Yazacaklarım başıma çoktan geldi. O kadar uzun zaman geçti ki hafızamda da değil tam olarak. Yarı uykulu, yarı gerçeklik gibi hatırlıyorum. İnsan, zihninin derinliklerine inip en dip deki hatıralarını çekip çıkarmaya nasıl zorlanıyorsa o haldeyim. Konu bahis çok önceler, çok çok önceler, başlangıç anından bahsediyorum…
Alakaranlık bir hücredeydim kendime geldiğimde. Gözlerimi açar açmaz kafamı kaldırıp bakındım ki neler olduğunu söyleyen bir kimse bulunur belki. Hiç kimse yoktu ama,etrafı ölü sessizlik kaplamıştı. Sorularla baş başa kalıp kendi kendime dedim:
“Ne arıyorum burada? Kim atıp gitmiş beni bura? Öte yandan,kimim ki ben?!”
Birden korkusardı canımı, telaş içinde kalkıp çabucak hücrenin demir kapısına atıldım. Henüz tam kendime gelememiştim; uykulu gibiydim, başımda duman vardı.
Gözlerimi kıyıp var gücümle kapıyı açmaya çalıştım. Kapı tüyler ürpertici gıcırtıyla açıldıktan sonunda, çıktım hücreden. Burası hücreyle kıyasla aydınlıktı, üç beş saniye gözlerimin ışığa alışmasına gerek oldu. Nereye gittiğimi bilmeden koridorda yürüdüm, birçok soru vardı aklımda. En önemlisi, sonumun nasıl olacağıydı.
“Sadece buradan çıkayım, sadece kurtulayım buradan. Peki sonra? Hadi buradan kurtulsam bile, kendimi nerede bulacaktım ki ben?”
Oysa bu tür sorular için çok erkendi. Çok erken!..
Koridorun sonunda önüme bomboz, soğuk duvar çıktı. İki yol vardı: ya sağa dönmeliydim ya da sola. Geriye baktım başımı çevirip, peşimden gelen yoktu. Hiç kimse kovalamıyordu beni ama acele ediyordum nedense. Rastgele bir seçim yapıp sağa döndüm sendeleye sendeleye. Yine uzun dehliz, yine kör çıkmaz, yine iki yol… Sola döndüm bu kez. Sonra daha bir çıkmaz, sonraysa başka biri…
Bir sağa, bir sola döne döne hayli yol gittim. Şaşıra kalmıştım dönüp dolaşmaktan; başım dönüyor, midem bulanıyordu. Ve… ve gelip az önceki hücreye çıktım.
Bilincim yavaş yavaş aydınlanmaktaydı, gözlerimdeki duman da çekilmişti artık. Sabrımı basıp bir anlık durdum, sonra bir daha koridorla gidip o iki yola çıktım. Aceleci karar vermedim bu kez; düşüne düşüne, hem de gittiğim yolu aklımda tutmaya çalışarak sağa sola, sola sağa… döndüm. Öncekiyle kıyasta yolum uzun oldu. Ama… yine hücreme dönmüştüm.
Labirentteydim!
Gözlerimi kapayıp derinsoluk aldım tekrar tekrar, kendimi toparlamaya çabaladım.
“Sakinleş, sakin ol, sakin ol…”
Labirentteydim,hem de çıkışı olmayan bir labirentte!..
Nihayet kendimi ele alıp labirentin soğuk koridorlarında dolaşmaya koyuldum yeniden. Ayrı çaremde yoktu zaten. Bir yandan dolambaçları hafızamda tutmaya, öteki yandan da sağa mı, yoksa sola mı döneceğime karar vermeye çalışıyordum. Beynimdeyse tıpkı benim gibi dolanıp dolanıp aynı yere gelen sorular vardı.
“Peki kim atıp gitmiş beni bura? Ne yapmalıyım ki burada? Başka bir kimse var mı? Kaderim nasıl olacakken önemlisi?”
Uzun zaman labirentte dolandım. Fakat bu kez geriye, hücreme dönmedim. Başka hücreye gelmiştim. Onun da ağır, demir kapısı vardı. Zor bela açıp girdim içeri. Benimkinden genişti bu hücre. Ortaya üst üste dizilmiş kutular koyulmuştu, kutulardaysa çeşit çeşit konserveler, su şişeleri. Biri beni bura atıp ölmemem için hazırlık yapmıştı sanki. Bunlarla beslenip sağ kalabilirdim uzun bir süre. Birden labirentte daha başka hücrelerin olabileceği aklıma geldi. Onları bulmam gerekiyordu sadece.
Hücreden çıkıp labirentte dolaşmaya başladım yine.Tahminimde yanılmamıştım, çok geçmedi, gerçekten de başka başka hücreler buldum. Bazıların da tüm gözleri yiyecekle dolu raflar vardı: türlü türlü içecekler, kuru meyveler, çerezler; çay, pirinç, un, peynir… Büyük bir buzdolabına sahip hücreye rastladım hatta. İçinde de her şey: meyve sebzelerden tutmuş, süte, yumurtaya, ete, balığa kadar.
Sonralar yaşamak için gerekli şeylerle donatılmış bir sürü hücre buldum. Bunlar büyük evin ayrı ayrı odalarıydı sanki: banyo, mutfak, sinema salonu, çamaşırhane… Hatta sayısız kitapla dolu birkaç yakın hücre de vardı. Her hücreye farklı türlerden kitaplar koyulmuştu. Vaktimin çoğunu kitap okumakla geçiriyorum ben. Hele arada heveslenip bir şeyler yazıyorum da…
…Bu olaydan uzun yıllar geçti artık. Labirentin neredeyse tüm dolambaçlarını ezberledim. Ama yine de sık sık daha gizli, daha karmaşık geçitlerini buluyorum, sürekli yeni yeni hücreler çıkıyor karşıma.Ayrıca buranın haritasını da yaptım.
Son zamanlar yeni bir şey öğrendim. Bu labirentlerin yanı sıra başka labirentler de var galiba. Onların sayısı birdir mi, beştir mi bilemiyorum. Nedense sayılarının onlarca, yüzlerce değil, binlerce olduğu fikri kafamda dolanıyor. Peki oralarda da kimse yaşıyor mu acaba? Hangisinde benim gibi bir adam var belki de, o da ayrı kiminse olup olmadığını bulmak istiyor.Araştırmadan bilemem her halde.
Yakında diğer labirentlere seyahat etmeyi planlıyorum. Belki de onların sayıları düşündüğümden daha fazladır, kim bilir. Binlerce, milyonlarca değil, hatta milyarlarca, trilyonlarca…
Simran Gadim kimdir?
1991 Azerbaycan doğumlu. Polisiye türünde romanlar yazıyor, ülkesinde “Ecel düğümü” ve “Hesap Vakti” adlı kitapları yayımlandı. Azerbaycan Yazarlar Birliği üyesi. Edebiyat dergilerinde düzenli olarak yazıları yayımlanmakta.
edebiyathaber.net (25 Temmuz 2019)