kayığa bakanlar ile beraber ben de farkındayım. Manzaradan keyif aldığımı utanarak gizliyorum.
Körpe bir vücudu, yeni doğmuş bir bebeğin sırtı var Sara’nın; pembemsi sarımsı. Yavaş tempolu bir müziğe eşlik edercesine bir ritmi. Kıyıdan bakınca onun, bu kızılca kıyamet dünyadan uzaklaşmak ve kendi dünyasına gitmek isteyen bir melek olabileceği geliyor aklıma. Buraya ait olmayan. Adamın ortalığı velveleye vermesiyle, gözler yeniden beliriyor. Bir balıkçı kayığı bulup kızın yanına doğru hızla kürek çekmeye başlıyor. Yanına kadar geliyor. Uzatıyor elini. Kızın üzerindeki elbise uçuşuyor rüzgârda, ince mi ince. Elbisenin altından küçük göğüsleri, ince bacakları gölgeleniyor ara ara. Çıldırmışçasına sallanan kayıkta kız ayakta, suya düştü düşecek. Bağrışmalar başlıyor. Kıyı kayıktan daha kıyamet. Sara kıyıyı görse de o denize, önüne bakıyor; umurunda değil arkası. Ne adam ne kıyı. Adam fırsatını yakaladıkça elini uzatıp kızı yakalamaya çalışıyor. Herkeste bir telaş. Bir tek ben, Sara. Sakin.
İnsanlar aralarında konuşuyor. Bir sürü laf dolaşıyor etrafta. Sahil güvenliği arayanlar polis çağıranlar. Kıyıdaki sesleri duyuyor Sara. Yüzü seçiliveriyor kıyıdan vuran şehir ışıklarıyla. Çocuksu bir kadın. Yüzü bir çocuğun masumiyetine sahip, vücudu bir kadın. Beyaz dişleri parlıyor. Gülüyor çünkü. Korkmuş görünmüyor. Aksine mutlu gibi. Onun bu rahatlığı beni eğlendiriyor. Eğlendiğimi kimseye belli etmemeye çalışıyorum. İnsanlar tarafından linç edilmek istemem.
Sara’nın yanında şimdi ben olsaydım diyorum kendime. Kendi sesinde sağır olana kadar bağırmasını söylerdim ona. Dilediğince bağır, burası insanların yeri değil. Kimse karışmaz sana. Kalbini ve aklını, bilinmez yollarda gezinen düşüncelerini söyle dalgalara ve seni engelleyen eksikliklerinden kurtul. Çılgınca çekerdim kürekleri. Herkese özgürlüğümü kıskanmamalarını söylerdim.
Kıyıda film izler gibi izleyen güruh söylenip duruyor. Bu saatte girilir miymiş, ölmeye mi çalışıyormuş, kafayı mı yemiş…
Bankta oturanlardan bir kadın, kibar insanlara has bir tavırla “Otistik mi acaba?” diye sordu yanındakine. Onun bu konuda yetkin biri olmadığını ve hatta bilmişlik tasladığını “Zihinsel özürlü herhalde…” diye yanıtlayıp kaba kaba gülmesinden hemen anladım.
“Otizm zihinsel özürlü demek değil… Sadece başka bakarlar her şeye, ” diye seslendim. Herkes kafasını bana çevirince orada olmanın ağırlığı çöküyor üzerime. Söylediğimi karşıdakilerin duydukları kesin ama ne demek istediğimi anlamıyor kimse. “Dikkat çekmeye çalışıyor işte. Şımarıklık bu yaptığı…” Ve daha bir sürü laf söylemeye, ileri geri konuşmaya devam ediyorlar. Ayıplayıcı, duyarsız ve küstah suretler, duygudaşlık yoksunluğunu olanca korkunçluğuyla gösteriyor işte… Anlayışsızlık somutlaşıyor böylece. Sara’nın yapmakta olduğu şeyden çok, bu anlayışsızlık korkutuyor beni. Sara dünyayı anlamaya çalışma derdinde değil. Onun adına diğer herkes yelteniyor buna. O an, kayıkta olmayı çok istediğimin farkına varıyorum. Sara’nın yerinde olmak istediğimin.
Adam kayığa atlıyor sonunda. Tam o anda Sara görüyor beni. Kıyıda, uzakta duran beni. Tanıdığı hiçbir şeyin olmadığı bir dünyada bildik birini görmüş gibi bana el sallıyor. Merhaba gibi bir el sallayış; hoşça kal ve merhaba arasındaki incecik ayrımı anlamam tuhaf. Onca kalabalığın içinde beni fark etti. Ben de onu. Sadece benim ve onun olduğu bir dünya. Beni gördüğüne göre onu kıyıya çağırmalıyım. Ama içimden gelmiyor. El sallıyorum.
İkisi de aynı kayıkta. Dalgalar, adamın kayığa çıkmasına kızmış gibi büyümeye başladı. Sara, deniz, dingin gökyüzü; hepimiz adamın kayığa çıkması ile büyük bir hayâl kırıklığı yaşıyoruz. Gök daha bir kararıyor. Bir anda. Kayığı alıyor. Köpüklü siyah. İçine.
“Gitti çocuk! Adamı da götürdü! Boğuldular mı?!…”
Deniz bomboş ve kimsesiz gibiydi. Dalgalar durulmuştu. Parmağımın ucunda ipince bir çizgi oluncaya kadar dalgaları izledim…
“Sonra. Sonra ne oldu?”
Sonra. Suyun yüzeyinde iki kafa göründü. Kayık ters dönmüş. Babamla ters dönmüş kayığa tutunarak sahil güvenliğin gelmesini bekledik…
edebiyathaber.net (1 Temmuz 2023)