‘Yumurtalarını dut yaprağının üstüne bırakan yorgun kelebek ölür. Dut yapraklarının üstüne bırakılan yumurtalardan çıkan yavruların içgüdüsel olarak aradıkları tek bir şey vardır, anneleri. Anne kelebek yavru tırtılların yanı başında cansız bedeni ile yatmaktadır. Rengârenk kanatları güneşin doğuşu ile öylesine parıldar ki ölümü bilmeyen tırtıllar güzel annelerini uykuda sanır. Geceleri ay ışığının altında kadife kanatları kendilerine yastık, yorgan, yuva yaparlar. Annelerini ne yaparsa yapsın uyandıramayan tırtıllar dut yapraklarından yedikçe serpilirler, serpildikçe daha çok yerler. Ağızlarından akan zamk ile annelerini beslemek için gece gündüz uğraşıp didinirler. Fakat anneleri günden güne soluklaşır, kadife kanatları kurur. Onu beslemek için akıttıkları zamkların kozaya dönüştüğünü ve içinde hapis kaldıklarını fark ettiklerinde yapacak tek bir şeyleri kalmıştır. Uzun zahmetlerle işledikleri kozalarını parçalayıp uçmak.’
Ben uzun. Kara Mustafa dergâhının en sadık hizmetkarı Muhacir Mehmet’in torunu. Adıma sebep anamdan uzun doğmam. Köyün ebesinin dediği gibi belki de anamın karnında yaşlandım da doğdum. Nenem annemin ben doğduktan bir yıl sonra ölmüş olduğunu söyler. Hislerim öyle demiyor. Doğduğum anda o bu dünyadan göçtü. Bir daha kavuşamayacağımızı bildiğinden ayrılmamak için beni karnında çok tuttu. Yavrusundan ayrılmak her ana için zordur. Babamı hiç görmedim. O hakkın rahmetine kavuşmadı. En azından ondan haber alabildiğimiz zamanlarda sağdı. Öldü ise Allah amelince rahmet eylesin. Çocukken onun ölmemişliği tarafımızca bilinir iken ölmesi için dua ederdim. Günaha bulaşarak ailesini utandırdı. En çok da çocuğu olduğum için, çocuğu olduğu dedeme karşı beni utandırdı. Adının nadiren geçtiği o kısacık zerre anlarda zaman uzar uzar bitmezdi. İstisnasız adı her anıldığında yer yarılsa ve içine girsem derdim. Ne yer yarılırdı ne başka bir şey olurdu. Çocuğuna bıraktığın miras bu ise çocuğunu ardında bırakmamalısın. Onun günahı Bulgar’da ecnebi bir kadınla evlenmek. Bunun neresinin günah olduğunu anlamlandırmak için dedemi tanımak, bilmek lazım.
Dedem Muhacir Mehmet çarşının girişinde soldaki ilk handa ipekçiydi. Bulgar’dan göçtüklerinde kalfa olarak girdiği dükkânın sahibi olacak kadar çalışkan ve azimli, daha önemlisi zanaatkar. İpekten de böcekten de ustalarını çırak çıkaracak kadar anlardı ki dönemin en iyi ipekçisi olarak anılması boşuna değil. Dükkânındaki renk renk en iyi kalitedeki ipekler tüm şehri aşmış namı ülkeye yayılmıştı. Bu ülkenin hangi şehrinde evlenen zengin varsa zifaf gecesi giydikleri gecelikler dedemin ipeklerindendi. Tezgahtaki kumaşlara elim değdiği bazı anlarda o kumaşın değeceği yerleri hayal eder bir tuhaf olurdum, tövbeler tövbesi. Bu da benim geçmiş zaman sırlarımdan biri. Birkaç sırrım daha var fakat konumuz bu değil.
Dedemin bu namı elbette ona çok para kazandırdı, konforlu bir hayat sürdük. Sofuydu. Bağlı olduğu dergâhın giderleri için harcanan para bizim eve girenden kat be kat fazlaydı. Allah kabul etsin. Bu dünyadan ahrete göçerken bana bir dükkân, bir ev ve dergâhtaki saygınlığını bıraktı. Yolumuz hiç şaşmadı şükürler olsun. Haftada altı gün dergâhta cemaatin arasındaydım. Elimden geldiğince dedemin boşluğunu doldurmaya çalıştım. Maddi olarak da manevi olarak da mümkün olmadı. Benden olmayacağını dillendiren olmasa da ben biliyordum. Dedem gibi atik, tok sözlü, yerine göre biraz gaddar olmalıydım. Hassas ruhlu yaratılmışım. Şu fani dünyada kendimden gayri zalim olabildiğim bir kişi var; oğlum. Nasıl davranacağımı bilemediğimden dedemin bana olan tutumunun aynısını ona karşı gösterdim. Ben uysal bir çocuktum o ise haylaz. Benden beklenenlere razı gelip kabullenmek fıtratımda var iken o tepkilerini esirgemedi. Oğlanı altı yaşında dergâhın hizmetine verdim. Hanım razı gelmediyse de üç sene boyunca tam eğitim görsün diye ayda sadece bir hafta sonunda eve gelmesi kaydı ile yatılı. O gündüzleri kaçtı kaçtı anasına geldi, ben de onu geri götürdüm. Yanlış mı yaptık kim bilir? Böyle yapmayaydım oğlan daha neler yapacaktı?
Düşünüp dururum yıllardır insan yük ettiklerini kimseler görmezken taşıyabiliyor; ben utancı böyle taşıdım. Ama olur ya biri görür ‘vay sen bu yükü nasıl taşıyorsun’ diye gözünün ucu ile ima ederse kat be kat artıyor ağırlık. Belki dedemin kalbini nişan alıp onu yıkmak için belki adının artık utanç ile anıldığını duymaktan sıkıldığım babam için belki de sadece bir babam olduğunu kendime hatırlatmak için oğluma dedesinin adını verdim. Kara. Oğlum dedesinin sadece adını değil mizacını da aldı. Başına buyruk, hoyrat, asi, genç bir adam. Onu dergâhta izlerdim. Sarığın altındaki beyaz yüzünü, gülüşünü, konuşmalarını, arkadaşları ile sohbetlerini seyre daldığımda içim aydınlanırdı. Ensesinden tutup boynunu, göğsüme bastırasım gelse de hiç sarılamadım. Onu bir kere daha görsem, ahhhh!
Sabah ezan okunmaya başladığında yatağımda doğruldum. Son iki aydır hava kararınca camın önünde oturup sokağı izlemek evde yaptığım yegâne şey, sonrasında divanda uyukluyor kalkıp yatağıma gidince uykum kaçmış oluyor, gözlerimi sımsıkı kapatıp sabah ezanını bekliyorum. Zor saatler bunlar. Az biraz uyusam geçecek. Uyku üzüntüyü siler, insanı iyi eder. Hastalıklar uyanıkken geçmez, iyi olsan bile iyiliğini bilemezsin beş dakika yalnızca beş dakika gözleri kapansa uyandığında tüm ağırlıklarından kurtulur insan.
Uyuyamıyorum çünkü derdim var. Oğlum Kara iki ay önce dergâhtaki mukaddes emanetlerin en kıymetlisi ile ortadan kayboldu. Aramadığımız sormadığımız yer, bakmadığımız delik kalmadı. Bu oğlanın başına ne geldi ne geldi de bunca zaman geçti evine gelmiyor. İlk zamanlar herkes benimle yana yakıla oğlumu arıyordu. Dert ettikleri evladım değilmiş, insanların yardımseverliği konusunda yanılmışım! Ben evladımı ararken onlar yanında olması muhtemel emaneti arıyormuş. Benim oğlan gözlerinde yokmuş meğerse varsa yoksa emanet. Kara’da yüce rabbimin bana emaneti. Buna içerlediğimi belli edince söylentiler bir bir kulağıma gelmeye başladı. Ona hırsız diyorlarmış. ‘Emaneti Bulgar da satmış. Para için her şeyi yaparmış.’ Kara genç toy bir delikanlı parayı ne yapsın? Bulgar’ı nerden bilsin? Yok derdimi anlatamadım. Olayı babama kadar götürdüler. Ve yüzümüzün karası bir iken iki oldu.
Yüce rabbinin verdiklerine vermediklerine dua etmenin gönlünde en haz uyandıran saatlerinin gecenin kör karanlığının sabahın şifalı aydınlığına kavuşma anları olduğunu söylerdi nenem küçüklüğümde. Nenem nasıl bir kadındı sesi nasıldı nasıl bakardı artık hayalimde canlanmıyor. Ne acı, yeryüzünde beni en çok belki de tek gerçek seven insan hafızamdan silinmeye başladı. Keşke her şey silinse o kalsa, dedem kalsa, keşke ben onların ortasında uyuya kalsam. Uykumdan nenemin fısır fısır dua eden sesiyle uyansam.
Yaşadığımız şehir dümdüz bir ova. Denizden gelen rüzgarlar hoyratça salınarak tüm gücüyle eser. Ta ki rüzgâr ovanın sonundaki büyük dağa çarpınca afallayıp gerisin geriye dönene kadar. İşte bu lodosların şiddeti öylesine güçlü olur ki ağaçlar kırılır çatılardaki tüm kiremitler darmadağın olur. Lodos kendinden daha kuvvetli yağan yağmura teslim olana değin. Nenem ve dedem sağanak yağmurun dağılan kırılan kiremitlerin arasından sızıp sızmadığını kontrol etmek lüzumuyla çatı katına çıkardı yanlarına beni de alarak. Gaz lambasının titrek ışığında o tahta merdivenlerden çıkmak çocuk dünyamda göğe merdivenle çıkmak gibiydi. Sonra damlayan yerlerin altına leğenler koyar bir sonraki lodosa kadar adım atmazdık. Keşke kalbimizdeki kırıklardan sızanları koyabileceğimiz leğenlerimiz olsa.
Tahta çerçeveleri zorlayarak açtım. Zorlanan çerçevenin kenarlarından kurumuş birkaç macun döküldü. Yerine tutturmaya çalışmanın nafile çabasını düşündüm tekrar düşüşünü izlerken. Seher çizgisinin bir ucundan bir ucuna, pırıltısı nihayet bulan yıldızlara baktım. Sabah kuşlarının selamını alırken camın önüne biraz ekmek kırıntısı ile bir kap su bıraktım. Az sonra benim kumrular gelip, penceremin önünde hasbihal edecekler. ’Marifet Süleyman’la değil kuşlarla konuşmak’ düsturu ile büyüdüğümden onları dinleyeceğim. Biri diyecek ‘bugün hava serin’, öteki diyecek ‘daha çalı çırpı toplayacağım’ sonra beriki ‘benim çocuklar uyanmıştır onlara da götüreyim şu kırıntılardan’ diyecek. Bende bekleyeceğim belki halimi hatırımı soracaklar ‘senin oğlandan halen haber yok mu?’. Çocuk gibi iç çeke çeke ağlayıp ‘yok’ diyeceğim. Tabakta eksilen ekmeklerin yerine yenisini ufalarken ‘siz belki onu görürsünüz eve gelsin söyleyin olur mu?’
edebiyathaber.net (24 Kasım 2022)