“Kötü bir şiir okuduktan sonra bile abdest almayı salık veren bir öğreti elbette pek kutlu ve kurtuluşlu bir yol olmalı,” diye düşündü genç hafız. İman tazeledi, kelimey-i şehadet getirdi gürül gürül. Bu yolun bir yoldaşı olduğu için huzurla doldu içi ve şükretti Rabbine. İnanmışlık ve teslim olmuşluğun meydana getirdiği manevi enerji anlatılmazdı ve tüm dokularını kaplamıştı. “Vecde gelmek, huzura ermek dedikleri böyle bir şey olmalıydı. Ne güzel bir yol. Ne yapıp ne edip bu kapıdan ayrılmamalıyım, kulpunu hiç bırakmamalıyım. Sonuna kadar bu yolun yoldaşı olmaya devam etmeliyim, ne olur beni bundan mahrum etme Allah’ım,” diye niyazlandı derinlerinde. “Niyetim bu olsun da sonuçta ne olacağını O’ndan başka elbet kimse bilmez,” diye iç çekti sonra da.
Genç mollanın aklı epeydir, kucağında açık duran Arapça ilmihalde okuduğu ve zihninden kötü bir şiir diye çevirdiği “şi’rin kabîh” tamlamasında takılı kaldı. Okuduğu cümlede sadece kötü bir şiirden sonra abdest almanın iyi olacağı yazmıyordu. Bir yalandan, bir dedikodudan ve şuh-sırnaşık bir kahkahadan sonra da abdest almayı öneriyordu önündeki kitap. Ama onun zihni bunlardan daha çok, abdesti zedeleyen “kabîh” kelimesinde takılmış, kabahatli şiirin ne olduğunu düşünmeye dalmıştı. Kabahatli bir şiir acaba ne demekti? Kulağı tırmalayan, estetik zevk hissettirmeyen, seçtiği kelimeler kastettiği anlamları yansıtmakta başarısız olan, fazlalıklar barındıran, ne bileyim gereksiz kelimeler, heceler, tınılar ve sesler içeren bir şiir mi kastediliyordu? Yoksa öğretinin ve genel geçer ahlâkın galîz kelimelerle açık edilmesini hoş karşılamadığı mahrem konuları diline açık saçık çarşaf ederek okuyucusunun içini gıdıklayarak ayartan edepsiz bir şiir mi kastediliyordu?
Allah’tan “şi’rin kabîh” ifadesinden sonra parantez içinde bir büyük “V” harfi gözüne çarpmıştı. Yaşasın, şârih de benim gibi tamlamanın kafaya takılabileceğini ve buna bir açıklama getirilmesi gerektiğini düşünmüş olmalı diyerek sevindi. Daha fazla zihnini yormadan sayfa altında inci gibi dizilmiş dipnot numaralarını bir bir takip etti. Kendi numarası büyük “V” idi ve 7.dipnota gelinceye kadar, daha önünde gidecek epey yolu vardı. İlerlerken nedense otobüs durakları geldi aklına. 7.durakta inmeliydi. Aradığı; görmek, bulmak ve kavuşmak istediği sevgili/anlam/izah/yorum onu 7.durakta bekliyordu. 6.duraktan sonra, 8.duraktan önce inmeliydi otobüsten. Geçirmemeliydi, kaçırmamalıydı durağını; hemen vasıl olmalıydı menzile.
Öyle de sahiplenmişti ki 7 numaralı durağı; sanki kendi evi, mahallesi oradaydı. “İnsanoğlu böyle bir varlık işte,” diye düşündü. Her şeye el-ayak oluyor, zihin de gereken düzeneği uydurup uyum sağlıyor. O da her bir duruma şıppadak alışıyor. Varlığı da yokluğu da hastalığı da âfiyeti de sanki hep kendininmiş ve kendinin kalacakmış gibi sahipleniyor.
“Neyse şimdi bunları düşünmenin sırası değil, asıl işimi unutmamalıyım,” dedi kendi kendine. Peki ama asıl işimin ne olduğunu kim bilebilir ki? Belki de benim asıl işim, kulağıma asıl olmadığı üflenen iştir. Sonra kulağıma üfleyenin hır mı hayır mı, hırlı mı hırsız mı olduğunu nereden bileceğim?
Her akla esen iyi olabileceği gibi kötü de olabilir aynı olasılık ve üstlü çarpan yaklaşımıyla. Bir insan 5 insana, beş insan 25 insana, 25 insan 625 insana, 625 insan 390 bin 625 insana virüs bulaştırabilirmiş. Böyle söylemişti salgın döneminde akşam kuşağında televizyona çıkan konuk uzman doktor.
Aynı zamanda kendisinin matematikçi olduğunu da söylemişti lâf arasında. Acaba bu nasıl olmuştu? Önce matematik okuyup arkasından tıp fakültesini mi kazanmıştı? Yoksa matematiğe ilgisi amatör düzeyde mi kalmıştı hep? Tıp fakültesi tutturmak için iyi matematik de bilmek gerekiyor muydu acaba? Hem sonra ekrandaki uzman doktor, matematiği iyi bildiği için mi çağrılmıştı televizyon programına? Yoksa tıp doktoru olduğu için mi, yoksa profesör olduğu için mi, yoksa virüsler üzerine buluşları olduğu için mi davet edilmişti canlı yayına? Programa çağrılmasında yine de bir parça, iyi matematik bilmesinin de bir etkisinden söz edilebilir miydi acaba? Şimdi konumuz bu değil mi? Asıl konumuz hızla yayılan ve insanları hayatî tehlikeyle tehdit eden şu virüs mü?
Tamam bir şey demedim; insanlar izole olsunlar, #evdekaltürkiye. Ama olasılık hesaplamasını iyi bildiğini söyleyen tıpçı profesör enfekte olmuş bir insanın evde durmayıp sokağa çıkması halinde 5 kişiye, o 5 kişinin 25 kişiye, o 25 kişinin 625 kişiye, o 625 kişinin 390 bin 625 kişiye, o 390 bin 625 kişinin …. kişiye Covid-19 virüsünü bulaştırabileceğini söylemişti.
Tamam işin ne boyutlarda hayatî tehlike oluşturabileceğini pekâlâ anladık. Peki neden bu virüse Covid-19 denmişti acaba? Sosyal medyada gezen ve bu virüsün Çorum’da bir laboratuvarda üretildiğini yayan mesajlar ne kadar doğru acaba? Çorum 19 ise bu iddia pekâlâ gerçek olabilir, değil mi? Sonra virüsün hızla ve pervasızca tüm dünyada yayılarak bu kadar can kaybına neden olmasında sarı leblebinin de bir etkisi olabilir miydi acaba? Matematiği de iyi bildiğini söyleyen tıpçı profesörümüz olasılık hesapları yaparak bu sorunun cevabını da verebilecek miydi öyle şıppadak?
Tamam döneyim asıl dediğiniz konuya. Bakalım kendi aklından geçen kötü şiir anlayışları şârihin zihninden geçenlerle ne derece uyuşacaktı? Ya da şârih mi daha fitne fesat, kendisi mi daha beterdi, bunu da merak ediyordu bir yandan. Ne de olsa hafızın, pardon dervişin fikri neyse zikri o olurdu. Önce kendi yorumlarını aklından geçirdi durağa gelmeden. Nihayet hafif cızırtılı mikrofonik bir ses “bir sonraki durak 7.durak!” diye seslenince hemen koltuğundan kalktı ve kapıya yanaştı. Evet evet gördü onu daha inmeden. Şârih kendisini bekliyordu tam 7.durağın önünde. Otobüsten iner inmez burun buruna geleceklerdi. Burun buruna gelmek çok mu riskli pandemi günlerinde? Evet, tamam ya hatırladım, dünyanın öbür ucundan gelerek herkesin başına belâ olan şu mel’un virüs yüzünden. Ben de çok yaklaşmam o zaman şârihe, ne yapayım. Otobüsten şöyle yan yan inerim aramıza olabildiğince sosyal mesafe koyarak. Zaten fazla durmayacağım, şârihten notumu alıp devam edeceğim. Buna rağmen Covid-19’un bulaşma olasılığı nedir? Bende var mı acaba bu virüs, ben de yoksa şârihte var mıdır? İki olasılık da olasılık dahilinde. Peki ikimizde de varsa sorun yok zaten değil mi? İkimiz de hapı yutmuşuz bu durumda. Neyse bu olasılıkları aynı zamanda iyi matematik bildiğini söyleyip virüsün yayılım hesaplarını şıppadak gözler önüne seren profesör hocamıza bırakalım da biz işimize bakalım.
Durakta bekleyen şârih efendi elindeki dipnotu hoppadak uzattı mollaya. Notu almasıyla yürümesi bir olan hafız elindeki açıklamaya hemen şöyle bir göz attı: “İçinde küfür ve benzeri sözler barındıran.”
“Hoppala, bu mu yani, bu kadar mı?” diye söylendi biraz da kızgınlıkla. “Keşke binen insanlar da olsaydı durakta, o arada tekrar binebilir, otobüsü de kaçırmamış olurdum. Baksanıza bu kadar yorgunluğa ve aldığım riske karşı şârihin bana verdiği izaha. İzah demeye bile bin şahit lazım buna. Ne kadar kısa ve yetersiz bir açıklama. Bir de şârih demiş kendine, yazık. Keşke hiç açıklama yapmasaydı bari de, beni bu kadar durak durak gezdirmeseydi. Açıklama yaptı da sanki bir yaraya merhem oldu. Virüs kapma olasılığına asla değmeyecek yüzeysel bir bilgi bu,” diye düşündü hafız. Sonra da “öyle düşünme,” diyerek telkinde bulundu kendi kendine “bilgi bilgidir, iyisi kötüsü olmaz, her türlüsü değerlidir.”
Tamam tamam yine olasılık hesaplarına başlama lütfen, haydi ben gidip bir koşu abdest alayım. Kötü şiire rahmet okutması olasılıktan öte zorunluluk hâline gelen böyle bir öyküyü okuduktan sonra, bence siz de kalkıp bir abdest tazeleyin. Şöyle bir arınıp ferahlarsınız.
edebiyathaber.net (16 Temmuz 2024)