Öykü: Kurdele | Mehmet Ulukan

Şubat 2, 2023

Öykü: Kurdele | Mehmet Ulukan

Bir zamanlar, bir ülkede

Birbirine deli gibi aşık iki genç varmış.

“Mış” diye konuşuyorum, çünkü; ben onları görmedim.

 Bir geceyarısı bana, “Rüya Kuş”um anlattı. Ben onun yalancısıyım.

“Rüya Kuş”umu merak etmeyin diye, onu hemen kısaca size tanıtayım.

Küçük bir kafeste yaşar, rengi sarı ama altın değildir. Onu ilk gördüğümde pamuk gibi beyaz bir şeylere sarılıydı. Tezgahtar, tipik bir ev kadını hallerinde; böyle kullanılmış ev eşyaları satan biri olduğuna inanmıyor insan. Evde yemeğin altını kısıp da arkadaşının ricası üzerine birkaç dakikalığına burada  duruyor gibi. 

A, evet, ben onu bir işporta tezgahında gördüm.

Bunu hep yapıyorum, yani bir şeyi başından anlatmayı beceremiyorum. Galiba bu yüzden de son iş görüşmelerim hep başarısız. Bir nedeni mutlaka vardır, bunu düşünmeliyim.

 Her neyse; yine böyle bir iş görüşmesinden umutsuz çıkmıştım. Merkez çarşısındaki o hareketliliğe uğrayıp renklerin ve seslerin arasında kendimi unutmak istedim.

Kapalıçarşı’nın o labirentliğini düşünün, merkez çarşısı da öyle ama üstü kapalı değil ve tam yedi kat. Karaköy Limanı’ndan başlayıp Beyoğlu’na kadar yükselen kargacık burgacık sokaklar. Sekizinci kat yol inşaasına da başlamışlardı ama Allah’tan “WMO” devreye girip, Galata Kulesi’nden daha yüksek yol olamaz, kararını açıklayınca durduruldu.

Geriye bu çirkin çelik filizler kaldı, belediye hala kaldırmıyor. Belli ki

Dünya Anıtlarını Kollama Örgütü’nün (WMO) kararını protesto ediyorlar.

Burada aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Hatta yasaklanmış  şeyleri de. Son zamanlarda pek çok Avrupalı’nın bu pazarda görülmesinin nedeni bu. Sadece perşembeleri kurulan çarşıyı polis pek denetlemiyor. Görev icabı ortalıkta görünüyorlar sadece. Bu onlar için de kazanç günü; iyi rüşvet topluyorlar. İnternet Amerikalılar tarafından yasaklanalı tam iki yıl, sekiz ay oluyor. Burada insanlar büyük savaşın haberlerini sadece “Özgür Batı Güçleri”nin medya organlarından dinlemek zorunda. Gerçi bundan on ay kadar önce “Otonomlar” bir uyduyu denetim altına alıp tam on yedi gün boyunca propaganda yaptılar. Tabi uydu imha edilinceye kadar sürdü. Otonomlar, iki taraftan da değiller ama her iki cepheden de taraftarları var. Onlar, sadece savaşa ve yıkıma karşılar.

 “Tekel Medya” haberlerine göre savaşı kazanıyoruz. Hatta Hindistan yarımadası bütünüyle bizim elimize geçmiş. Niye “biz” diyorsam. Ben hangi taraftayım hala emin değilim.

 Ama emin olduğum bir şey var.

Savaşın galibi olmaz.

Çarşıda, el altından, işte bu medyada yer almayan bilgiler de satılıyor. Çeşitli eşyaların içine yerleştirilmiş çipler halinde. Gerçekten denetlenmesi çok zor.

“Birleşik Doğu Güçleri”nin önderliğini yapan Çin kökenli haberler,  daha çok, bu savaşın ergeç insanlığın  zaferiyle biteceği yolunda. Tam inanacakken, ardından yeni geliştirdikleri muhteşem, bana göre korkunç, bombayı tanıtıyorlar. Amaç, her iki taraf içinde aynı: Bizi yenemezler, çünkü, en iyi öldüren silahlar bizde.

 Kötü bir şaka gibi ama gerçek.

Ben daha çok şiir arıyorum. “Otonom” yeraltı şairlerin yasaklanmış şiirlerini.

Bulmak gittikce zorlaşıyor, tek tük bulduklarımın ise artık çok pahalı. Bu işşiz halimle satın almam olanaksız. Zaten satıcılar da beni tanıdı, eskiden olduğu gibi göstermiyorlar. Alıcı değil bu, diyorlar birbirlerine, sadece bakıcı. Oysa böyle bir yeteneğim vardır, iyi bir şiiri bir kere okumakla ezberleyebilirim.

Savaş, sadece insanları öldürmüyor, şiiri de yok ediyor.

Bombalar değil elbet, bir zehirli gaz gibi sinsice yayılan, korku…

Korku, bizi insan yapan duyguları öldürüyor.

Panzehiri var mıdır?..

Umutsuzum, ama daha kötüsü, umutsuzluğun da korkudan kaynaklandığını biliyorum.

32 yaşındayım ama biliyorum işte:

Sadece korkaklar umutsuz olur.

Birden gök gürültüsü ve bir çocuğun ağlaması beni kendime getirdi. Gök gürültüsünden şimdi daha çok korkuyor insanlar. Bombaların böyle birden düşeceğini biliyorlar. Dünyanın en eski kentinin bombalanacağını düşünmek hüzünlendiriyor beni. Oysa haber alamadığımız, bilmediğimiz ne kentler bombalanıyordur şu anda. Dağlar da. Himalaya buzullarının Amerikalılar tarafından eritilmeye başlandığı doğru mudur? Tibet Platosu’nun “Doğu Güçleri”nin siklet merkezi olduğunu artık herkes biliyor ama…

Düşünmek bile istemiyorum, bu hiç durmayan yağmurların nedenini de…

Sağanağa döndü yağmur. Biraz telaşla “Hava Tramvayı”na gidiyordum ki o tezgahı gördüm. Beyaz örtülü. Dikkatimi çeken elbet beyaz örtüydü. Çünkü, buralarda kimse beyaz giymez, boyamaz, örtmez. Nedeni basittir; hiç durmayan yağmurlar, atmosferdeki kül ve tozları aşağı indirir. Evet, yağmurdan çok, çamur yağıyor demek daha doğru olur. Mevsim yaz, aylardan Temmuz; ama durum bu. Savaş bitince belki güneşi görebiliriz. Belki…

Ev kadını halli, tombul kadın yan tezgahtaki genç adamla konuştuğundan beni fark etmedi.

Tezgahında pek bir şey de kalmamış. Bir iki ev eşyası, kalem, gözlük gibi artık hiç kullanılmayan şeyler işte. Bir tek o  küçük sarı kafes çok hoşuma gitmişti. El yapımı olduğu belli. İçindeki beyaz yumak, ne olabilir ki?

“Aç, bak o zaman” dedim, kendi kendime ve kadından izin almadan uzandım. Bunu aslında hiç yapmam, yani izin almamayı, lütfen dememeyi ama engelleyemedim işte.

 Neyse…

Kafesten o pamuk gibi yumağı merakla çıkarttığımda,

avucumda birden hareketlendi.

Korktum elbet ama yine de elimden bırakmadım. Yüzüme yaklaştırdığımda birden o sevimli başını çıkarttı. O zaman onun küçücük bir kuş olduğunu anlayıp gülümsedim.

“Kimbilir hangi kötü kalpli birisi onu bu zavallı duruma sokmuştu?”

diye düşünürken, o, bana bir şeyler anlatmaya çalışır gibi çabuk çabuk ötüyordu.

Doğruyu söylemek gerekirse, sesi hiç de güzel değildi.

“Hadi sakin ol bakalım” diye, alçak sesle seslendim ona,

“Ben senin kurtarıcınım.”

Bu çok hoşuma gitmişti, -kurtarıcı- olmak yani. Şövalye gibi bir şey.

O, sürekli bir şeyler daha doğrusu vıcır vıcır sesler çıkarıp duruyordu.

Tanrım, pilli radyo paraziti gibi…

“Şşşt… sakin ol, dedim ya.

 Birazdan özgür kalacaksın. Korkma! “

E, biraz şey bekliyordum, doğrusu.

Hani, ne bilim, insan kurtarıcısına biraz sevgi gösterir, ilgi, gülücük, minnet dolu bir bakış, vesaire… vesaire… Bu yüzden de benim için bu anlamlı anın çabucak bitmesini istemiyordum.

İnsan her zaman  -kurtarıcı- olmuyor ki.

O ise sürekli parazit sesleri çıkartmakta kararlı. Biraz sinirlendim. Eğilip,

“Ne diyorsun?” dedim, “Nee?”

Lafımı bitirmeden, birden alnımı gagalamaya başladı.

Tık tık tık tık…

Hayır, o bir ağaçkakan da değil.

Ama canımı yaktı. Hem de çok fena.

Biraz sıkıp onun küçük gövdesini, zorlukla uzaklaştırdım kendimden.

Kanıyor mu, diye alnımı yoklarken,

Çirkin ve ince sesiyle bağırdı;

“ Beni rahat bıraksana be adam!”

Şaşkınlığımdan çabuk kurtulup öfkeyle,

“Rahat bırakmak mı?.. Ben seni…” lafımı kesip;

“ Sana beni kurtar diyen mi oldu? “

Öylece kala kaldım. Söyledikleri yüzünden değil. Bir kuşla konuştuğumu yeni farkettiğimden.

O da sakinleşti. İnanılmaz ama aklımdan geçen her şeyi biliyordu. Bu sefer bağırmadan,       “Uzun zamandır, alkışlanmadın galiba?” dedi.

Okulda öğrendiğim tüm bilgiler kafamdan hızla geçiyor. Yok, bulamıyorum.

Söylemeyi unuttum, ben “Tasarım Mühendisi”yim. “Keyif Odaları” bölümünden mezun.

Tık tık..

Baş parmağımı gagalayıp bir daha sordu.

“Senin alkışlayıcıların yok mu?”

“Alkış mı?… Bu da nereden çıktı, umurumda bile değil.”

Sinirlenmeye başlamıştım, ama söylediklerinden değil, o çirkin sesine bir de alay karıştırmasından.

“O zaman nedir bu, kurtarıcı-kahraman halleri.

Kurtardığın kız sana aşık mı olmalı?.. Hı?

Sen savaşa katılmalıymışsın.”

 Yakalanmıştım, aslında buna sinirleniyordum.

“ Nesin sen, Allah aşkına, yeni bir program falan mı?”

“Hayır, ben sadece bir ‘rüya kuşu’yum” dedi.

“O rüyadan başka bir rüyaya uçan;

ama sahici” diye de ekledi gülerek.

“Bak beni yine geriyorsun.”

“Kendi işinle karıştırma diyorum.”

“Ne varmış işimde.”

“Sen kişiler için hazır rüyalar üretiyorsun.”

“Evet”

“Ama bunlar gerçek değil ki…

Parayı veren, Mona Lisa’la yatabiliyor.”

Çok bozulmuştum.

“Ben o tür odalarda çalışmıyorum.”

“Biliyorum ama Ay’a ilk adım atan adam olma, Everest’e ilk çıkan, Kuzey kutbuna…”

Sözünü kesip hızla konuşmaya başladım, sesimi de yükselterek,

“Bunların hepside çok çalışılmış, neredeyse hatasız projeler, iliklerine kadar hissediyorsun.”

O da parazit sesini yükselterek, “Ama onların cebinde hiçbir zaman dönüş bileti yoktu!

Duygular… Anlamıyor musun?”

dedi ve sustu. Sonra gözlerime bakarak, tane tane konuştu;

“Sadece tüketilen şeylerin fiyatı vardır. Senin yaptığın, paketlenmiş hazlar satmak.”

Ben de sustum, çünkü çok acıtıcı konuşmaya başlamıştı.

Galiba halimi anlayıp konu değiştirdi.

“Beni eline almadan önce 11 yaşında bir kız çocuğunun rüyasındaydım.”

“Pardon” dedim, “Yerine koyabilirim.”

“Gerek yok, artık senin rüyandayım” dedi.

Etrafıma bakındım, karanlık iyice bastırmış, yağmur sürüyor, tezgahtar kadın da yandaki genç adamın mallarını toplamasına yardım etmekte. Çarşıdan geçen tek tük insanlar…

“Hayır,”dedim gülerek, “ben rüya görmüyorum ki.”

“Zaten böyle olmalı”dedi, “fazla düşünme.”

Tabi yine başladık tartışmaya. Biliyorum size inandırıcı gelmiyor, bir kuşla tartışmak. Ama o bir rüya kuşu. Aslında ben size sadece onun söylediği hikayeyi anlatmak  istiyordum. Yine beceremedim, yani baştan başlamayı. Bunun nedenini bulmalıyım.

“Her şeyin, hatta iyilik ve güzelliğin bile programlanıp satıldığı bir dünyada… Kendi kendini bombalarla tüketen bir dünyada, karşılığı olmayan ne kaldı ki, rüya kuşu?”diye sordum.

“Sana bir hikaye anlatayım”dedi, çirkin sesine ciddiyet katarak.

“Lütfen, bana masal anlatma” dedim.

“Gerçek!..”dedi, “Ben oradaydım, dinle:

Birbirine deli gibi aşık iki genç vardı. Bunu oradaki herkes bilirdi.”

“Orası, neresi?… İsimleri neymiş bunların?” Çok sinirlendi bu soruma,

“Ne önemi var ki, sözümü niye kesiyorsun?”

Sustum. O da. Sonra yavaş bir sesle yine başladı anlatmaya.

“Tamam”dedi, “Kızın adı, Mavi; oğlanınki de Portakal, olsun.”

Gülmemek için dilimi ısırdım çünkü fark ederse kim bilir ne yapardı.

Kolum da çok yorulmuştu.

“Kızma… kızma hemen bu son, seni cebime koyabilir miyim. Kolum yoruldu.”

Kızmadı.

“Ben de terledim, ama dikkat et, tüylerimi bozma.”

Gömleğimin sol cebine yerleştirdim. Gözlerime bakarak,

“Kalbinin atışını duyuyorum” dedi.

“Kalbime anlat” dedim, gülerek.

Anlattı;

“ Yaşarken hep böyle olur, hiç bu mutlu anlarının bitmeyeceğini düşünüyorlardı. Birlikte büyüyeceklerinden, birlikte gülüp ağlayacaklarından, birlikte öleceklerinden emindiler. 

Her gün birbirlerinin içine girip, kalplerini boyuyorlardı, kendi güzellikleriyle.

Ölümlü hayatlarında koşacakları sonsuz bir yol bulmak için.

Onlar öyle sansa da, bu Dünya’da iki kişi değildiler.

Büyük bir savaş başladı ve kimsenin tahmin etmediği bir hızla yayıldı. İnsanlar ölüyordu, şehirler, kuşlar, ağaçlar, balıklar ölüyordu. İnsanlık da…

Herkes şaşkın, ürkek ve ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Onlar da. Sonunda korkulan şey hep gerçekleşir.  Portakal’ı savaşmaya çağırdılar. Ayrılmadan önce Mavi’nin bahçesinde buluştular. Aylardan Bahar; günlerden uçurtma rüzgârı. Isıtmayan bir güneş var.

“Lütfen” dedi, kız.

“Lütfen, seni uğurlamaya gelmek istiyorum.”

“Hayır” dedi, oğlan.

 “Liman çok kalabalık olacak, hem beni asker elbiseleriyle hatırlamanı istemiyorum.”

Sonra birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar, yapabilecekleri başka bir şey yoktu ki. Ben oradaydım, her şeyi gördüm. Rüzgâr biraz hızlanınca, dalında durduğum kayısı ağacı sallanıp, bembeyaz yağdı.  Bahar çiçeklerinin taç yaprakları kar gibi üzerlerine dökülüyordu.

Mavi, oğlanın kulağına bir şeyler fısıldıyordu, duymak için, ağaçtan yanlarına uçtum.

“Korkmuyorum,”

 diyordu, yüzünün her tarafına sevgiyle bakarak, sanki resmini çiziyordu kalbine.

“Çünkü, seni sevdiğimi biliyorum.”

Hiçbir şey demedi Portakal, sadece su gibi baktı ona. Sonra onun kirpiklerine takılı kalmış bir taç yaprağını yavaşça aldı. Yüzünde muzip bir ifadeyle dilinin üstüne yapıştırıp yuttu.

“Mmm, Bu yaz kayısılar çok tatlı olacak.”dedi.

Mavi, kahkahalarla gülmeye başladı, Portakal da. Gülmekten yere yuvarlandılar.

Mavi, karnını tuta tuta gülmeye devam ederken, oğlan gökyüzüne bakmaya başladı,

uçup giden bulutlara, gülmesi yavaşça söndü.

“Sana, beni bekle diyemem.”

Mavi, birden sustu.

“Çünkü, dönüp dönemiyeceğimi bilmiyorum.”

Mavi, elini onun göğsünden çekti, biraz uzaklaştı.

Portakal, bulutlara bakarak konuşmaya devam ediyordu.

“Dönsem bile… Ne zaman ve ne halde olurum, bilemiyorum.”

Gözleri parlamaya başladığı, içinden uçup giden bulutların yansımalarını görebiliyordum.

“Beni beklemeni isteye…”

Mavi, bir avucuyla onun dudaklarını kapattı. Diğerini alnına koydu. Fısıltıyla;

“Korkmuyorum, ben hiç korkmuyorum, dedim sana.”

Gözlerindeki su iyice arttı Portakal’ın ama akmadı. Ben ordaydım, her şeyi gördüm.

“Sen de korkma .”

Portakal, gözlerini ondan kaçırarak,

“Eğer, dönersem, kapını çalamam. Nasıl isteyebilirim ki beni beklemeni. Ya… ”

Konuşamadı oğlan, sadece bir iç çekti. Kız, ellerini ondan çekip bir kez daha uzaklaştı. Kırılmıştı sanki. Ya da ben öyle sandım, dudağının birazcık sarkmasından. Bence de maviyi kırıyordu oğlan. Öylesine korkuyorduki onu kaybetmekten, belki ilk kez söylediklerini duymuyordu. Sonra onun kendisine artık bakmadığını fark etti ve doğrulup sarıldı.

Mavi, hiç kıpırdamadı, başını yerden kaldırmadı. Portakal, onun saçlarındaki bahar kokusunu içine çekip öptü. Kız, saçlarını kırmızı bir kurdeleyle bağlamıştı. Onu dikkatlice çözdü. Gür saçları bir şelale gibi Mavi’nin yüzüne aktı. Kendisinden bir şey alıp götürmek istediğini düşündü.

“Bu sana öyle çok yakışıyor ki”

 dedi, Portakal, yine bir iç çekip devam etti.

“Eğer, dönebilirsem,  önce buradan geçeceğim, bu kayısı ağacının önünden.

 Gözlerim, bu kurdeleyi arayacak, ağacın dallarında.”

Mavi, gözlerini kaldırıp ona baktı.

“Görürsem, kapını çalacağım.”

Portakal, onu son kez öptü, Mavi, sanki çok halsizmiş gibi ona sarılmadı bile. Kurdeleyi onun kucağındaki ellerine bırakıp ayağa kalktı ve gitmeden kısacık bir an ona doğru döndü, Mavi, gözlerini yine yere indirmişti. Onun,

“Seni seviyorum” deyip, gidişini duymadı belki de. Ya da ben öyle sandım.  Portakal uzaklaşırken, ağaçtan uçup kızın yanına tam konmuştum ki…  Ah! Yüzünü kapayan saçları arasından üç damla göz yaşının, elindeki kırmızı kurdeleye düştüğünü gördüm. Hemen havalandım yanından, çünkü onu öyle görmek istemiyordum.

Akşama doğru, limana uçtum. Portakal’ı aramak için. Binlerce insan, asker, silahlar…

Ortalık karınca yuvası gibi her yerde koşturmaca vardı. Onu altı katlı büyük bir savaş gemisine binerken gördüm. Miğferinin altında tanımak gerçekten zordu. Yüzünde diğer askerlerden farklı bir ifade yoktu. Gri, hepsi gri, her şey gri bir renkteydi.

Savaş gemileri kalkarken, gürültü de arttı. O kadar insanın bağırışına, ağlama seslerine bandonun cılız sesi karışıyordu. Ama pervane sesleri hepsini bastırdı. Gemiler, çok uzaklarda çakan şimşeklere doğru yola çıktılar.”

Rüya kuşum, bundan sonra savaşla ilgili şeyler anlattı. Hem Portakal’ın, hem de bir ilaç fabrikasında çalışan Mavi’nin yaşadıklarını. Onları anlatmak istemiyorum. Sadece tenlerinin değil, ruhlarının da ağır yaralandığını aslında tahmin etmeniz zor değil. Büyük bir çağ yangınında savrulup giden milyonlarca insandan sadece iki kişiydi onlar. O kadar. 

“… Küçük bir sırt çantasıyla, Portakal, bir gün geri döndü.

Aylardan Sonbahar; günlerden Kasımpatı.  Şehir, yıkılmış yanmıştı.

 Yine de insanlar, büyük savaştan sağ kurtulan şanslı insanlar, şehri yeniden kurmak için heyecanla çalışıyorlardı. Kısacık saçlarıyla eskisinden biraz daha zayıf gözüküyordu.

Para kazanmak için annelerinin yaptığı yiyecekleri satan iki küçük çocuğun yanında durdu.

Ben, onun döndüğünü, işte  ilk orada gördüm;  yere dökülen kırıntıları yemek ile meşgulken.

Çocukların sepetinde Ay Çöreklerini görünce iki tane istedi. Yüzüne bir sevinç gelmişti, Mavi’nin Ay Çöreklerini ne kadar sevdiğini hatırlamıştı birden. Erkek çocuk onları bir kağıda sararken, üstü pudra şekerli  küçük bir kurabiyeyi ağzına atıp

“Hım, anneniz güzel yapmış” dedi, çocuklara gülümseyerek.

“Babannem yaptı” diye en küçük olan kız bağırdı, altı yaşlarındaydı.

On yaşındaki abi,  büyümüş gibi ciddi bir sesle,

“Annemiz öldü” dedi.

Portakal’ın, yüzündeki sevinç söndü. Çocukların parasını verip uzaklaştı. Yüzü hep öyle endişeli yürürken ben de arkasından uçtum. İlk başta görememiştim, kafasının arkasında büyükçe bir yara izi var. Saçını uzatınca gözükmez herhalde diye düşündüm. Onun umurunda bile değildi böyle şeyler, sadece Mavi’yi düşünüyordu. Giderken onu kırdığını da hatırlıyordu. Ona sarılmamıştı bile. Bu da önemli değildi. Yeter ki yaşıyor olsun. Bir başkasıyla beraber olsa bile, kendisini unutsa bile bu çok önemli değildi o an için. Yeter ki yaşıyor olsun.  Köşe başına geldiğinde, durdu, göğsü inip kalkıyordu heyecandan. 

Elinde Ay Çörekleri, sırtında yırtık bir çanta ve eskimiş postallarıyla kendini komik hissetti. Döndüğünde onun bahçesini ve kayısı ağacını görecekti. O Kurdele’nin bir dalına bağlı olup olmadığını da. Beklemenin bir yararı yok, diye düşündü. Senelerdir bu anı beklemiyor muydu? Ama korkuyordu işte hem de nasıl, hem de nasıl…

Kalbi küt küt atarak köşe başını döndü, ben oradaydım, sanki üşüyor gibi titrediğini gördüm onun. Bir iki adım sonra aniden durdu. Yüzüne baktım, tanrım ne kadar şaşırmış görünüyordu. Büyümüş gözlerini birden sular bastı…

Ben yine ilk onun gözlerinde gördüm kayısı ağacını.

Her gün için bir dalına kırmızı kurdele bağlanmış, kayısı ağacını.

Bir rüzgâr geçip yanımızdan yüzlerce kurdeleyi salladığında kendime geldim.

Ve yine havalanıp uzaklaştım oradan. Evet, onların bu halini de görmek istemiyordum.

Bu sevinç sadece onların.

Yükselip uzaklaşırken öyle güzel gözüküyordu ki kayısı ağacı,

Yanmış, yıkılmış bir kentin ortasında.

Kıpkırmızı bir sevinç olarak.

Ben oradaydım.

Gördüm”

dedi.

Elimdeki kitabın yere düşmesiyle kendime geldim. İçim geçmiş biraz. Galiba çok ıslandığım için buranın sıcak havası gevşetmiş beni. Tramvaydaki birkaç kişi sese döndü. Bu zamanda kitap okuyan yok ki. Tuhaf geliyor olmalı onlara. Çapraz karşımda bir genç kız oturuyor.

Yirmi yaşlarında. Ayakkabılarına takılıyorum nedense. İkisinin üstünde bir kuzu resmi var. Bacak bacak üstüne atmış. Dikkatimi vermemeye çalıştım ama yapamadım. Bunu ona söylemeliyim, dedim kendi kendime. Uzanıp omuzuna dokundum. Birden ürküp kendini çekti, şüpheyle bana bakarken;

“Lütfen”dedim, başkalarının duyamayacağı bir sesle,

“Kuzuyu öyle yapmayın, kötü oluyor.” Anlamadı.

“Ayakkabılarınız, çok güzel ama böyle oturunca kuzu ters oluyor.”

Hemen oturuşunu düzeltti. Kuzu şimdi kuzu gibi görünüyordu. Rahatlamıştım.

Kocaman bir cam fanusun içindeki Ayasofya’nın üstünden geçiyoruz, çamur yağmurlarından o da nasibini almış, aydınlatılmasına rağmen içi zar zor görünüyor. Camdaki yansımadan, kuzulu ayakkabısı olan kızın bana baktığını görüyorum. Tedirgin. Belli ki az önceki davranışımdan rahatsız olmuş. Ona doğru dönüyorum ama yüzünü hemen cama çevirip dışarı bakarmış gibi yapıyor. Korkuyor. Korkunun insanları yalnızlaştırdığını bilmeden, korkuyor.  Ona, korkunun ilacını artık bildiğimi söylesem, rahatlar mı acaba, bunu bana rüya kuşum anlattı, desem.   Ah, Rüya Kuş’um…  Onu anlatmayı unuttum. Bunu hep yapıyorum.

Hikayesini tam bitirmek üzereyken, tezgahtar kadın beni fark etti ve kafesin içinin boş olduğunu da. Telaşla onu cebimden çıkarıp beyaz yumağına sarmaya çalışırken, kadın bağırmaya başladı. Ben hızla gecenin karanlığında uzaklaşırken o hala bağırıyordu:

“ O satılık değil… O satılık değil!..”

İki istasyon sonra, evime gelicem. Beni sıcak bir kabuk gibi saran 36 metre karelik evime.

Uzun zamandır düşündüğüm şeye sonunda bu gece karar veriyorum.

“Otonomlar”a katılacağım.

Korkuyla savaşmak için.

edebiyathaber.net (2 Şubat 2023)

Yorum yapın