Sabah kalkar kalkmaz hemen çayı koyuyorum. Önden bir bardak bergamotlu çay içmek iyi geliyor. Hızlıca üstümü giyiniyorum. Bugün işe geç kaldım. Ayaküstü bir lokma ekmek , zeytin, peynir atıştırıp bulaşıkları lavaboya dolduruyorum. Çıkmadan önce bir kez daha yokluyorum Halil’i. Televizyonu açıyorum. Şu sürekli kavga gürültünün olduğu, küfürlerin havada uçuştuğu evlilik programlarından birini bulup, sesini de biraz yükseltip, çıkıyorum.
Bugün şansıma yollar çok kalabalık değil. Yine de zor yetişiyorum. Bizim iş beklemez. Ağaçların arasından gitmeyi sevdiğim yolu, hızlıca tırmanıyorum. Nefes nefese kalıyorum. Gasilhaneye yaklaşınca cenaze yakınlarının feryat figan ağlama sesleriyle, Halime karşılıyor beni. Göz ucuyla ağlayanlara bakıyorum içim cız ediyor. Kaç yıldır bu işi yapıyorum ama ağlayan ana baba gördüm mü yüreğim dayanmıyor. Anası, bir taraftan ortalığı inletirken bir taraftan da kendini yerlere atıyor. Tozu dumana katıyor. Halime ile göz göze geliyoruz.
“Kızım niye burada bekliyorsun? İçeri girip abdestini alsaydın ya. Kaç hafta oldu işe başlayalı?’’
“Napayım abla kolay mı sen de?’’ diyor.
İçeri geçip, hızlıca abdest alıyoruz. Beyaz tülbentimi sıkı sıkı bağlıyorum. Önlüğümü geçirip, gırç gırç yapan çizmelerimi giyiyorum. Mevtanın yanına geçince Halime dayanamıyor. “Yazık çok gençmiş. Allah günahlarını affetsin. Konuşurlarken duydum. İntihar etmiş. Küçük çocuğu varmış. Çocuk bir gece ansızın ölmüş. Bu garip de dayanamamış. Arkasından gitmiş’’ Gözüm boğazındaki ize takılıyor. Başım dönüyor. Bir yakınını çağırma bahanesiyle, dışarı kendimi zor atıyorum. Derin bir nefes alıp toparlanmaya çalışıyorum. Annesi geliyor. Duvarın dibine çöküyor, bir ağıt tutturuyor. “Ahh!!! Yavru ceylanım zalım kader seni avladı. Seni yavruna kavuşturdu beni sana hasret bıraktı’’ Sesi gittikçe bir iniltiye dönüyor. Kadının iniltisi sanki karnımdaki boşlukta dalga dalga yayılan bir sızıya dönüşüyor. Bir an soğuk taş üzerinde yatan kızın yerinde kendimi görüyorum. Sırtım buz gibi oluyor.
“Abla iyi misin? Rengin sapsarı oldu.’’
“İyiyim ablam. Tansiyonum düştü. Hadi bitirelim de daha fazla eziyet çekmesin zavallı’’
Besmele çekip, bir çocuğu yıkar gibi şefkatle yıkıyoruz. Abdestini aldırıp, kefenliyor, üzerine gül suları serpiyoruz. Yıkama bitinceye kadar Halime durmaksızın “Gufraneke ya Rahman” “Gufraneke ya Rahman’’ diye tekrarlıyor. Sanki ne kadar çok tekrarlarsa ,o kadar çok günahları affolacak. Cenaze arabasına konunca feryatlar göğe ulaşıyor. Daha da kötü oluyorum. Dayanamayacağım. Müdürden izin alıyorum. Şimdiye kadar hiç izin almışlığım yok. İkiletmiyor.
Eve kendimi zor atıyorum. Üzerimi değiştirip bir banyo yapıyorum. Evin içinde dalgın dalgın biraz dolaştıktan sonra, odasının kapısını açıp, menekşelerin yanında yatan Halil’e bakıyorum. Kabloların arasından gözünü dikmiş tavanı seyrediyor. Ya da bana öyle geliyor. Evcilik oynarken uyutmaya çalıştığımız bebekler gibi kıpırtısız yatıyor işte. Yanına kadar gidiyorum. Nefesini kontrol ediyorum. Nefes alıyor. Uzun süre yatmaktan oluşmuş yaralarından yayılan ekşimtırak koku, son günlerde iyice arttı. Camları açıyorum. Sehpanın tozunu alıyorum. Yatağının yanındaki kanepenin yastıklarını kabartıyorum. İlaçlarını düzenliyorum. Sabah giderken açtığım televizyonu kapatıyorum. Bir sigara yakıp yatağının kenarına bağdaş kuruyorum.
‘‘Ahh Halil !!! Bir çiçekleri bir de ölüleri seviyorum. İnsanlar ölülerden korkuyor. Hatta benden bile korkuyorlar. Komşular elimden bir bardak çay içmiyor. Ne saçma!! Onların kimseye zararı dokunmaz ki. Mesela kimseye dayak atamazlar, küfredemezler, hırsızlık, hainlik yapamazlar.’’
Elimdeki sigaradan bir nefes çekip suratına üflüyorum. Bir tepki bekliyorum. İçine göçmüş ölü balık gözlerinin feri sönmüş. Söylediklerimi duysun istiyorum. İyice yaklaşıyorum.
“Bugün gasilhaneye genç bir kız getirdiler. Çocuğunu kaybetmiş, dayanamamış. İntihar etmiş. İçimden ne dedim biliyor musun? Bilmezsin! Beni hiçbir zaman insan yerine koymadın ki nereden bileceksin.-Neyse- Benim yapmaya cesaret edemediğimi yapmış dedim. Biraz cesaretim olsaydı bugün yavrumu öldüren adama bakıyor olmazdım. Onun peşinden ben de giderdim. İçip içip kuduz köpekler gibi nedensizce etrafa saldırdığın gece, benim yaşam kaynağımı, tek umudumu elimden aldın. Daha kucağıma almadığım yavrumun nefesini soldurdun. Sonra da utanmadan yalan söyledin ‘Ayağı takıldı düştü’ diye. Bakmalara kıyamadığım patikleri, yelekleri sandıkta çürüdü.’’
Akan gözyaşlarıma engel olamıyorum. Ellerim titriyor. Yatakta yatan kemik yığınına bakarken onunla geçen yıllarımı düşünüyorum.
“Ama Allah cezasız bırakmadı. Seni bana mahkum etti. ‘Halil, beyin kanaması geçirdi’ dediklerinde, yalan yok, bırak üzülmeyi bir bardak soğuk su içtim. İçim ferahladı. Kimsenin ne diyeceğine aldırmadan, bir damla gözyaşı dökmedim. İlk günlerde kapımızı aşındıran akrabaların bile unuttu seni. Gün be gün kökü kuruyan çiçekler gibi solmanı izledim. Ama artık yoruldum. Allah korkusu da bir yere kadar be Halil . Öl artık!!! Sen de kurtul, ben de kurtulayım. Bugün o kızın yerinde yatan sen olmalıydın. Musalla taşına yatırıp ‘Hakkınızı helal ediyor musunuz’ dedikleri gün ‘Helal olmasın’ diycem bilesin Halil.” Halil’in gözlerinden gri bir bulut geçiyor sanki. Etrafa bir sidik kokusu yayılıyor.
“Bir kahvenin kırk yıl hatırı varmış derler, Halil. Ama biz seninle hiç karşılıklı kahve içmedik ki,’’ gözlerine içine gözlerimi dikip ,süpürgenin fişini çeker gibi fişini çekiyorum. Üstümden bir yük kalkmışçasına ferahlıyorum. Sigaramdan son nefesimi çekip, söndürüyorum. Kendime bir kahve yapmaya gidiyorum.
edebiyathaber.net (1 Haziran 2023)