On yaşımın verdiği bütün cüreti kullanarak annemi sonunda ikna ettim. Evin bitmek bilmeyen işleri ve en ufak bir gezinti için saatlerce hazırlık yapan annemi kapıdan dışarı çıkarmak tam bir işkence oldu.
Sahile gideceğimiz halde birkaç ayrı kıyafet hazırladı. Çantalar, ayakkabı, terlik ve daha bir sürü ıvır zıvır… Kapıyı üç kere kilitledi. Bir kere de aşağıdan geri dönüp tekrar kontrol etti kapıyı. Mızmızlanarak kadını hızlandırdım biraz.
Nihayet yola çıktık derken sanki inadına yapar gibi annem, önce yakıt almaya gitti araba için sonra market, sonra bir daha geri dönüp alacak birkaç şey daha buldu. Mızmızlanıp zırlamasam gün böyle bitecek ama benden kurtulmak için artık o da acele ediyordu. Yoksa bir de annesini görmeye gidecek.
Yoğun bir trafiğin, boğucu bir sıcağın ardından bir kurtuluş işareti gibi göründü mavi. Aylar sonra karayı görüp heyecanlanan denizcilerin aksine maviyi görünce derin bir nefes aldım.
Mavi, en iyi oyun arkadaşım. Hem denizde hem gökyüzünde…
Arabayı park edip tenha bir yer bulana dek annemden uyarılar aldım. Otomatik nasihat makinesine dönüştü yine. Verebileceğim bütün sözleri verdim.
Sonunda ikimizin de hoşuna giden bir yere kurulduk. Annem, elinde taşıdığı portatif şemsiyeyi açtı. Şezlong filan yok ortalıkta. Küçük hasır almıştık bunun için. Şemsiyesi, hasırı ve kitabıyla çok mutlu görünüyordu şimdi. Küçük küreğimi alıp hemen uygun bir yere geçtim. Annem, ikide bir kafasını kaldırıp sesleniyor.
“Denize çok yaklaşma!”, “Benden uzaklaşma!”, “Yabancılarla konuşma!”… ISLATMA, KİRLETME, DOKUNMA, GİTME…!
Kumdan sonsuz şekil yapabilirim. Hiçbir biçime mahkûm değilim. İşte bunun için kumları o kadar çok seviyorum ki o sapsarı taneleri yukarı fırlatıp içine dalıyorum. Oynamaktan yorulunca işe başlamalıydım. Küreğimle istediğim kadar kazabilirim. Çizdiğim tüneli derinleştirip bir çukura çevirdim. Güneşin ışıkları tanelerin sıcaklığını, sarılığını kızdırıyor, ter içinde kalıyorum.
Bir süre sonra ayaklarımın çukura battığını fark ettim. Daha da kazabilirdim. Kazdıkça gölge büyüyor, rahatlıyorum. Kürekle attığım kumlar en ufak rüzgârda salına salına uçuşuyor.
İlk başlarda ufak çakıl taşları vardı ama giderek sade kum kaldı. Kumlar yukarıda güneşten yanıyordu. Burada ise nem ve serinlik var, her yer vıcık vıcık… Nemli kumların içine batmaya başladı ayaklarım. Bir anda küreği bırakıp tutunacak bir şey aradım. Elimi attığım her yer hemen üzerime dökülüyor. Ayak bileklerim hep ıslak kumların içine batıyor, onları sürekli çekmekten yoruldum artık. Giderek batıyorum. Sayısız kum üzerime dökülüyor, dakikalar içinde gömülebilirim. Çakılların çok olduğu yerden biraz dökülünce ayaklarıma bir kuruluk geldi yetişti. Son bir gayretle sağ ayağıma yüklenip solumu kurtarabildim. Birini çıkarınca diğeri daha rahat oldu. Rahat bir nefes alıp yukarı bakınca annemi gördüm.
“Oğlum bir saattir güneşin altındasın, bak biraz daha kalırsan pişeceksin, diyorum sana!
Demin battığımdan haberi yok. O sevinçle hiçbir yorgunluk hissetmeden tırmanıp çukurdan çıktım bir anda. Annem birkaç şey söylenip hasırına geçti yine. Çukurumun yanında dev bir birikinti oluşmuş. Bunu değerlendirmeliyim.
Yaşadığım korku yeter bana. Bu sefer sağlam bir şey yapmalıyım. Güvenli, korunaklı bir kale lazım bana. Bu kadar kumla harika bir kale yaparım.
Kalenin etrafını çizdim önce. Sınırları iyi çizip kale surlarım için kalıplar yaptım. Büyük burçlar, kapılar, kulelerle donattım. Kimselerin ele geçiremeyeceği kadar sağlam olmalıydı. Kaleyi bitirip etrafa baktığımda kendimi kalenin kumandanı gibi hissettim. Çöle bakıp hayaller kurdum. Gelecek ordulara hazırım. Korunaklı bir kalem, güçlü askerlerim ve silahlarım var. Kirpiklerimin arasından damlayan terin buğusuyla küçük siyah bir hareketlilik fark ettim. Bana doğru ilerliyor. Bir atlı olmalıydı. Belki de arkasından bir ordu gelecek. Bu bir haberciydi. Köprüye kadar gelip bana meydan okudu. Terimi alınca buğuyla gördüğüm atlının gerçekte bir akrep olduğunu anladım. Soğuk bir ter aldım alnımdan. Karşısında öylece hareketsiz ve savunmasız kalakaldım. Nefesimi tutup gözlerimi kapattım. Başka çarem yoktu.
Gözlerimi yavaş yavaş korkarak açtığımda annem karşımda dikilmiş beni azarlamaya başlamıştı.
“Burada ne oynuyorsun sen, kiminle ebe oynuyorsun! Gözlerini açık tut lütfen.” O yerine giderken kaleye döndüm. Akrep kaleyi aşıp çukura iniyordu. Gölgelik bir yer arıyor belki de.
Her yerim sırılsıklam, ter içindeyim. Belki de bu sebeple yüzüme kumlar yapışıyor.
Tepede güneş o kadar yakmıştı ki sonunda bulutlar toplanmış onu kapatmıştı nihayet. Gölgenin etkisiyle yüzümde tatlı bir serinlik başladı. Bulutlar bir iki dakika içinde renk değiştirdi yalnız. Gökyüzü kapkara oldu bir anda. Annemin sesi geldi kulağıma.
“Yanıma gel. Gidiyoruz hemen…”
Fırtına bir anda bastırdı. Gözlerimi açamıyorum. Annemi bulmam gerekiyor ama yürümek bile imkânsız. Kalenin dibine yaslanıp bekledim. Fırtına o kadar güçlü ki uçabilirim birden. Bir ara kolumla gözlerimi koruyup yukarı baktığımda annemin şemsiyesini gördüm. Havada daireler çizip uçuyor.
Hava nasıl bir anda bozduysa yine öyle açıldı. Güneş ışıklarıyla yetişince bulutlar hemen açılmış, fırtına durulmuştu, havada dolanan son kum taneleri de bir yerlere kondu.
Kale, çukura gömülmüş. Ne çukurdan ne de kaleden bir iz var. Çölün ortasında yapayalnızım. Annem ortalıkta yok. Gelip azarlaması gerekirken belki de terk etti beni.
Fırtına sonrası çarşaf gibi serilen denizin mavilikleri beni suların köpükleriyle yıkamak istiyordu. Beni hırpalayacak ne bir dalga vardı ne de herhangi bir fırtına. Kulağımda fırtınadan arta kalan uğultuyu sulara gömdüm sonra.
edebiyathaber.net (13 Mayıs 2023)