Puslu bir sabah ya da değil. Ama serinlik daha yerimden kalkmadan düşüncesiyle tüm bedenimi ürpertiyor. Sıcacık yatağımdan çıkmak istemiyorum. Sandalyenin ucundan sallanan kapüşonlu hırkama ilişiyor gözüm, cebimde ip. Çok yatmak depresyon belirtisi derdi bankadaki arkadaşlarım. Hafta sonları bile erkenden uyanmak, ritmi bozmamak gerekmiş. Hepsi palavra. Depresyonun tam da göbeğindeyim ve çıkacağım da yok. Kuşlar gruplar halinde başka ülkelere göç ediyor ya da uyduruyorum, çoktan uçup gitmişler. Bir ben kalmışım bu şehirde bir de cebimdeki ip. Ayağımda prangalar, beynim aynı döngüye mahkum. Kimse artık beni görmüyor bile, görse de başını çevirmekten çekincesi yok. Hayatın kör noktasındayım. Akıp giden zamana, günlere, yaşamın ilerleyişine şahit tek bir aracım var. Biraz sonra günlük mesaimin başlamasıyla saatler boyu önünden ayrılmayacağım salon penceremiz.
Nohut oda bakla sofa bir daire burası. Baba yadigârı. Ama bu tanımlamanın bile bir sevimliliği var, bunu lanetimle alaşağı ediveriyorum. Evet pencerem, o eşsiz lebiderya manzarasıyla beni her gün başka diyarlara taşıyan tek dostum. Hadi canım, uydurduğumu anlamışsınızdır. Yarısı yerin altında, ancak üst yarısından önümden geçenlerin bacaklarını görebildiğim elli senelik Meziyet apartmanının en alt katındaki daireye ait sıradan bir salon camı. Ama annem sağolsun öğretmenlik yıllarında payına düşen ev temizliği mesaisinden yapamadıklarını iki günde bir pırıl pırıl ettiği penceremizden çıkarıyor. Belki de benim geçmişimde yaptıklarımı temizleyemediğindendir bu canhıraş temizlik isteği. Ben de üşenmeden hep aynı espriyi yaparım. Dikkat et anacığım düşeceksin, bu yüksekten parçan kalmaz Allah korusun. Üşenmeden de güleriz her seferinde. O da ne yapsın yalnız bırakmaz deli oğlunu, dibe vurmuş zavallı yavrusunu. Ne demiştim, evet işte benim ömür tükettiğim kör nokta. Üstelik bu kör noktayı yok edecek ne bir dikiz aynam, ne de geri dönüşüm mümkün. Frenlerim boşalmış, gidiyorum son hızla.
Mutfaktan, kızarırken çıkardığı çıtırtıları duyduğum yumurtalı ekmeğin yağlı, ağır kokusu sarıyor her yanı. Annem çoktan kalkmış ve çocukken sevdiğim için pişirmeye koyulmuş bile. Bıkmadan usanmadan gözlerimin içinde bir yaşam belirtisi, eski günlerdeki gibi bir ışıltı görmeye çabalıyor. Kızsın bana istiyorum, sarssın omuzlarımdan, tek parmağını gözüme soka soka çok kötü bir şey yaptın sen, tek ayak üstünde dur bu ders, desin. Ama yok… Oğlunu tamamen kaybetmekten korkan analığın sonsuz bağışlayıcılığı kalmış sadece. Bense sabahları duyduğum ilk koku olan kafeine ve onun dilimde bıraktığı acı kahve tadına hasretim. Her sabah ümitsizce eziyorum dilimi damağımda, belki bunca yılın tadından bir eser kalmıştır diye. Mutfaktan gelen koku ise ısrarlı, benimle alay ediyor belki de kendince, annemin yapamadığını yaparak yakıyor genzimi, çocukluğumun hafta sonlarını hatırlatıyor insafsızca, artık o kadar masum olamayacaksın hiç diyor. Annemin iki adımda bir yere sürüdüğü ayağının sesi ayıltıyor, yaşanan ana geri getiriyor beni. Amaaan diyorum başımı sağa sola sallayarak haftanın tam ortası olsa bana ne. Öylece gelişigüzel dağılıyor etrafa geçmişimdeki anı parçacıkları, ümit ve ümitsizliklerim. Duvarda süzülerek yere iniyor kimileri, havada kalanlarsa havası kaçan balon gibi döne döne düşüyor yere. Artık süpürmek anneme kalıyor. O temizlemeyi sever. Sahi eskiden beri topallıyor muydu annem? O kadar dik durur, sözünü dinletir, sarsılmaz bir hali vardı ki, ne yetiştirdiği öğrencilerinde ne de kendisinde herhangi bir kusur arayamazdı kimse. Onun en büyük başarısızlığı benim. O yüzden geçmişte kalan otoriter öğretmenlik günleri çoktan geçip yufka yürekli bir annelik elinde kaldığında o bana eğildikçe ona bakamıyor, gözlerimi kaçırıyorum. Ayrıca bunca zamandır onun arazının farkında olamamak beni yine utandırıyor. Ne kadar bencil, kendine dönük yaşamışım yıllarca.
Beni uyandırmak için geldiğini anlayıp hemen toparlanma çabasına girişiyorum. Yataktan doğrulup yüzüme gece boyunca uyumuş, dingin gülümseyen bir surat ifadesi takınıp bekliyorum. Sandalyenin ucunda asılı duran kapüşonlu hırkamı geçiriyorum üzerime cebimde ip. En son ne zaman içten bir gülümseme geçmişti yüzümden. Hatırlamıyorum. Ya da devamında aklıma düşeceklerin korkusuyla o duyguya girmekten kaçıyorum.
Önce ses tonundaki yumuşaklığa vurulmuştum. Elçin…Sıcacık bir yaz günü yüzümü yalayıp geçen meltem esintisini anımsatıyordu tınısı. Unvanım yükselince devraldığım birkaç büyük müşterimizin onun çalıştığı şubede de hesapları olduğundan sık sık konuşuyor, haberleşiyorduk. Çalışkanlığımı ve azmimi gören yöneticilerim böyle devam edersem daha da iyi pozisyonlara kısa zamanda ulaşacağımı söylüyorlardı performans görüşmelerinde. Çok mutluydum. Elçin ile telefonda da olsa giderek uzayan ve kişiselleşen sohbetlere dönüşen konuşmalarımız ise başka bir heyecana sürüklüyordu beni. Artık iş hayatında piştiğimi, özel hayatımda ise tamamlanmaya çok yakın olduğumu tekrarlayıp duruyordu kulağımdaki ses. İşte tam da bu günlerde başlamıştı körleşmem. Ve o gün gelmişti. Görüştük. Bankacıların iş sonralarındaki uğrak yerlerinden biri olan şık bir mekâna gittik. Boğaz manzarası on beşinci kattan ışıl ışıl parlıyordu ama Elçin kadar değil. Ardından her fırsatta beraber olmaya devam ettik. Kısa sürede kafamda evliliğe doğru yönlendirmiştim ilişkiyi. Oysa henüz Elçin hakkında ne kadar bilgim vardı ki? Daha önce yaşadığım ilişkiler fasa fisoymuş meğer diyordum kendi kendime. Aşkımdan burnumun dibindeki gerçekleri göremez olmuştum farkına varmadan.
Daha birkaç hafta önce binanın dış kapısının girişine titiz yöneticimizin koydurduğu çöp kutusu hemen hemen her gün olduğu gibi metalik bir gümbürtüyle devrilerek beni gerçek hayata geri getiriyor. Aynı saniyelerde annemin bağırışı kopuyor ve odama girmek üzereyken hızla kapıya fırlıyor. Bu sahne hemen her gün en az iki kez yaşanıyordu son haftalarda. Yöneticimizin de kendine göre bir açıklaması vardı elbet. Merdivenler sigara izmaritlerinden geçilmiyormuş da, elini cebine atan yokmuş da dışarıdan gelen biriyle ancak haftada bir temizleniyormuş da Meziyet apartmanı falan da filan. Vallahi birçok meziyetini kaybeden benim gibi bir adam için çok da tın. Odamdan çıkıp salona geliyorum ve pencereden dışarıda annemin ev taytı giymiş bacaklarıyla karşılaşıyorum. Vallahi sıcacık tutuyor bunlara bayılıyorum deyip çeşitli renklerini alıp pazardan eve gelişini hatırlayarak gülümsüyorum. Ne kadar da değişti bu kadın. Elindeki vileda sopası ilişiyor gözüme. Bizim Sinsi yine yapacağını yapmış anlaşılan. Kör olmayasıca nereye kayboldun yine, bir yakalasam koparacağım o kuyruğunu diye söylenerek giriyor içeri. Pencerenin dışında, perdenin arkasında kalan yaramazlığın kör noktasına çoktan sinmiş duran Sinsi’yi görüyorum. Bana sakın söyleme burada olduğumu der gibi bakıyor. Annem çayı koymuş masada beklerken Sinsi’ye yaklaşıp göz kırpıyorum camın ardından dokunarak, Aramızda sır korkma yaramaz kedi.
Bir yıla sığdırılamayacak kadar çok yaşlandığına bir türlü inanamadığım annemi çayın altına su eklerken izlemeye dalıyorum. Değişimin ilk evresi emekliliğiyle başlamıştı, artık hafif çiçek kokularından yemek kokularına dönüvermişti kokusu. Döpiyeslerden içi yünlü ya da penye taytlara geçmişti haftalar içinde. Peşinden saçlarını boyatmayı bıraktı. Ama ne zaman topallamaya başladı hatırlamıyorum. Sanırım Elçin ve sonrasına rastlıyor. İçimi acıtan bir sızıyla geçiyor aklımdan son cümle.
Kahvaltı bitip pencerenin önüne geçtiğimde yeniden beynimdeki kısır döngü işlemeye başlıyor. Cebimdeki ipi sıkıyorum. Bu pencerenin bana öğrettiklerinin keşke daha önce farkına varabilseydim diye düşünüyorum. Yüksekten bakmamayı öğrendim hayata, insanları tanımanın bir yolunun da adımlarında olduğunu fark ettim. Hayata bakışlar artık benim için hayata basışlardan geçiyor. Mesela şu an kırmızı botlarıyla sokağı adımlayan bacakları düzgün bordo kabanının eteği görünen hanıma takılıyor gözlerim. Renkleri sevdiğine göre yaşamaktan zevk alan ve dikkat çekmeyi seven biri olmalı. Tok adımlarla, düzgün bir çizgi üzerinde izleri. Yola kararlı çıkmış, doğrularından şaşmayan biri ihtimal. Birkaç adım gerisinde geniş adımlarla acele ama çok yol almadan ilerleyen lacivert pantolonlu adama ilişiyor gözüm. Yaptıklarını abartan, ama çok da hızlı yol alamayan biri diye düşünüyorum. Pantolonunun altına giydiği açık kahve temiz ayakkabıları, iddiaları olduğunu gösteriyor. Elçin’e dikkat etmiş olsam nasıl yürürdü diye geçiriyorum aklımdan. Doğrusu şeytan biraz geç de olsa dürtüyor. Şeytan bu zamanında uyandırır mı beni? Parmak ucuyla başlayıp tam basardı adımlarını, temkinliydi. Kısa ve sık adımlarla ilerlemiş olmalı. Küçük hareketlerle, çok para toplamaktı amaç. Adımlarını hep dışa dışa atardı aynı büyüklükte olmayan adımlarlaydı ilerleyişi. Plansızdı belki onun da bu yola girişi. Adamlarını iyi izleyerek farklı bölümlerden işine yarayabilecekleri seçmişti. Düşüncelerim dağılıyor yine, paniğe kapılıyorum, cebimdeki ipi sıkıca kavrıyorum. Kurtulmalıyım. Pencereden dışarı kayıyor bakışlarım, acaba diyorum bu adımlar atılırken düşünen var mıdır? Düşünmedikleri için ele veriyorlar kendilerini zaten. Kendim de öyle hayatı ne zaman düşünerek adımladım ki? Bu yüzden değil mi dibe vuruşum.
Suşi yediğimiz restorandan döndükten sonra evime beraber gelmiştik. Gecenin başından beri cebimde onun için aldığım tek taş vardı. Önümüzde suşi dolu platform dönerken hep ne zaman vereceğimi planlıyordum. Yemek sonrası kahvelerimiz ve kızarmış dondurmalarımızı beklerken aniden kalkıp dizlerimin üstüne çöktüm. Şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Birkaç küçük öksürükle boğazını temizleyip gülümsedi. Gözlerinin dolduğunu fark ettirmemeye çalışıyordu.
Kuştüyü yastıkta yatarken başı göğsümün üzerinde nefes alışlarımla hafifçe inip yükseliyor, bu sırada yumuşacık saçlarını okşuyordum. Elini gözlerinin hizasına getirmiş parmağındaki yüzüğü inceliyordu. Beraberce başaracağımızı söylediğinde evliliğimizden bahsettiğini sanmıştım neden özellikle başarılması gereken bir gayret istediğini anlamayarak. Etrafımızda sürekli boşanan birilerini duyduğumuzdan olduğunu düşünüp sormadım. Hiç farkilmeyecekti gör bak. Sen zannediyor musun ki bu işler hep dürüst yürüsün? Şaşırmıştım. Meğer kuştüyü sandığım yastık yerden kilometrelerce yüksekteki bembeyaz bir bulutmuş. Dağılıp her şey ortaya çıktığında yere çakılmaktan başka ne beklenebilirdi ki?
Ne zaman ikna olduğumu hatırlamıyorum. Sadece dediklerini yapmaya başlamıştım. İki sene sürdü. Büyük müşterilerden toparladığımız farkına bile varmayacakları küsüratlarla oynadığımız borsa ve olmayan kişilerden toplanan krediler birbirine eklendiğinde yapabildiklerimize inanamıyordum. Herkes memnun, hedefler tutuyor, yöneticilerimden yüksek performanslar bile alıyordum. Bir süre yanlışlığını anlayamadım. Bankanın da işi bu değil miydi? Hem paraya hem de kendine kazandırmak. Aradan biz de prim alsak ne olurdu ki? Hatta kendimi çok zeki bile sanmaya başlamıştım. Hem aşkta hem işte kazanıyordum oh ne hayat. Nasıl ödendiğini bile anlayamadan ev sahibi olmuştum. Satalım gitsin şu yerin dibindeki kedi yuvasını dedim anneme defalarca. Olmaz dedi, babandan hatıra. Hem bir gün değerlenir, çok ihtiyacın olur bir gediğini kapatır. Küçümsedim. Burun kıvırdım. Popüler bir sitede, deniz gören dört odalı dairemiz ve kapısında küçük de olsa son model arabamız vardı artık. Bir de arsaya girmiştim değerlenebilecek bir yerde. Onun da ödemesi bitmek üzereydi. Annem sen evlenince ben taşınırım deyip satmamakta direniyordu. Derdi neydi anlamıyordum.
Elçin son haftalarda daha yoğunlaşmış sürekli mesaiye kalıyordu. Akşamları çoğu zaman toplantı yaptıkları için ulaşamıyordum bile. Kimseye söylemememi istedi belki şubeleri kapanacakmış. Sorgulayamadım ya uyudum tabi bir zaman. Sonra peşinden küçük hareketler yapalım, sahte hesabı kapatıyorum sen de oradakini kapat dedi. İncelenirse diye sorduğumda halledeceğini, merak etmememi ekledi. Çok becerikli kızdı şu Elçin. Hiç beklenmedik yerden sızmıştı korku içime. Acaba ben isteklerini karşılayabilecek miydim? On gün izne çıkacağını söylemişti en son, Isparta’da yaşayan annesi felç geçirmiş. Dikkat et dedi her şeyi temizle, ay başında müfettiş gelebilir. Meğer bankanın bilgisayar sistemlerinin üst düzeylerinden birini alıp gitmiş bizimki, Isparta’ya da değil, İspanya’ya. Müfettiş ve ben baş başa kalıverdik.İşin içinde olan yaklaşık altı kişi ve bunlardan Elçin’in sevgilisi olduğunu sanan ben ve müfettiş verdiğimiz bilgiler ve hayatımızdan çalınanlarla kalakalmıştık. Sorgular, sorgular, mahkemeler…. Sonunda bankacılık hayatı bitmiş, güvenilirliği kalmamış, gazete ve televizyon kanallarında deşifre olan ben ve yoldaşlarım. Bir gün herkes medyaya düşecek demişti kim olduğunu hatırlamadığım biri. Artık o kadar hayatımızın içindeler ki neredeyse tuvalete gidemeyeceğiz artık. Bekliyordum, ama böyle olacağını hiç düşünmemiştim.
Hapiste yattığım zaman boyunca oradan nasıl kurtulacağımı düşünerek gün sayarken hep cebimde bir ip taşıdım ama o cesareti hiç bulamadım. İş hayatımda kazandığım ne varsa hepsi satılıp borçlarımın bir kısmı karşılandı. Elimde sadece baba yadigârı bu ev ve ben bankada çalışırken bir süre sonra beni yalnız başına beklemekten bıktığı için buraya taşınan yüzüne bakamadığım annem kaldı. Daha ne kadar dayanabileceğimi bilmiyorum. Cebimdeki ipi çıkarıyorum, üzerimdeki hırkayı da. Annemden bir çengelli iğne istiyorum. İpin ucuna takıp kapüşonun çıkan ipini kenarındaki delikten geçirip içeriden ilerletmeye başlıyorum. Sokağa düşen yağmur damlaları hızlanıyor, önümden geçen bacakların sayısı gibi. Sinsi ve ben hayatımızın kör noktasında işlediğimiz suçlardan kaçarak yaşamaya devam ediyoruz şimdilik.
Dilek Şenol Orhon kimdir:
1971 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’nü bitirdi. Bir yıl öğretmenlik
yaptı. Bankacılık sektöründe çalıştı. Yeşim Cimcoz Yazı Evi’nde çeşitli atölye çalışmalarına katıldı. 2014 altKitap Öykü Seçkisi’nde İnat adlı öyküsü yayınlandı. Galapera, Kirpi, Son Gemi, Teneffüshane, Yazı Yorum gibi dergi ve fanzinlerde öyküleri yayımlandı.
edebiyathaber.net (27 Aralık 2018)