“Annem boğazımdaki düğüme onur dendiğini söylüyor; ‘bağırmadığın zaman acıtır,’ diyor. Bu kültürün çocuklarının hepsinde var bu: Kursağımıza düğümlenen onur denen hıçkırıklar.
Ağlayamazsın, bağıramazsın…
Yutmak zorunda olduğun o acılı nefes.
Aslında ne kadar onur kırıcıdır.
Öte yandan, paralı, güya eğitimli ailelerin çocukları da alınmayan oyuncaklar için bırakın boğazlarındaki gururun acısını ve rencidenin oluk gibi ciğerlerine inen sızısını yaşamayı, -o oyuncak alınmadı diye- bağırmaktan gırtlakları yırtılır.“
Ece Temelkuran
Harika geçen yaz tatilimin son akşamıydı. Günü camel beach sahilinde geçirdim. Tek başıma. Dönüş yolu beklenmedik biçimde coşkulu bir hal aldı. Oğlum ve arkadaşları nicedir yol kenarında taksi bekliyorlarmış ve beni görünce çığlık attılar. Arabaya doluştular ve biz keyifle kaldığımız otele geldik. Onlar akşam yemeği için otelin biraz ilerisinde bir restorana gideceklerdi. Hazırlanmak için odaya gittiler, fazla beklemedim. Onları bırakıp otele geri döndüm. Saat yedi buçuktu. Plaj boş, deniz grimsi mavi ve sakin; güneş, turuncu hüzmesini salınarak tam dağın arkasında batmaya hazırlanıyordu. Bu turuncu yansıma denizin üzerinde kısa bir süre kalacaktı. Koşup bu turuncu suyun içine girdim. Ben girer girmez güneş dağların arkasından kayboldu, bu yüzden hiç göz göze gelemedik. Ama hüzmesi hala üzerimdeydi. Seni bedelsizce başının üzerinde tutan ve hesap sormayan suyun huzur veren karakteri, bana özgürlüğümü yeniden hatırlattı. On beş dakika yüzdüm ve denizin tuzuyla odaya döndüm. Valizleri toplayacak ve duş alacaktım. Sonra da yan oteldeki canlı konsere gidecektim. Bu sabah sahilde tanıştığım birkaç tatlı hanımın ısrarlı davetlerine hayır diyememiştim. Bir bakıma çok da eğlenceli olacağını tahmin ediyordum.
Duşa girmeden önce, annemi arayayım dedim. Gündüz çantada yanlışlıkla aramış telefon kadını, dönmüş bana, ben duymamışım. O telefonu etmezsen devrim hafızları kapıma dayanabilir. “Ara, aramalısın…” bu marş susmaz zihnimde; aramazsan vatan haini sayılırım. Yerleşik ve çarpık bir öğreti. Sitemi kurşundan beterdir, gençliğimden kalan bir sürü dikiş iziyle doludur derimin altı. Kurşunların atıldığı tüfekleri de taşımaktan yorgunum. Anahtarını nereye attığımızı bilmediğimiz zincirden başka şey değildir aile. Toksik suyu lıkır lıkır içip hastalanır ve psikolojik işkencenin hiç farkına varmadan büyür gideriz. Onaylanmama cezasının acıya dönmüş yapraklarının zehirli olduğunu bilmeden yaşarız.
Aradım.
Telefonu soğuk bir sesle açtı. Bir önceki görüşmemiz son derece keyifli ve canlıydı, bu yüzden şaşırdım.
“Denk gelemedik bugün, nasılsın canım?” dedim, yıllanmış korkularımın alışkanlığıyla çıkıverdi ağzımdan o canım kelimesi. Sonra “hayırdır neyin var sesin kötü,” dedim.
“Ya işte baban, zar zor tren bileti buldu da düğün için, yer yoktu, son anda ayrı yerlerde oturacağımız iki yer aldı. Ona sıkkınım. Sen götüremiyorum deyince ve üç gün kala iptal edince, tabi amcanlara da siz gidin tatile demiştik, sana güvendik ve öyle kalıverdik ortada. Trenle idare edeceğiz artık,” dedi çok rahatsız edici bir tonda.
“Bidakka,” dedim. “Bu üslup ters geldi bana, beni suçlu hissettiriyorsun şu anda.”
“Neden öyle hissettireyim ki gerçek bu.”
Yani gerçek bu, suçluyum. Ne yaptığının farkında, ama değilmiş gibi davranıyor. İşte aile haini olduğum an. En ağır dramdır bu bir insanın başına gelen; anne baba tarafından suçlu bulunmak ve devamlı koşullara bağlı sevilmek. İşte çocukluğumuzun öz güvensizliği burada sıkışır kursağımıza.
Göğsünün içi yanar, bunu yaşadığını bile söyleyemezsin, o yangınla gitmişsindir nice gece yatağına, yastığın ıslanmış sararmıştır; “bu ne ya? Ne çabuk sararıyor bu kılıflar, her üç güne bir çamaşır yıkamaktan bıktım, saçlarının yağından,” sözlerini işitirsin, göz yaşının tuzuyla sarardığını söyleyemezsin, söylediğin de “dalga geçme, ilgi çekmek istiyorsun, gayet mutlusun,” diye gülümser karşında.
Konuşmaya devam etti: “Öyle değil mi ama? Söz verdin.”
“Nasıl? Hayır, ben söz vermedim. Babama gideriz büyük ihtimalle dedim. Sonrası allak bullak zaten, oğlumun uzayan rahatsızlığı, hastane tetkikleri, ertelediğimiz tatil rezervasyonumuz derken bu meseleye ne dediğimi bile unuttum. Amcamları tatile yollayacağınız zaman, beni teyit için arasaydınız keşke.”
“Yok canııım, söz verdin,”
“Anne beni huzursuz ediyorsun şu anda ve kabahatli.”
Yine bir zafer sarhoşluğu var üzerinde bunu yaparken, beni suçlu hissettirmenin tatminini deneyimliyor. Bu ne ilk ne son ama benim içimden ılık ılık bir şeyler akıyor: Yaprağın zehirleri. Sıcaklığını hem arttırarak hem de yakarak akıyor.
“Suçlu hissettirmiyorum, gerçekleri anlatıyorum. Güvenimiz sarsıldı sana karşı.”
“Ne diyorsun sen şimdi ya?” derken sinirim kulaklarıma doğru yükseliyor, göğsüm yanmaya başlıyor, kalp hızım artıyordu. Nefes düzenim bozulduğundan ve kısa sürede sakinleşmem zor olacağından, sesim titreyerek devam ettim:
“Sen, bana kendimi suçlu hissettirmekten hep zevk aldın. Ben de hep sustum. Peki ben konuşur da bir gün seni suçlu hissettirirsem ve tüm sustuklarımı kusarsam nasıl olur?”
“Ne varmış ki sustuğun, buyur söyle, buradayım söyle dinliyorum,” dedi.
Bir iki şey söyledim. Ezik halde. Başarısız bir hamleydi farkındaydım ama işte, dilinize kelepçe takar böyle ailelerin zehri. Domuz yağı gibidir. Konuşamazsın boğazın yanar. Resmen yanar, dumanı hiç tütmediğinden kimse göremez o yangını. Bilinmedik bir rüzgâr harlar o ateşi, saçılan ufak kıvılcımlardan, kesik ve güçsüz çıkar sesin ve işte o titrek ses tonumla:
“Tut ki söz vermişim veya unutmuşum ya da önceliğim değişmiş, vazgeçmişim. Bir kere sırtımızdan indirmek bizi eşek mi yapar? Hatta eşekoğlueşek?” diyebildim, öfkem, hayal kırıklığımın içine büzüşmüş halde.
“Evet öyle, indirmeyeceksin şekerim!” Dedi aynı alaycı ses tonuyla.
Bir patlama oldu kulaklarımda, sanırım sırtımdan düşen tüfekler patlamıştı. Öfkemin şiddeti şakaklarımda zonkladı. Tansiyonum çıktı. Midem kasıldı. Nefeslerin sıklaştı. Çarpıntım başladı. Hainlik var bu tonun içinde dedim kendi kendime. Çocuğu üzülmesin diye nice zorluğa katlanan güzel analar geldi aklıma. Ne çok imrendiğimi hatırladım. Bir ses, “telefonu kapat,” diye fısıldadı bana.
“Öyle mi?” diyebildim kesik kesik. “Peki, şu andan itibaren sizinle tüm iletişimimi kesiyorum.” Tam kapatıyordum ki uzaktan çınlayan, “Ay, heyheylendin yine her zamanki gibi,” cümlesini duydum. Umarsız, alaycı bir üsluptu. “Yakıyorsun yani tüm köprüleri öyle mi? Gıllik (ne demekse) kalktı yine,” uğultuları arasında telefonu kapattım. Ama öyle korkaktı ki sesim, korkak değil aslında çok öfkeli çünkü ne teflon tavaymış kadın, bizi pişirip sıyrılıp geçiyormuş.
Tüm düğümler o an çözüldü. Bir kıvılcımla başlayan içimdeki devrim. İçimdeki öfke her an şiddete meyledebilir kıvamdaydı.
Telefonu sehpaya bıraktığımda göğsümden kursağıma çıkan alevlerin sönmesi bir saat yirmi dakika sürdü. Sandalyede oturup kaldım. Kalkıp tansiyon ilacımı aldım. Boğazımın yanmasını geçirir diye ardarda üç sigara içtim. İşte onur denen ama haksızlığın yakan acısıydı boğazımdaki. Sonra, üzerimde onun diktiği (üzerine beni diktiği), kendinden bir ben yaratma çabasının beyhudeliği için bluzumu parçaladım. Rafta birkaç tane daha vardı, onları da parçaladım. Bakkalın içme sularını koyduğu siyah torbalardan birine koyup dışarı çıktım. Çöpe doğruyu yürürken otelde her gün rastladığım bir aileyle karşılaştım. Anne-baba, kızları ve bir de bakıcıları. Kadın seksen bir, adam seksen dokuz yaşında. Adam walker desteğiyle yürüyor. Kadının kol ve bacakları morluklar içinde, çok çirkin. Belli ki varis çektirme operasyonları geçirmiş. Bakıcı, adamla ilgileniyor. Adam bir zombi. Ağzının tam orasında yirmi santimetre uzunluğunda ve beş santimetre çapında bir puro var devamlı. Tıpası. Kızları elli küsür yaşlarında. Kilosu yüzün üzerinde, obez. Tatil boyunca onları her gördüğümde, ne işleri var bu kalabalık mekanlarda plajda görüntü kirliliği yaratıyorlar, üçü de merdiven inemiyor, belli ki hala kendilerini İstanbul asilzadeleri sanan, çürüdüklerinin farkına varmamak için zamanı unutmuş tiplemeler. Gözlerden uzak denize sıfır bir sahil evi kirala, bakıcılarını da al git. Olmaz. Görünmeleri lazım, kendilerini hala var etmeye çalışan ruhlar bunlar. Selamladım, buz gibi geçtiler. Zombi soğukluğu. Neyse, en azından içimdeki yangını bir nebze soğuttu. Birkaç adım gittikten sonra dönüp dövmek istedim onları.
Çöpü attım ve duş almak için odaya döndüm. Son uyanışımın soğuk duşu. Hala sinirimden titriyordum. Karnım ağrıyordu.
Sonraki saatler, adrenalinimin düşmesiyle bir sakinlik çöktü üzerime. Hem biyolojik hem de ruhsal. Zihnimde garip coşkulu ses çığlık attı: “Kurtuldum!” Arama, akıl alma, onay alma, fikir alma, tarif alma, bilgi alma ve kendimi kabul ettirme, -mış gibi sevme zorunluluğundan kurtulduğumu bağıran o ses huzur verdi bana. İçim çekildi. Bir hafiflik, var olmanın dayanılmaz hafifliği.Bir met cezir hali. Okullarda okunan istiklal marşını dinlerken tüylerimi ürperten, gururdan ağladığım zamanlardaki gibi bir his. Kendimi kazanmanın gururu. Çocuğu üzülmesin diye nice zorluğa katlanan güzel analar geldi aklıma yine.
Öğreniyorum ki amcam zaten gardan alacakmış onları. Üstelik Antalya’ya arabalarıyla gideceklermiş. Her gün Kızılay kıraathanelerinde oyun oynamaya da arabasıyla gider muhterem. Gar biletleri de o yakınlarda satılıyor. İstanbul otoyolu Antalya otoyolundan daha kolay. “Neden yaptı bunu?” Diye soruyorum kendime.
Alay eder, seni küçültür, küçücük yapar, sonra öfkelendirir ve hata yaptırır.
Şafaklarım zonkluyor bir an yine. Yatağa uzanıyorum. Düşüncelerim sağanak halinde, durduramıyorum. Çocukların hayatlarını kemir, sonra da “anneyim ben, haksızlık bu,” diye oy topla. Manipülasyonun en gizlisi. Çocuğu üzülmesin diye nice zorluğa katlanan güzel analar geldi aklıma yine.
Bak baban da üzülüyor sonra. Baba bedduası tutar dikkat et. Ananınki de. Anaya yapılır mı? Et tırnaktan ayrılır mı? Üzerimize rahip cüppesi gibi giydirilmiş annelik tulumu. Tarikat lideri gibi. Bir de bu analar, çocuklarına şiddet uygulayan, korku imparatoru, ezici güçle galip babaları da konforlarını bozmamak için bırakmazlar.
Duştan çıktığımda kızlar aradı. Geçiyoruz biz haydi bekliyoruz diye.
Gidemedim.
Gece çok zor uyuyabildim. Sabah on bire doğru çıktık yola. Uykusuzum. Bunu bile bile yaptı. Bodrum çıkışı hayli kalabalıktı. “Gece görüşüm de iyi değildir, karanlığa kalmasak,” dedim oğluma. “Hayır anne senin her türlü görüşün çok iyi,” dedi. Gelirken Denizli’de konaklamıştık. On bir saat çok yorulurum diye. Rezalet bir otelde. Arka pencerelerinin baktığı binaların yarısı boş, yıkık, harap, pis. Cinayet bölgesi gibi, metruk balkonlardan sallanan yırtık tüller korku filmi çekim platosu gibi. Belki de tinercilerin bölgesi. Oto sanayi bölgesiymiş. Akşam yemek için dışarı çıkamıyoruz tedirginlikten. Otelde karnımızı doyuracak şeyler bulup odaya kapanıyoruz. Dış seslerden uyuyamıyoruz. Ortam ikimizin de alıştığı türden değil. Oğlum geç saatte dalıyor. Ben se sabah beşe kadar gözümü kırpamıyorum. Sabah altı. Güneş doğuyordu, dalmışım. Saat sabah sekiz buçuk. “Hadi annem kahvaltı edip bir an evvel defolup gidelim bu otelden,” diyorum.
Zar zor uyanıyor çocuk. Acele kahvaltı edip yola çıkıyoruz. Havada keskin bir Ağustos sıcağı var. Uykusuzluğum virajlarda beni zorluyor. Denizli’de duraklamak babamın, otel de amcamın tavsiyesiydi.
“Biz Denizli’de o rezillikte boşuna kaldık anne, sen yirmi dört saat bile araç kullanabilecek kadar enerjik ve tecrübelisin,” diyor oğlum Ankara’ya dönüş yolunda.
Yağ gibi geliyoruz Ankara’ya, on bir saatte, iki kere mola vererek. Eve girmek çok iyi geliyor ikimize de. Mis gibi uyumuşuz. Ertesi gün Ankara, “ana” vatan böcekleri etrafımda. Sabah uyandığımda net hatırladığım rüya şu:
Sol elimin dört parmağı uç boğumlarından kopmuş. Tutturamıyorum. Yüzük parmağım üst ekleminden tamamen kopuk, diğer üçünü (işaret, orta ve yüzük parmak) arka derisi incecik bir yerden tutuyor. Acım ve ağrım yok. Ancak görüntüsü beni korkutuyor. Kan yok ama morluk çok. Ağlıyorum ama acıdan değil, korkumdan. Kangren olur da elimi kaybederim korkusundan. İlginç biçimde bir hastanenin içindeyim ama orada olduğumun farkında değilim. Oradan acile telefon açıyorum ama cevap alamıyorum.
Çaresizce bekliyorum. Hastane çok büyük ve aydınlık. Rüya parlak ve net. Beklerken, tutturduğum yüzük parmağım, üst boğumundan çıkıyor ve artık yerleşmiyor artık, diğerleri de kapak gibi açılıyor. Ve tüm elim morarmaya başlıyor. O anda hastanede olduğumu fark edip, salaklığıma küfredip, önümden geçen ilk doktoru durduruyorum. Parmaklarımı görüp dehşete kapılıyor. Hemen beni bir odaya alıp pansuman yapmaya çalışıyor. O sırada cerrahlara telefon ediyor, hepsi ameliyatta. Yüzük parmağının ucu çıkmış onu eline alıyor ve bu dikilemez artık diyor.
Diğerlerinin dikilebileceğini ancak fonksiyonlarının çoğunu kaybedebileceği söylüyor. Oturup cerrah bekliyorum. Tek başıma. Gelmiyor. O sırada aklımdan, olsun protez yapılır, neyse ki sol elim, yazabileceğim, alışırım düşünceleri geçiyor kafamdan. Rahatlıyorum. Cerrah yok. Dikilemediler. Uyandım.
“Et tırnaktan ayrılmaz” lafının hastalıklı gelenekselliğinin bilinçdışı bu. Dört parmaktan sadece biri tırnakla birlikte üst boğumdan kopuyordu: Sol yüzük parmağım. Sembolojide sol, dişi taraftır, yüzük parmak da gelenekselliği, evliliği ve kalben bağlılığı simgeler, vena amoris denen bir damar aracılığıyla parmak ucundan U dönüşü yaparak kalbe bağlanan ufak bir damar orada olduğundan. Çoğumuz bilir bunu. Hem evlilik hem de anneliği simgeler. İşaret parmağı, dişi otoritenin, anaerkilliğin, diktenin ve işaret edenin sembolüdür. Sağ işaret parmağı eril otoritedir babayı temsil eder. Orta parmak, alaycılık, küfür ve ayıbın sembolüdür. Serçe parmak, hassasiyet, masumiyet ve psişik güçleri temsil eder. Baş parmak, öz-benlik ve egoyu simgeler; bu, sol elimdeki tek sağlam parmağım, diğer hepsi kopuk. Cerrah gelmedi. Dikilemedi. İyi ki de gelmedi.
Et tırnaktan ayrılamazsa parmaklar kopar. Ve, kursaktaki onurun acısı da diner.
edebiyathaber.net (29 Ekim 2024)