Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / A. H. Tanpınar
Uyandığında rüzgârla dalgalanan tül perdeyi fark etti önce. Pencere ardına kadar açıktı, cıvıl cıvıl çocuk sesleri dört bir yanda. Yakalasana, top arkanda, hadi hadi seslerine karışan kahkahalar… Usulca doğruldu, kol saatine baktı. Biri on yedi geçiyordu. Gerinirken durdu, şaşkınlıkla tekrar baktı. “Biri on yedi mi geçiyor? Daha uzanmadan önce üçe gelmiyor muydu bu saat?” Kargoya gitmeden önce gözlerini biraz dinlendirmek istemişti yalnızca. Kapanmadan yetişirim umarım, diye düşündüğünü çok iyi hatırlıyordu. Saati mi durmuştu yoksa zaman mı?
Karşısında, eski fotoğraflardan ödünç alınmış gibi duran, üstü dantelli televizyonu görünce “Tamam” diye söylendi. “Kesin zaman durmuş.” Ahşap oymalı, barok tarzına taş çıkartan vitrin, “Son Akşam Yemeği”nden kalmış olması muhtemel, şatafatlı masa… “Hatta durmakla kalmamış, bayağı gerisin geri yol almış zaman. Birilerinin eskiye özlemi fazlasıyla depreşmiş olmalı bu evde.” Döndü, uzandığı kanepeye baktı. “Hadi buyur! Bu dolaplı kanepe hangi devirden kalma?” Anneannesinin evinde de vardı bir benzeri. Ne oluyordu sahi, kafası mı iyiydi? Ayrıca duvarları açık maviye boyanmış bu oda, bu kutu gibi ev çocukluğuna dâhildi. Ne işi vardı burada, kendi evinde niye değildi? Yanağına dokundu, çenesini sıktı hafifçe. Rüyada olup olmadığını anlamak için ayaklanmıştı ki içindeki tedirginlik âdeta prangaya dönüştü, merak göğsünde pır pır eden kuşa. İkisi arasında bir süre yalpalasa da durmadı. Yavaş yavaş pencereden dışarıya baktı. Evin önünde o eski incir ağacı, dedesinin zar zor tutturduğu armut fidanı, bahçe duvarını boydan boya saran hanımeli. Şu çocuk ne kadar benziyordu Ersin’e, bağıra çağıra misket oynadıkları çocukluk arkadaşına!
Elini yüzünü yıkamaya karar verdi, mahmurluğu bir an önce silip atmalıydı üzerinden. Tik tak dikkatini dağıtan sarkaçlı duvar saati, yolunu buzlu camıyla kesen kapı ve üstünde durup bakakaldığı bordolu, yeşilli örgü paspas… Başını iki yana sallayarak gülmeye başladı? Lavaboda katı el sabununu ilk defa görmüş gibi inceledi. “Bizimkiler bir âlem” diye düşündü. Yüzünü kurularken fark etti, nedense ev fazlasıyla sessizdi. “Kimse yok mu?” diye seslendi koridora doğru. Ne yanıt geldi ne bir ayak sesi. Mutfağa geçti. Alüminyum tencereden yayılan yemek kokusuyla ısındı içi. Tencereye dokundu, ılıktı. Kapağını açtı, biber dolması, diğerinde kırmızı mercimek; en sevdiklerinden. Burada da her bir eşya çocukluğunu hatırlatıyordu. Metal ayaklı, kırmızı oturaklı sandalyeler, ablasıyla birlikte tamamlanan dört kişilik çekirdek ailenin çevrelediği yuvarlak masa… “Yahu durup dururken nereden çıktı bunlar?” Bu gizem tedirgin etmekle kalmıyor, artık sinirine de dokunmaya başlıyordu. “Tüm bu antikaları tek tek nereden buldunuz mübarekler?”
Soluğu sokakta aldı. Yoksa boğulmak işten bile değildi bu sıra dışılığın içinde. Kızlar ip atlıyordu gülüşerek. Kaldırımın kenarına oturan küçüklerden biri kucağında sımsıkı tuttuğu bez bebekle izliyordu ablalarını. Kaldırımdaki gölgeye geçip o da seyretti hayretle. İp atlayan çocuk mu kalmıştı bu devirde? Karşıdaki apartmanın dış kapısı önünde, merdivenlere tünemiş olan erkek çocuklar çekti sonra dikkatini. Bağıra çağıra bir şeyler oynuyorlardı. Uyuşturucu telefonları, uyutucu tabletleri bırakabilen bir grup daha! Merak etti, yavaşça sokuldu yanlarına. Ellerindeki kartları görünce fal taşı gibi açıldı gözleri. İnanamadı, eğilip iyice baktı. Evet, çocukluğunda oynadıkları paha biçilmez kartlardı bunlar. Dayanamayıp sordu artık. “Futbolcu kartları değil mi bunlar?” Bir tanesi yan yan baktı ima ile. “Evet abi” dedi uzatmadan, tekrar izlemeye koyuldu. Oynayanlardan biri elindeki kart numarasının son hanesi ile pişti yapmıştı. Kahkaha atarak yerde biriken kartların hepsini alıp bacağının altına sıkıştırdı. Durmuş o da izliyordu çocuklarla birlikte. “Yana kayın ben de oynayacağım.” diyecekti neredeyse. Yalnız kartlardaki futbolcuların hepsi eski futbolculardı, kendi çocukluğundan kalma dinozorlar. Şeytan Rıdvan, Oktay, Hami, Kral Tanju… “Nereden aldınız bu kartları?” diye sordu içten içe bir hayranlıkla. “Yılmaz Bakkal’dan” dedi aynı çocuk. Diğeri “İçinden sakız da çıkıyor.” diye ekledi. O arada dondu kaldı. Yılmaz Amca dükkânı bir kasaba devredeli yıllar olmuştu. Çocuklar hâlâ sakız üzerine konuşup gülüşüyorlardı kendi aralarında. Hiç güzel değil tadı, olsun hiç yoktan iyidir… Çocuklar samimiydi, etrafta kamera şakası yapmaya soyunan birileri de görünmüyordu. O zaman kimin dalgası, neyin saçmalığıydı tüm bunlar? Aklını mı yitiriyordu, yoksa hâlâ rüya falan mı görüyordu? Çocukların yanından sallana sallana uzaklaşmaya başladı, sarhoş gibi. Ayılmak için ne yapmalı, nereye gitmeli? Tekrar eve gidip uyusa mıydı? Görebileceği bir başka rüya, asıl zamana geçiş kapısı olabilirdi belki. Şairin dediği gibi “Gözlerden uzaklaşınca dünya” belki, bir ümit “Başlar rüya içinde rüya.”
Bakkala gitmeye karar verdi. Yılmaz Amca’yı tanıyordu ne de olsa. O tanıyacak mıydı peki kendisini? Yıllardır ekmek, horoz şekeri, leblebi tozu alan çocuklardan biriydi işte. Bir gözler aynı kalmıştır kaldıysa; dökülen saçlardan, pürüzsüz mermer sıfatından geriye pek bir şey kalmamıştı antik kentinde. Ama dört bir yanı etnografya müzesi gibiydi. Masa başı işlerine yetişmeye çalışan, İspanyol paçalı beylerin; ceketleri vatkalı, saçları permalı kadınların kendisini neden garip garip süzdüklerini tahmin edebiliyordu. Eskitme detaylı tişörtüyle değilse bile şu dar kesim kotuyla bayağı gülünç düşüyor olmalıydı bu rüya âlemine. Üstünde durmadı, konu mankeni o değildi şimdi ve yürürken hiçbir ayrıntıyı es geçmemeliydi. Neredeyse ayağını sürüyerek ilerliyordu ki birden durdu. Sokağın öteki ucuna park edilmiş olan otomobili görünce çarpıldı. Zalım poyraz gıcım gıcım gıcılarken beyaz Chevrolet gıcır gıcır parlıyordu öğle güneşinin altında. Klasik vasfına erişmesi için daha zamanı vardı ve hiç öyle acelesi varmış gibi de görünmüyordu. Tenha sokaklarda fazla rakibi olmamasının tadını çıkarıyordu sanki. Park etme sorunu olmayan seyrüsefer içinde diğer efsaneleri ancak birkaç sokak ötede görebildi. Henüz apartmana evrilmemiş evlerden birinin bahçesinde, üzüm asmasının altına çekilmiş Anadol ile iki tekerini kaldırıma yaslamış olan, yuvarlak farlı, kırmızı Hacı Murat da görülesiydi bu tarihî fuarda.
Yılmaz Amca’ydı evet, bakkala girince emin oldu. Tezgâhtaki ibreli teraziyle beyaz bir şey tartıyordu. Arkasındaki ahşap raflar çekti sonra dikkatini. Tıpatıp aynıydı her şey, çocukluğunda bıraktığı gibi. Hayal meyal hatırladığı o eski ürünlerden bir süre gözlerini alamadı. Büyünün her an bozulacağından korkuyormuşçasına birkaç ürkek adım daha attı. Bakkalın paketlemek için hazırladığı şey toz şeker olmalıydı. Müşteriyi fark edince “Buyurun, hoş geldiniz.” dedi gülümseyerek. Bir türlü alev almayan ama etrafını çakmak çakmak saran bir ümitle “Beni tanıdınız mı?” diye sordu pat diye. Bakkal gözlerini kısarak ve dudaklarını hafifçe büzerek ellerini iki yana açtı. “Valla kusura bakmayın, çıkaramadım.” dedi. Üst üste oturtulmuş teneke bisküvi kutularına bakarak gülümsedi. “Önemli değil.” Cam kapakların altında yatıyordu hazine, iç geçirdi. Arasına lokum konularak yenilen, şimdilerde pek esamesi okunmayan bisküviler. Yan tarafında poşetlenmiş gofret, kuru incir… “Siz buralarda mı ikamet ediyorsunuz efendim?” diyerek araya girdi bakkal. Vaktiyle “Afacan eşkıyalar, bacaksız köftehorlar”ı diline pelesenk eden birinin böyle birdenbire resmileşmesini, araya giren ne idiği belirsiz zamana bağlasa da yadırgadı. “Yıllar önce” diye yanıtladı. Arka raflarda yan yana dizilen “Çiti”lere, “Rize”lere, “Vita” diye bağıran sarı teneke kutulara takılıp kalmıştı. “Yıllar önce, buralarda otururdum.” Bakkal gözlüğün üzerinden bakarak sordu. “Bir isteğiniz var mı?” Sonuçta işini yapıyordu, dükkâna giren her müşteriyle böyle muhabbete dalacak olsaydı… Lafı uzatmamak için “Bir gazoz alayım” dedi ve ilk gözüne çarpan ürünlerden birini gösterdi. “Niğde olsun.” Bakkal gazozu açıp verirken onun da eli cebine gitti, sonra bir an duraladı. Yeni paralarla eski paraların uyumsuzluğunu nasıl açıklayacaktı? “Tamam, tamam önemli değil.” dedi bakkal gülümseyerek. “Bir ara geçerken bırakırsınız.” Biraz mahcup, biraz da küçülerek ayrıldı bakkaldan, elinde gazozla. Tekrar tekrar teşekkür etse de geçmişe yine bir borçlu kalmıştı nihayetinde.
Dışarı çıktığında bir şeylerden açıklama devşirmeye çalışmadı artık. Rüya bitmeden bu kartpostal tadındaki anları biriktirmeliydi. Sis bulutu dağılmadan, eleğimsağma yitmeden. Omzuna astığı sarı çalı süpürgeleriyle bir seyyar satıcı geçti hemen yanından. Döndü gazozundan bir yudum alarak adamın arkasından baktı uzun uzun. Ara Güler fotoğraflarından tek farkı bu sokak arası manzarasının hareketli ve çok sesli oluşuydu. Birkaç ev ötede Orhan Gencebay da eşlik etti bu koroya. Açık camdan tüm mahalleye arabesk usulde yayın yapan bir ağabeyimiz karşılık bulamadığı aşkının acısını tüm komşularından çıkarıyordu belli ki. Hafızası onu yanıltıyor olamazdı, allı pullu Yeşilçam filmleri apaçık doğruluyordu bu durumu. “Muhtemelen radyolu, çift kasetçalarlı bir teypten yayılıyordur bu dumanlı ezgi.” diye içinden geçirerek yoluna devam etti. Elektro bağlama resitali sokağın sonunda etkisini azaltarak bir başka ezgiye karıştı. Ağzı açık, genişçe bir koliden yayılan civciv seslerine. Kolinin başında toplanan kız çocuklarının kıpır kıpır telaşı nasıl da göze çarpıyordu. Esneyen birinin diğerini etkilemesi gibi bulaşıcı olmalıydı bu duygu. Çocuksu ama aynı zamanda içgüdüsel bir anaçlıkla iç içe. Saçları iki yandan bağlı, beyaz elbisesinde turuncu puantiyeler olan, sevimli bir kız “Çekilin, çekilin!” diye bağırmaya başladı. İki eliyle sıkıca tuttuğu, su dolu emaye kâseyi kutunun içine yavaşça koydu. Sonucu en az çocuklar kadar merak ettiği için eğilip o da baktı civcivlere. Sıcakta susamış hayvanlar, kutunun dibine yayılmış olan buğday ve mısır kırıklarını didiklemeyi bırakıp suya saldırdı hepsi. Bu sarı yumaklardan vaktiyle annesi de almıştı üç tane. Birini bahçede sokak kedisine kaptırmıştı, diğer ikisini anlayamadıkları bir hastalığa. Sırtına bir şey çarptı. Dönüp baktı, ellerinde plastik borularıyla kâğıt külah fırlatan iki yumurcak kıkırdayarak kaçışıyor. Peşlerine takıldı hemen, yalandan kovalamaya başladı. Hızlı hızlı adımlarla ve ağzı kulaklarında.
Deniz kenarına inen caddeye varana kadar ilgisini çeken fazla bir şey olmadı. Pamuk şekeri yapmakla uğraşan seyyar satıcının arabasıyla da fazla ilgilenmedi. O yapış yapış şeyler tarih olmamıştı henüz. Berberi de teğet geçti oyalanmadan. Kasap lakaplı adamcağız yalnızca işini yapıyordu hâlbuki. Saçlar illa alabros kesilecek diye inat eden evdekilerdi. Meydana vardığında karşıya geçti, sarı telefon kulübesine girdi hiçbir sebebi yokken. Jetonu olmamasına rağmen ahizeyi kaldırdı, kesintisiz o ince sesi dinledi bir süre. Evet çalışıyordu. Ana yolda biraz daha arttı araçların sayısı. Gürültülü kamyonlar, kaplumbağa vosvoslar, sebze yüklü bir at arabası… Dolmuşun kapısına asılarak çığırtkanlık yapan muavin hemen önünde yürüyen bir yayayı daha koparmayı başardı kaldırımdan. En çok dikkatini çekense körüklü, kırmızı bir belediye otobüsü oldu. Şimdiki mavi uzantılarına göre oldukça yorgun görünüyordu. Devamlı öksürür gibi hırıltılı ses çıkarıp ortalığı dumana boğarak uzaklaşıyordu ki göğsüne hafif bir ağrı çöreklendi. Paniğe kapılmadı. Yürüdükçe, düzenli nefes alıp verdikçe rahatladı. Yol boyu mağazalar, beyaz eşya dükkânlarıyla oyalanarak açıldı. Siyah önlüklerle, merdaneli çamaşır makineleriyle… Kırtasiyeye denk geldiğinde durdu. Vitrinde kapağı güneşle biraz solmuş Cin Ali, Ayşegül kitaplarıyla şıp diye çocukluğuna döndü yeniden. Cebinde geçer akçe bir şeyler olsaydı dükkâna girip üçer beşer almayı bile düşünebilirdi o an. Biraz okur, sıkılınca yeniden sokakta alırdı soluğu. Arkadaşıyla dış kapı zillerine basıp bisikletleriyle kaçarlardı yine. İki sokak ötede, yamru yumru ağaç direklere gerilen dikenli tellerle sözde korumaya alınan erik ve kayısı ağaçlarına musallat olurlardı sonra. Komşunun cennet bahçesindeki bu yasak meyvelerden evde de vardı. Vardı ama bu haşarı âdemoğullarına gel de anlat işte.
Yorulmuştu, denize nazır bir çay bahçesine uğradı soluklanmak için. Sandalyeye külçe gibi yığıldı. Garson yan taraftaki masayı siliyordu. Bir çay söyledi hesabı falan düşünmeden. Bıraksalar oracıkta şekerleme yapabilirdi, oturunca anladı ne kadar yorulduğunu. Uyusa, bir düş görse zınk diye durur muydu acaba bu içine düştüğü eski dünya? Endişesi kısa sürdü. Diğer masalardan taşan kahkahalar, koyu muhabbetlerle dağıldı gri bulutlar. Rüzgârın uğultusuyla, martıların uzak çığlıkları, altında oturduğu çınarın yaprak hışırtılarıyla… Gözleri kapandı kapanacak. “Akşam bize oturmaya geliyorsunuz, bahane istemem.” Hemen arkasındaki masadan kulağına çalınan bu sözlerle doğruldu, sanki kendisine söylenmiş gibi heyecanlandı. Tek kanalın tadımlık dizileri misafirliklere henüz tam anlamıyla set çekmemiş demek ki. Şimdi ayaklanıp etraftakilere meddahlık yapsa nasıl olurdu? “Hey millet” diye girizgâh yapsa masanın üstüne çıkıp. “Uzakta değil yakın zamanda özel kanallar açılacak. Sakın ola kanmayın o cafcaflı programlara!” Tutup kendisini yere indirmeden birileri, garson polis falan çağırmadan önce son kozunu Şarlo gibi de oynayabilirdi elini kolunu sallayarak. “İnternet çıkacak sonra. Sıkı durun, örümcek ağından bile güçlü olacak bu genel ağ. Şimdiden siper alın derim arkadaşlar, aman teslim olmayın bizim gibi! Ne akranlığı yele verin ne ahbaplığı.” Ve gösteri biterken kolluk kuvveti kibarca koluna girer, nezarethaneye de alkışlarla uğurlanırdı belki, kim bilir? Şöyle bir döndü baktı etrafındaki masalara, iç geçirdi yalnızca. Her şey olacağına varacaktı nasıl olsa. Öyle değil miydi? Göz kapakları ağırlaşacak ve eninde sonunda uyanmayacak mıydı bu düşten?
edebiyathaber.net (7 Mart 2024)