Öykü: Kolsuz Milon Mehmet’in hikâyesi | Tacim Çiçek

Kasım 28, 2023

Öykü: Kolsuz Milon Mehmet’in hikâyesi | Tacim Çiçek

‘Öğretmenliğimin ilk yıllarında tanıdım onu. Akdağ Ormanları’na yakın birkaç köyden biriydi atandığım yüz hanelik Otluk köyü. İki mahalleden oluşuyordu. Okul yukarı mahallede olduğundan biz buradaki lojmanda kalıyorduk, eşim ve iki küçük kızımla.

Bu köyde her ev iki katlıydı. Evlerin ilk katı taştandı. Ahır olarak kullanılıyordu. İkinci kat tamamen ahşaptı. Genişçe bir salona açılan en çok üç odalı bu bölümlerin düzenleri, taştan, topraktan şömineye benzeyen ocakları insanı kendine çekiyordu, çünkü otantikti ve bunları başka yerde bulmak, görmek olanaksız gibiydi.

Köylüleri yakından tanıdıkça bu köye atandığıma hiç üzülmedim. Hatta bambaşka bir yöreyi ve yaşamı daha yakından tanıdığım için mutluydum. Asıl adı Mehmet olan o kolsuz insanın, çünkü sol kolu dirsekten kesilmişti, başından geçen olay beni ilgilendirmiyordu aslında. Ama bir ansiklopediden, çocuklar için bilgi araştırırken, ‘Yunanlı Atlet Milon’u öğrendikten sonra içimde dayanılmaz bir merak beni peşinden sürüklemişti. Ve artık düşüncem onunla doldu. Hikâyesini öğrenmek istedim. Aslında onu incitmek de istemiyordum. Yine de isteğime karşı koyamadım. Köylünün ‘Kolsuz Milon Mehmet’ dediği, bir basketbolcu kadar uzun boylu, boksör kadar geniş omuzlu, pehlivan kadar da kaslı insanı çevresindekilerden öğrenmeye çalıştım.

                                           1

‘Ormanlarla kaplı yüksek, geçit vermez dağların, halaya duran insanlar gibi denize karşı el ele verdikleri bu yerde yaşamak hünerdir, öğretmen. Üstelik de zordur.

Ekmek söylenildiği gibi aslanın ağzında değil, ta midesinin sonundadır. Çevremiz, bölgemiz, yaşadığımız koşulların hepsi de aslandan daha vahşidir. Günlük ekmeği bile zor verir insana.

Gitmek mi buralardan, hep başka bahara kalan bir yılan hikâyesidir. Hani bülbül misali!

İşte, altın kafesi beğenmeyen o bülbül gibi alıştığımız bu yerden kopamıyoruz. Memleket çünkü. Kök salmışız, ormanlarımızı oluşturan binlerce ağaç gibi. Bu iklimin ağacı başka yerde zor yaşar. Öyle kolay olmaz kök salması ve hayat bulması.

Ya, hangisini söyleyeyim işte.

Ama şimdilerde buralardan gidenler oluyor, büyük şehirlerin kalabalıklarında kayboluyor, baba, oğul, ana, kız birbirini tanımıyor. Kısacası yaban ellerin içi seni yakar dışı bizi. Ele güne karşı da dönemiyor çoğu. Ne acı değil mi?

Çevremizdeki ormanların kuytulukları, güneşin ışıklarıyla oluşan göz alıcı yakamozlarla daha güzeldir. Ama insanın ayağı değmemiştir buralara. Loş ışıklı kuytulukların kadife yumuşaklığındaki çimeni cinlerin, perilerin oyun yeridir çoğu insanımıza göre. Onlar, her gün bayrammış gibi eğlenir. Türkü söyler. Düğün yapar. İki yamacın birleştiği yerlerde, derelerde su çoktur. Sesi insanı kendine çeker derelerin, ama insanımızın içinde yaşattığı canlılardan dolayı bu derelere girilmez pek.

Suyunu ta kaynağından insana verememenin hüznü ile öksüz çocuk gibi insan yolu gözleyen su kaynakları cinlerin, perilerin ve buralarda yaşayan ayıların, kurtların, tilkilerin ve yaban domuzlarının sulaklarıdır. Yazın ya da hafta sonları kendi ineklerini, mandalarını, öküzlerini ve katırlarını otlatan her yaştan okul çocuğu büyüklerinden duydukları, çoğunlukla kutsal kitaplardan kaynaklanan, ve yüzlerce yıldan bu yana kulaktan kulağa anlatılagelen, zaman içinde de çığ gibi büyüyen cinli, perili, öcülü anlatılardan dolayı bu kuytulukların yakınından bile geçemezler. Avcılar bile yetişkin insanlar oldukları hâlde buralara gruplar hâlinde de olsa uğramaz. Geçimini ormandan sağlayan nice köylü, kalabalık olmadıkları sürece bu yerlerde işaretli ağaçları kesmez. Ama işlerini kaybetmemek için yanlarına aldıkları, köy hocasının yaptığı, muskalarla ve bağıra çağıra söyledikleri türkülerle, dualarla, lanetli saydıkları bu yerlerde kesilmesi gereken ağaçları keser. Orman yetkilileri de köylülerin bu korkusunu bildiklerinden, kesim işinde kullandıkları köylülerin isteğine göre ağaç işaretler ve buralardan çoğu zaman uzak dururlardı. Ama Mehmet bizim gibi değildi. Korkusuzdu. Kendine güveni sonsuzdu. Müthiş biriydi. Okumayı, yazmayı asker ocağında öğrenmişti. Teskeresini aldığı zaman köye dönmeden önce şehirden çok kitap getirmişti. Hepimiz ona gülmüştük, kitapları gösterip konuştuğunda.

Kitap kurduydu. Okumayı çok seviyordu. Söylediğine göre, ranza arkadaşı bir ‘sakıncalı piyade’ymiş. Okuma, yazmayı o öğretmiş, sonra kitap okumanın insanı çok bilgilendirdiğini söylemiş. Okula gitmenin yaşı varmış da okumanın yaşı olmazmış. Mehmet, ondan bir din büyüğünden, evliyadan söz eder gibi söz ederdi. Ona bağlıydı. Allah var, köyde bir tek Mehmet’in çocukları okuyup adam oldu, meslek edindi…

Çocukları köyümüzün onuru! Biri hâkim, öteki de öğretmen. Zamanında ona düşmanlık yapanlar, şimdi onu örnek alıp kız, erkek ayrımı yapmadan çocuklarını ilçede ev tutup okutuyor. O, tek koluna rağmen deli gibi çalışıyor. Yanında iki çocuğu var, onları da ötekiler gibi adam etmeye özen gösteriyor. O başarır, çünkü azimli ve akıllı. Çocuklar da ona çekmiş. Boşuna, otu çek köküne bak dememişler ya, şimdiden tuttuğunu koparıyor çocuklar.

Mehmet iyi, hırslı biri, dedim ya azimli, yürekli de. Dışarıdan ilkokulu bitirdi. Otuzuna geldiğinde ortaokul sınavlarına girdi, ama başına o büyük felâket gelince dünyası yıkıldı. Hayata küstü. İçine kapandı. İmtihanlara girmedi. Yalnız hayata küskünlüğü çok sürmedi. Sanki eskisinden daha çok bağlandı hayata. Eski neşesine kavuştu. İki kollu olduğu zamanlardan daha çok çalışmaya başladı.

Binlerce kolu varmışçasına sarıldı işe ve sevdiklerine.

Buraların insanı ekmeğini zor kazanır dedim.

Herkesin bir evlek büyüklüğünde bahçesi var. Yetiştirilen sebze ve meyve uzun süren kış için kurutulur. Turşu, reçel yapılır. Bostan saman içinde ya da tavana iple asılarak saklanır. Ceviz toplanır. Armut, elma kurutulur. Duttan pekmez yapılır. Her hane bir koyun ya da keçi keser. Et güneşte kurutulur. Bir bölümü kavurma yapılır. Yaşadığımız yer öylesine dağlık ki tarla yok denecek kadar az. Bir iki evlek büyüklüğündeki tarladan elde ettiğimiz buğday ve arpa ancak ihtiyacımızı karşılar. Harman zamanı sararmış başaklar ya katır sırtında küçük harman yerine taşınır, ya da tarlanın yakınındaki düzlükte çeç edilir. Arpa ve saman hayvanlarımıza, buğday da bize un, bulgur, dövme için…

Bu söylediklerimin hepsi en küçük bir aileyi bile geçindirecek düzeyde değil. Katırımızla, öküzümüzle ve kendi gücümüzle ormanda çalışmasak hepten aç kalacağız. Bu yüzden her evin bir kesim motoru var. Başka ihtiyaç­lardan önce bu alınmak zorunda… Eğer yoksa yalnızca bir balta ile payına düşen ağaçları istenilen zamanda devirip tomruklaştırmak ve hayvanlarla belli merkezlere taşımak imkânsız. Bizim burada orman işçiliği, ağaç kesimi, tomruklaştırma ve tomruk taşıma zor. Dağlar, dereler, sık ağaçlar geçit vermez. Mandalar, öküzler uçuruma yuvarlanabilir. Onca yıllık emeği yitirmemek için çabalarsın, göz göre göre seyretmezsin ya, onların yuvarlanmasını, onları kurtarayım derken kendin de ölebilirsin. Bunlar olağan burada.

Ecevit’in eseri olan KUP, yani Köye Ulaşım Projesinin yolları bile bizim buraların köylerini hem birbirine, hem de ilçeye il’e tam anlamıyla bağlayamamıştır. Doğa izin vermiyor çünkü. Doğru mu gerçekten, inan bilmiyorum bunu. Elin adamı Ay’a gidiyor bizimkiler doğru dürüst yol yapamıyor, anlamış değilim bunu. Ama destanlarda, masallarda dağları bir uçtan bir uca delebiliyoruz. KUP yolları yalnızca ağaçlar için. Bir hastan oldu mu yandın. Önce katırla bucağa götüreceksin. Bucakta da jip veya traktörle ilçeye götüreceksin. Paran varsa tabii. Yoksa…

Düşünmek bile istemiyorum be. Buranın insanı ilçeye veya il’e mahkemeden mahkemeye ya da bayramdan bayrama alış veriş için gider ancak. Bunun dışında da içe dönük yaşar, ne yapsınlar ki…

Ağaç kesimine biz  ‘katliyet’ deriz.                 

Eksperlerin işaretlediği ve payımıza düşen ağaçları gün boyu keseriz. Kesim motorlarının sesleri yeri göğü inletir. Ormanın hayvanları sivri tepelere yönelir. Günlerce yuvalarına, yaşam alanlarına dönmez. Korku yüreklerini çatlatır.

Ne yapacaklarını bilemezler. Deprem oluyormuşçasına sağa sola kaçarlar. Herkes payına düşen ağaçları kestikten sonra, dallarını ve yapraklarını ayırır. Söylenilen uzunlukta keser. Soyar. Sonra da tomrukları tek tek bir ya da iki öküzle, mandayla kamyonlara yüklenecek olan depolara çeker. Buralar, yol kıyısı, düzlük veya orman kulübesi önü olabiliyor. Taşıma öyle söylediğim gibi kolay olmuyor ama. Bu iş oldukça zor, emek, sabır ve dikkat ister… Dalgınlık aman ha! Hayvanını, canını kaybedebilirsin… Hayvanını kaybedersen de öldün demektir. Kolun kuvvetin, ekmek teknen o hayvandır çünkü. Belini doğrultamazsın…

 İşte böyle öğretmen, neden böyle zengin kalkışı yaptın; akşam yemeğine kalsaydın.         

 ‘Başka zaman Muhtar, işlerim var zaman da çabuk geçmiş size afiyet olsun. Anlattıkların için de teşekkür ederim ayrıca…’

2

 Hâlen asıl istediğimi öğrenememiştim. Gittikçe artan merakım bir çember gibi beni sıkıyordu ve nefessiz bıra­kıyordu. Aynı konuyu Muhtar’dan bir daha soramazdım. Köyün küçük kahvehanesine gittim. Sobanın yanı başında uyuyorlar­mış gibi ısınan yaşlıların arasında kendime yer buldum. Bana öylesine selam verdiler.

Ama içlerinden biri benle ilgilendi.

Gözlerini açtı, gülümsedi. Uyuyor muydunuz dedim. Uyumadığını, düşündüğünü söyledi. Gözleri kapalıyken daha iyi düşünüyormuş. Ne düşündüğünü söyler misin dedim.          

Benim gibi yaşlı biri yalnızca eskileri düşünür dedi. Bundan cesaret aldım. Kahveciden ikimize çay istedim. ‘Kolsuz Milon’u ve kolunu nasıl kaybettiğini öğrenmek istediğimi söyle­dim. Şöyle bir baktı. Daha bir doğruldu. Asasına dayandı iyice. Gözlerini yanan sobaya çevirdi. Ve başladı bir masal gibi anlatmaya…

3

‘O buraların en güçlü, kuvvetli adamıydı. Senin de gördüğün gibi, dağ insanı ova insanına göre daha bir heybetli oluyor. Hepsi iriyarı, uzun kollu ve uzun bacaklı! Yere kırk beş numaralı lastik ayakkabı ile basıyor. Be­deniyle, kollarıyla ekmeğini kazanıyor. Çevreye uyum sağ­lıyor böylece. Mehmet diyordum. İçtendir. Merhametlidir. Sabırlıdır. Hakaret sayılmazsa Peygamber gibidir.

Taşı sıksa suyunu çıkarır, ama karıncayı da incitmez. Yardımseverdir. Sen Mehmet’i iki kolluyken görecektin. Böyle değildi, dimdikti. Uzundu, ama zayıf değildi. Pazuları nah şöyle, bilekleri soba borusu gibiydi. Yere bastığı zaman yer sarsılırdı. Onun başına gelen bir başkasının başına gelseydi o anda ölürdü vallahi! O, namlı pehlivan­lar gibiydi. Namını duyduğumuz bir Kel Aliço, bir Herkül’dü. Zaten doktorlar, sağ kalması bir mucize demiş. Sporcu mu diye sormuşlar. Vücudu çok geliştiği için dayanabilmiş. Yoksa ölürmüş kan kaybından. Mehmet, düğünlerde, şenliklerde hep birinciydi. Buralar da onu alt eden biri çıkmıyordu karşısına. Her zaman her yarışmayı kazanırdı. Karakucak güreşlerde, tura oyununda, ciritte daima kazanan o olurdu. Gücü, kuvveti ve insanlığı kelimelerle anlatılamayacak olan bu güzel insanı ta çocukluğundan beri kıskanan biri vardı. Mehmet’le yaşıttı, aynı boydaydı. Onunla yarışırdı ve yenilirdi. Görünürde Mehmet’e dosttu, düşman değildi, ama su uyur düşman uyumazmış. Nerede Mehmet övülüyor, o orayı terk ederdi.  Hatta bu köylüler için onları yarıştırmak için güzel bir gerekçeydi…

Mehmet’i görmeliydin, o zaman kimi ağaçları bükerek kökünden çıkarırdı. Onunla yaşıt olanlar onu hem sever hem de kıskanırdı. Çünkü yabandan gelenlere karşı ya da yabana gittiği zaman gurur kaynağı idi, ama köy içinde de herkese üstünlüğü yüzünden kıskanılırdı, düşman görülürdü.

Çok teklifler aldı Mehmet. Güreşçi olabilirdi ya da boksör, ama o hiçbirini istemedi, burada kaldı. Ünlenirdi. Zengin olurdu. Bazen kendi kendime sorduğum olur: Mehmet, başına gelecekleri bilseydi acaba, köyden gider miydi? diye. Yanıt bulamıyorum hâlen, şöyle böyle olur gibisinden yani öğretmen. Kolunu kay­betmesine çok üzüldüm. Şimdi bile aklıma geldikçe titre­rim ve ağlarım için için.

Mandanın birine kısa diğerine uzun zincirle iki tomruk bağlamış, çektiriyordum. Öyle bir yerden geçmek zo­rundaydım ki, nasıl söylesem işte, olsa o kadar olur, dik bir bayır. Manda geçecek genişlikte bir yol. Yüreğim ağzım­da. Durmadan dua ediyorum. Bir yandan da tomrukları gözeti­yorum. Elimdeki kocaman sağlam değnek ile de yoldan çıkma­sın diye arada sırada güçlükle de olsa düzeltiyorum. Korktuğum başıma geldi. İki tomruk dar yoldan kaydı. Birkaç saniye içinde mandayı da sürükleyerek elli metre kadar aşağıdaki çamlara dek yuvarlandı.

Çamlara yaslanınca da durdu. Öleceğimi sandım. Manda tomrukların altında kalmıştı. Kaburga kalmamıştı hayvanda. Durmadan böğürüyor­du. O ne sesti Allah’ım…  Ne yapacağımı bilemedim. Elim ko­lum bağlandı. Bir tomruğu bile bir milim kımıldatamadım. Manda göz göre göre ölüyordu. Mehmet Hızır gibi yetişti. Bana yakın bir yerde ağaç kesiyormuş. Sesini duymuş man­danın. Yardıma gelmiş. Gözlerimle gördüm. Tomrukları tek tek sırtladığı gibi yola taşıdı. Onları sağlama aldıktan sonra mandaya koştu. Hayvan acı çekiyordu.  

‘Yapacak tek şey var,’ dedi.                                         

‘Ne yapacaksan yap,’ dedim.                        

‘Bundan sana artık hayır yok komşu, keseceğim. Yüze­ceğim. Etini köylüye satacaksın,’ dedi.

  ‘Haklısın,’ dedim.

 Mehmet, kısa zamanda mandayı kesti, astı ve yüzdü. İç organlarını çıkardı. Onun içini temizledi. Sonra da sırtladığı gibi köye getirdi. Bana mısın demedi. Herkes şaştı ve saygı gösterdi ona. Zararım çok olmadı diye sevindim de ne yalan söyleyeyim şimdi. Peki, o olmasaydı ne yapardım, inan düşünmek bile ürpertiyor beni.’

4

Kahveci Seydi Amca, yanımızdaki boş sandalyeye oturmazdan önce sobaya birkaç meşe odunu koydu. Sandalyeye oturdu. Bize baktı.

İhtiyarın bıraktığı yerden anlattı Mehmet’in hikâyesini…

Mehmet’in ünü çevreye yayıldıkça, onun Mehmet’e olan düşmanlığı da iyice arttı. Korkusundan dolayı açık­ça söyleyemediğini, yapamadığını kahpece gizliden gizli­ye içinden çıkardı, ama yine de hiç kimse Mehmet’e böyle bir oyun edeceğini düşünmemişti.

Cesaret edemez diyorduk. Çünkü böylesi bir tuzak ancak şeytan işi olabilirdi öğretmen bir şeytanmış, bilememişiz ki…

Bizim buralarda düğün âdetleri başkadır. Gençler gün batımından sonra sabaha kadar eğlenir. Köy meyda­nında büyük ateş yakar. Ateşin etrafında çeşitli oyunlar çıkarırlar. Yerler, içerler, eğlenirler. Mehmet’e kini olan, adı batasıca böylesi bir eğlence sırasında, içkinin de etkisiyle köyün gençlerini kandırıyor. Bir ya­şını bitiren iyi beslenmiş bir danayı çarşaflarla saklı­yor, gençlerin omuzlayarak kaldırmaları için ateşin önüne getirtiyor. Ama kendisinin rahatça kaldırabilmesi için elli ile yetmiş kilo ağırlığındaki bir danayı aynı çarşaflarla kamufle ediyor. Bunları ayrı ayrı zamanlarda getirmelerini ve en ağır olanı da Mehmet’e vermelerini istiyor gençlerden. Bu arada en yakın iki arkadaşını kafa alıyor ve arkadaşları da Mehmet’i sarhoş etmeye çalışıyor. Arkadaşları ‘sarhoş ettik,’ diyor, o da inanıyor buna. Oysa Mehmet işin içinde bir iş olduğunu anlıyor ve o ikisinin sunduğu rakıların bardaklarını gizlice masaların altına döküyor, içmiyor. Sonra ortaya çıkıyor.             

‘Arkadaşlar, Mehmet mi güçlü yoksa ben mi?’

‘Mehmet güçlüdür!’ diyor gençler.              

‘Böyle söyleyeceğinizi biliyordum. Mandanın etini taşımak kolay, Halep oradaysa arşın burada, şimdi bir öne­rim var, üstü çarşaflarla örtülü bir danayı önce ben sonra o kaldıracak, ama bir şartım var!’ diyor.

Mehmet iddiaya girmiyor. Çünkü iddianın sonu acı. Kay­beden köyü terk edecek. Ne kendisinin ne de onun köyden gitmesini istemiyor. Bu iddiadan habersiz olan gençler, Mehmet’e yükleniyorlar. Bu arada da fikir değiştiriyor ve yüz elli kiloluk danayı getiriyorlar ona.

Ne kadar uğraşıyorsa danayı kaldıramıyor. Gençler, oyunu tersine çeviriyor ya, bu defa iyi beslenmiş danayı götürüp diğerini getiriyor ve Mehmet bir defada danayı kaldırıyor. O, utanıyor, üzülüyor. Mehmet ona sarılıyor. Arka­daş olduklarını verilen sözün hiç mi hiç önemli olmadığını söylüyor.

Onu o günden sonra gören olmadı. Sanki evden çıkmıyor, çalışmıyordu. Nerden bilirdik ki şeytanlık düşündüğünü… Bu arada yüz elli kiloluk danayı kaldırdığı dilden dile dolaşan Mehmet’in adı, kim taktıysa, galiba eğitmen miydi, öğretmen miydi, şimdi pek hatırlayamıyorum ama Milon oldu. Galiba o zamanki öğretmen, olayı duyunca demişti ki:

‘Sende Yunanlı atlet Milon’un gücü var Mehmet!’

‘Yunanlı Milon da kim?’ diye sormuştu Mehmet de.

Öğretmen de:                                                  

‘Milon, 6.yüzyılın sonlarında yaşamış Yunanlı bir at­let. Kuvvetiyle ve halkın önünde omzunda öküz taşımak gibi birtakım kuvvet gösterileriyle ün almıştır,’ dedi. Bunu öğrendikten sonra köylü ona ‘Milon Mehmet’ demeye başladı. Biçarenin, bir yanıyla adını aldığı adam gibi olacağını nerden bilirdik ki…

5

Yüreğim daha da yandı. Acılandım. Kahroldum. Çünkü Milon’un ibret verici sonunu biliyordum. Acaba nasıl bir tuzağa düşmüştü de sol kolunu dirsekten kaybetmişti? Böyle sorular benim yakamı bırakmıyordu. İçim içimi yiyordu.

Başka bir şey düşünemiyordum.

Ondan yaşadıklarını öğrenebilirdim ama nedense acısını yenilemek istemiyordum.

Mehmet’e tu­zak hazırlayan köylüsünün adresini yakın bir akrabasın­dan öğrendim. Hiç bir art niyetimin olmadığını, kendisini de suçlamadığımı belirttikten sonra, istiyorsa bana olayı yazmasını istedim, bir mektup göndererek ona. İlçeden gelenlere bana mektup var mı diye soruyordum. Ümidi­mi kestiğim bir akşamüstü, biri çıkageldi. Okulun bahçe kapsından avluya girerken görmüştüm son anda pencereden, ama kim olduğunu anlayamamıştım. Lojmanın ka­pısını çaldı. Hemen açtım kapıyı. Karşımda Muhtar duruyordu. İçeri girmesini söyledim, işim var dedi ve beklediğim mektubu bana uzattı. İçim içime sığmadı. Yerimde duramadım. Muhtar gittikten sonra zarfı açtım, mektubu içercesine okudum.

6

‘…Aslında böyle olmasını istememiştim. Ama şeytana uydum bir kere. Olan oldu. Bu yüzden de köyden kaçtım. Yüreğimde sızısı, aklımda acısı kaldı. Hiç unutmadım, unutamadım. Gerçi o büyüklük yaptı beni ihbar etmedi. Kendisinden kaynaklanan bir kaza olduğunu söyledi jandarmaya… İnan bu daha çok öldürüyor ve kahrediyor beni. Yıllar sonra ne diyebilirim ki!

Dosttuk. Arkadaştık. Yaşıttık. Aramızda tatlı bir rekabet vardı aslında. Bu rekabetten herkesi kırıp geçiren, düğünlerimizi şenlendiren oyunlar çıkarıyorduk. Günümüzü gün ediyorduk. Zamanla çevredekilerin de bilerek ya da bilmeyerek etkisiyle zıtlaştık. Soğuduk, uzaklaştık birbirimizden Daha doğrusu o bana yaklaşıyordu, dostluk arkadaşlık elini uzatıyordu, ama ben tersliyordum, uzaklaştırıyordum onu. Bazen ben de ona el uzatmak istedim, ama aramızdaki uçurumu büyütenler engel oldu. Ama suçun büyüğü benimdi inan. Bencilliğimin ve hırsımın kurbanı oldu arkadaşım.

Bükemediğim eli öpmesini bilmedim. Onun üstünlüğünü bana karşı bir silah gibi kullananlar kazandı aslında. Geç de olsa anladım ama. Ona karşı aklına gelmeyecek tuzaklar kurdum. Adım Şeytan Ahmet oldu. Beni kazanmak için çabalayan birine neler yaptığımı öğrenmek istiyorsun öyle mi öğretmen. Aklımı çelen kötülüklerin pençesinde kıvrandım. Ne yaptımsa da kurtulamadım bunlardan. İstediğimi yapmazsan benden kurtulamazsın diyordu. Yakamı bırakmıyordu. Beni uykusuz bırakıyordu.

İçimdeki kötülükten kurtulamıyordum. Benden istediği Mehmet’e bir ders vermemdi. İçimden çıkmayan bu kötülük şeytanmış. Şeytan bendim o zaman zaten.

Aklımdan hep Mehmet vardı. Başkasının fikriydi danayı omuzlayıp kaldırmak. Kim oldukları önemli değil şimdi. Çünkü onlara bu cesareti verdiğim için suçlu olan benim, onlar suçlu değil ki. Benim gözümde onlar da suçsuz. Eğer ben, o düşüncenin sahiplerine bu fırsatı hazırlamasaydım, bugün bunları yazdırmamış olacaktım öğretmen.

Cahillik ne kötü, kendi düşünceni başkasına yazdırıyorsun. Artık her şey geride kaldı. Onların Mehmet ile sorunları var mıydı, bile­miyorum.

Neyse…

O akşam içkiliydim. Verdiğim sözden döne­cek biri değildim, ama şimdi düşünüyorum da gençler beni durdurabilirdi isteselerdi. Niçin beni durdurmadılar, hâlen düşünürüm bunu. Cılız danayı getirebilirlerdi, hem ben kaldırırdım hem de Mehmet kaldırırdı. İkimiz de yeni­şemezdik. Köyde kalırdım belki. Ama asıl beni oyuna getir­diler. Mehmet’i kıskanıyorlardı beni kullandılar. Onlar bi­liyorlardı ki ben verdiğim sözden dönmem. Bu oyunu yaptı­lar bana. Başkasını yıllar sonra suçlamak doğru mu bilmi­yorum. Buralarda perişanım. Geçim bizim köyün şartlarından da zor. Paramparça olmuşuz ev içi. Çocukların her biri bir yerde çalışıyor, karın tokluğuna. Aldıkları para karınları­mızı doyurmaya bile yetmiyor inan. Ne altta var, ne üstte. Kendimi acındırmak için söylemiyorum, ama gerçek bu ne yazık ki.

O beni affetti. Ama ben kendimi affetmiyorum. Nasıl baka­rım Mehmet’in yüzüne. Alnı açık dolaşamam köyde. Köylümün yüzüne bakamam sonra. İşte bir ölüden farksızım İstanbul’da. Oturduğumuz ev kümes gibi, dar, ışıksız ve havasız…

İddiayı kaybettikten sonra el içine çıkamadım. Mehmet iyilik olsun diye bana yaklaştıkça da kötülük bildim. Onun beni bağışlaması, iddiayı düşünmediğini söylemesi, benimle görüşmek için haber göndermesi yüreğime bin acı kattı. Kısacası her şey üst üste geldi. Sonunda kararımı verdim. Bana gülen, köyde eskisi gibi gezmeme mani olan, beni eve mahkûm eden Mehmet’ten intikam alacaktım. Bu yüzden içimdeki kötülük büyüdükçe büyüdü.

Beklediğim an gelmişti. Kesim za­manıydı.

Çoğu insanın gitmeye cesaret edemediği hem engebeli hem de çok zor yer olan orman kuytuluklarından kesim hakkımı istedim ormancılardan. Bu yerler çok uzaktı. Kimse buralara gelip gitmezdi. Perilerin, cinlerin, kurtların, ayıların ve yaban domuzlarının cirit attığı yer­lerdi. Her şeyi göze almıştım çünkü. Hiçbir şey gözüme Mehmet’ten korkunç görünmüyordu o vakit. Gerekli hazırlığımı yaptım. En yakın arkadaşıma haber verdim. Mehmet’i ikna edip yanıma göndermesini istedim. Mehmet’in geleceğini ve böylece benimle barış yapacağını düşüne­ceğini biliyordum. O yanıma gelmeden tuzağımı kurdum.

Ve Mehmet’i bekledim. Geldi, düşündüğüm gibi tuzağıma düştü. Kolunu kaybetti… Yalnız ben oradan uzaklaşırken bizim Avcı Hasan’ı görmüştüm. O beni görmemişti. Mehmet’e oldukça yakın avının peşinden gidiyordu…

Ama nedense Mehmet’e yardım etmemiş… Bir anlam veremedim. İstanbul’a gelen giden köylülerden çok sonra bir şeyler duydum ama…’

7

Heyecanım arttı. Kolunu kaybetti, ama nasıl? Sonunda acıyı yaşayandan öğrenmek gerekiyordu.

Akşam yemeğinden sonra Mehmet’in evine gittim.

Seslendim.

Kapıyı, beşinci sınıfta okuyan kızı açtı.

Öğrencimdi. Oldukça da başarılıydı.

Babasının evde olduğunu söyledi. Sevinçle girdim eve.  Kızı, bana yol gösterdi. Mehmet çay içiyordu. Ayağa kalktı beni görünce. Yer gösterdi. Gösterdiği yere oturdum. Bana çay istedi karısından. Gözlerimi sol kolundan ayıra­mıyordum.

Ne için geldiğimi anlamış gibi:

‘Sen de kolumun hikâyesini merak ediyorsun değil mi?’

‘Evet’                                                                               

‘Hiç çekinme, acıma da, alıştım onun yokluğuna, bir eksik ya da bir fazla hiçbir şey fark etmiyor, çünkü na­sılsa her meraklanana anlatıyorum kolumun hikâyesini…’

‘Eğer sizi…’                                                                     

‘Olur mu hiç, evime beni düşündüğün için gelmişsin öğretmen, sana nasıl anlatmam o lanetli günleri ve olayı, dedi. Gözlerini yanımızdaki çocuklarına çevirdi ve başladı anlatmaya.’

                                                                                  8

‘Ahmet’in beni çağırdığını duyduğumda, ağaç kesiyor­dum. İşimi bıraktım hemen, söylenen yere gittim koşarak. Vakit öğlendi. Kesim motorlarının sesleri kesilmişti. Çalışmaktan yorgun düşen benim gibi işçiler hem dinlenir­di hem de beslenirdi. Ahmet’in beni beklediği yerde kimse yoktu. Birkaç kere seslendim. Ses veren olmadı. Biraz daha kuytulara yürüdüm. Birkaç adımdan sonra odunların ağaç kamasıyla kısmen yarılmış bir ağaç gördüm. Ağacın gövdesin­in topraktaki kısmına yakın yerden yukarıya doğru büyük bir V’nin dip kısmında balta sıkışmış gibi duruyordu.

Ağa­cın dallara ayrılan üst kısmına bakmak hiç mi hiç aklıma gelmedi. Çünkü onun tuzak kuracağı, hele hele böylesini akıl edeceği hiç aklıma gelmemişti. Ağacın dallara ayrıldığı gövdenin hemen sonuna gevşek bir kama koymuş. Kama ağaç dalındandı. Üstünü de yapraklarla örtmüş. Ağaca iyi­ce sokuldum. V gibi yarıktan öbür tarafa baktım. Akılsızlık işte ne deyim ki.              

Ahmet oturuyordu.

Bana ilgisizdi. Sanki benden habersizdi.     

‘Ne oldu Ahmet?’                                            

‘ Mehmet, sen misin?’                                    

‘Müthiş terlemişti. Korkmuş gibiydi. Gözleri iri iri açılmıştı. O, öyle bir fırlamıştı ki yerinden sana nasıl söylesem…’

‘Sen…’                                                                             

‘Beni çağırtmışsın, ne oldu?’                                       

‘Şey, şu… Baltayı çıkaramıyorum da!’         

Konuşurken gözlerini benden kaçırıyordu hep. Bir tu­haftı sonra. Kuytuluklarla ilgili anlatılanlardan sanmıştım ya…

‘Baltayı sol elinle bana doğru it. Bu taraftan da ben çekerim, çıkar o zaman belki,’ dedi.        

‘Bu çamı niçin yardın Ahmet?’ dedim.        

‘Çamdan çıra çıkaracaktım, ama yanılmışım işte!’

‘Hiç akıl edememiştim ki… Kendime güvendiğimden ağaca yanaştım. Yarığa sol elimi soktum.’

‘Olmuyor, çıkmayacak böyle, baltanın sapından tut,’ dedi.

‘Baltanın sapı kendinden yanaydı. Söylediğini yaptım. Ahmet, o anda aceleyle bir uzun dalla yukarıdaki ka­mayı öyle bir itti ki sol elimin dirsekten sonrası sıkı­şan ağacın gövdesinde kaldı. Sol kolumun bileği kırıldı. Ne olduğunu anlayamadım. Ahmet kaçıp gitti. Ne yapacağımı bilemedim. Öylece kalakaldım. Tuzağa düşmüştüm. Bekledim. Güneş battı. Kurtların, çakalların ulumaları kulaklarıma girdi. Derken az ötemde, ben diyeyim beş sen de on metre ötemden bizim ‘Avcı Hasan’ geçiyordu.

Usulca ve bir avlağın peşinden sanıyorum.

Tüfeği elindeydi. Ona seslenmedim önce. Çünkü yardımı seven hele bu durumlarda ölse de gitmeyecek olan biri. Beni görmemiş olamazdı. Uzaklaşınca avazım çıktığı kadar seslendim ona. Ne mümkün. Oradan hızla uzaklaştı. Bugün bile bir anlamam veremiyorum onun ilgisizliğine. Ava düşkündü biliyorum, ölesiye ama neden bakmamıştı bana. O zamandan sonra Hasan kimseye tek söz etmedi. Kısa bir zaman sonra da köyün dışında yaptıkları eve taşındılar… Benim gibi köylüler de onun bu davranışına bir anlam veremedi. Hiçbir düşmanlığımız yoktu birbirimize. Şimdi düşünüyorum da, yıllar sonra yani, insan bir aslan, kurt ya da tilki gibi odaklanınca avına çevresinde olan bitene kapatıyor kendisini o an… Böyle düşündüğüm hâlde, söz konusu bir insanın imdadı olunca akan sular durmalıydı… Neyse… Çaresizlik içinde ve korkudan ölüp ölüp dirildim sabaha kadar. Eşimi ve çocuklarımı düşündüm hep. Biri beni bulur diye anlatılması zor iki gün daha geçirdim öylece, aç ve susuz. Ulaşabildiğim, yaprakları çiğnedim, acı olmasına kar­şın. Beni aradıklarını gösteren bir işaret, bir ses yoktu. Ne bir tüfek sesi, ne bir nida ne de bir ateş vardı yakı­nımda. Her an bir kurt ya da ayı bana saldırabilirdi. Nice sonra ağacın öbür tarafındaki baltayı gördüm. Ayağımla ken­dime çektim. Sağ elimle yerden kaldırdım. Uykusuzdum. Yorgundum. Açtım. Susuzdum. Çaresizdim. Kocaman ağacı kesmem kaç gün sürecekti kim bilir, iki ya da üç geceyi daha böyle geçiremezdim. Ve gündüz düşlerimde çocuklarımı görüyordum.’

Baba nerelerdesin? Bizi bırakıp gittin mi? Biz sensiz ne yaparız sonra? diyorlardı bana.

‘Tek kollu bir baba, iyidir ölü bir babadan,’ dedim ve baltayı bacaklarımın arasında sıkıştırdım. Kemerimi çıkardım. Sol kolumu yukarı­dan sıkıca bağladım, elim ve ağzımla. Sonra baltayı elime aldım tekrar. Olanca gücümle sıkışan sol kolumun bileğini, parmaklarını ağaçta bırakarak bir vuruşta kestim. Bu öyle kolay olmadı. En yakın merkeze kadar sürüne sürüne gittim. Beni görenler bana doğru koşarken kendimden geçtim. Gözlerimi, günler sonra hastanede açtım. Eşim ve çocuklarım yanımdaydı. Beni, yaptıkları sedye ile orman şefinin arabasına kadar taşıyanlara, arabası ile hastaneye yetiş­tiren şefe hayatımı borçluyum. Çocuklarım için kimselere ve hayata küsmedim. Ahmet’e de.’                                         

‘İşte hikâyem bu öğretmen… Sahi ya öğretmen Yunanlı Milon’u biliyor musun?’ dedi sözlerinin sonunda.

 ‘Evet, biliyorum,’ dedim.                               

 ‘Anlatır mısın senden de duymak isterim?’ dedi.

9

‘Diolimos’un oğlu olan Milon, Yunanistan’ın en meşhur atletlerinden biriymiş. Krotone’de doğmuş olan bu meşhur atlet olimpiyat müsabakalarında altı defa birincilik kazanmış. Krathis savaşında hemen hemen yalnız başına düşman ordusunu bozguna uğratmış.

Görülmemiş bir kuvvete sahip olan Milon, eline bir nar alıyor ve parmaklarının arasında onu ezmeden o şekilde tutuyormuş ki, en kuvvetli adamlar, avucundan meyveyi alamıyormuş. Yağlanmış ve kaypak bir kaydırağın üzerinde ayakta durduğu hâlde kimse onu kımıldatamıyor, düşüremiyormuş. Başına sarık gibi kuvvetli bir ip sarıyor, sonra nefesini kesiyormuş. Bu zor idmanı yaparken kan alnına toplanıyor, ip etine gömülüyormuş. Sağ kolunu eli açık bir hâlde sırtına koyduğu zaman, başparmağını kaldırıyor diğer parmaklarını birleştiriyormuş. Bu vaziyette hiç kimse, en kuvvetli pehlivan bile onun küçük parmağını diğer parmaklarının yanından ayıramıyormuş.

Onun kuvveti gibi oburluğu da meşhurmuş. Bir oturuşta on kilo et, on kilo ekmek yiyor ve bir günde on beş pintes şarap içiyormuş. Bir gün dört yaşında bir boğayı omuzlarına alarak geniş bir spor sahasını baştanbaşa dolaşmış, sonra bir yumrukla taşıdığı boğayı öldürmüş ve o gün akşama kadar boğanın bütün etini yalnız başına yemiş.

Milon, hocası olan filozof Pythagoras’ın dersini dinlerken, bütün binayı tutan temel bir sütunun dibine oturuyormuş. O sırada sütun sarsılmaya başlamış. Milon, hemen sütunu tutmuş, sarsıntı durmuş. Orada bulunanların hepsi kaçmış. Kahraman sonradan çöken kubbenin altından kendini kurtarmış.

Milon’un ölümü de tuhaf olmuş. Bir gün yolda giderken, çatlamış bir ihtiyar meşe görmüş. Çatlağı genişletmek için elini yarığa sokmuş, zorlamış. Fakat ihtiyar ağaç kuvvetli çıkmış. Elini kapana tutulmuş gibi bırakmamış. Orada çakılmış gibi kalan ve bir türlü ayrılamayan Milon’u, aç kurtlar parçalamış…’

Uğradığı akıbet daima bir ibret dersi olarak öne sürülür.’ dedim.              Yanında oturan çocuklarına öyle bir sarıldı ki kolunu yitirmiş olmasına sevindiğini göstermek ister gibiydi sanki. Bu inanılmaz olayın insanı şimdi yaşıyor mudur bil­miyorum, ama ‘Kolsuz Milon’ların her şeye karşın yaşamlarını güzelleştirmeye çabaladıklarını düşünüyorum ve onların önünde saygıyla eğiliyorum.’

edebiyathaber.net (28 Kasım 2023)

Yorum yapın