Haftalarca süren hastane günlerinden sonra babaannesinin göl evine getirilmişti. Pencerenin kenarındaydı yatağı. Hareketten yoksun bedeninin yegâne yaşam ipliği bakışlarıydı. Hardal sarısı duvarlarına ilaç kokusu sinmiş bu odadaki tek güzel şey, çocuğun bir tablo seyreder gibi dalıp gittiği, o ahşap dikdörtgenin çevrelediği manzaraydı. Cihan, çınarın cama değen dallarının arasından uzanan parmaklarıyla tenini okşayan güneşi, gezgin dervişler gibi gökyüzünde yolculuk yapan bulutları izler; yağmurun sesinde huzur bulmak, gölün serin buğusunu içine çekebilmek için pencerenin açık tutulmasını isterdi. Geceleri parlayan yıldızlarla konuşur, gündüzleri, camın kenarına konan kuşların kanadına takılıp uçup gitmenin hayalini kurardı.
Babaannesinin taşlıktan duyulan çatallı bağırgan sesiyle irkildi.
“Nahide, Yaşar’ın yerini hazır ettin mi, bak hep savsaklıyorsun işini. Eli kulağında gelmesinin, vallahi hazırlıksız yakalanacağız!”
“Tamam, Cemile ana, sen merak etme. Daha var zamanı, hallederiz… Sen ilaçlarını aldın mı bakayım? Aaa bak burada duruyorlar, içmemişsin haplarını. Bugün erkenden kalktın, hadi iç şunları da dinlen biraz, ben Cihan’ın yanındayım.”
Nahide hanım, bunları söylerken oda kapısını açmış, tombul bedenini titreten sert adımlarıyla içeri girmişti. Cihan, Nahide’nin hep süründüğü gül kolonyasının kokusunu aldı ve evin emektarını, solgun yüzünde buruk bir gülümsemeyle karşıladı. “Bahar geliyor ya, babaannem yine Yaşar diye sayıklamaya başladı değil mi, Nahide abla?” Kadın derin bir iç geçirdi. “Sorma cancağızım, tüm köy alıştı bu hallerine Cemile ananın artık. Ama diyecek bir şey yok. Evlat acısı, böyle bir şeydir işte. Hasta eder, deli eder, kaç yıl geçerse geçsin iyileşmez. Artık yaşlandı iyice, hastalığı da ilerliyor. Hayal âleminde, Yaşar’ını böyle yaşatıyor içinde işte.”
Bunları söylerken pencereyi ardına kadar açmıştı bile. Baharın baygın kokusu odaya dolmuştu. Oğlanın yastığını, çarşaflarını düzelti, kemik yığını halindeki cılız bedeni, hırpalamadan bir o yana bir bu yana döndürüp, günlük bakımını yaptı. Özenle çocuğun kahvaltısını ettiriyordu ki Cihan bezgin bir sesle “Nahide abla, sana da acıyorum biliyor musun? Bunak bir yaşlıyla, felçli bir ergen arasında ömrün tükeniyor. Niye uğraşıyorsun ki bizimle? Gidip, kendi hayatını yaşasaydın ya.” dedi.
Nahide elinde kaşık kalakaldı. “Deme böyle cancağızım. Babaannen, annem gibidir benim. En zor zamanımda kol kanat gerdi bana. Kimsesizliğimi unuttum bu evde. Ailem oldunuz benim. Annen nasıl kardeşim gibiyse, sen de evladım sayılırsın. Duymamış olayım bunları.”
Kahvaltı bitip de toparlanıp çıkmadan Nahide oğlanın sarı saçlarını düzeltip okşadı. “Hem kendine haksızlık etme. Anneni, babanı, seni sevenleri düşün. Varlığın şükür sebebimiz. Allah seni bize bağışladı ya. O kazadan sağ çıkman mucize. Zamanla her şey daha iyiye gidecek. Güçleneceksin, tedaviler cevap verecek. Umut dolu ve iradeli ol yeter.” Kendisine mahzun bakışlarla dinleyen oğlanın alnına gül kokulu bir öpücük kondurup, eteğini dalgalandıran sert adımlarıyla odadan çıktı.
Kaza! Cihan gözlerini kapattığında, karşı yönden bisiklet yoluna doğru kayarak gelen kırmızı kamyonetin görüntüsü canlanıyor, acı bir fren sesi beyninde uğuldamaya başlıyordu. On beş yaşında kararmıştı hayatı. Sadece onun mu, anne ve babasının da. Doksan iki gündür yatağa bağlıydı. Hastaneler, ameliyatlar, tedaviler… Yaşadıkları üzüntü ve korkunun ötesinde maddi olarak da tükenmişlerdi. Borçlar için gece gündüz çalıştıklarından köye ancak Pazar günleri gelebiliyorlar, oğullarına hasret yaşıyorlardı.
Herkes ‘çok şükür çok şükür’ deyip durdukça, Cihan isyan ediyordu. “Niye şükür, neye şükür?” Akranları ilk gençliklerinin ümit, aşk ve heyecanlarını doludizgin yaşarken, böyle hareketsiz, yatakta ömür geçirecek olmasına mı, sevdiklerine yüklediği maddi manevi yüklere mi? Ölmüş olmayı yeğlerdi ona sorulsaydı. ‘Şükür ki hayattasın’ diyenlere içten içe öfkeleniyordu. Sonra acıyla dağlanmış yüreğiyle ortalıkta divane gibi dolaşıp, baharda gelen leyleklerden medet uman babaannesini görüp, bu sefer de kendi isyanından utanıyordu. Anne babasının evlat acısı yaşamalarını ister miydi hiç! Hem belki, yavaş yavaş, zamanla… Ne demişti Nahide? Umut ve irade.
Dikdörtgen çerçevedeki bahar tablosuna o günlerde, gökten süzülen leylek sürüleri girmeye başlamış, evdeki telaş da artmıştı. Babaannesinin “Yaşar’ım! Yaşar geldi mi bak bakalım Nahide” diye biteviye seslenişleri evi çınlatıyordu.
Ve Yaşar geldi. Geldiğini önce Cihan gördü penceresinden. Bahçedeki, tepesine tekerlek çakılan kazıkta hazır edilen yuvaya gelip konduğunda. Seslendi heyecanla “Nahide abla, geldi, geldi! Yaşar, şey yani leylek geldi!” Her sene bu zamanlar gelirdi Yaşar leylek. Babaannenin askerde yitirdiği oğlunun adıydı Yaşar. “Oğlun gitti dediler. Ama ben inanmadım hiç, bırakmaz Yaşar beni dedim, o gider gene gelir dedim. Güldünüz bana, deli Cemile’ye çıkardınız adımı. İşte görün bak, her sene marttan eylüle gelir evine… O kadarı da yeter bana zaten.” der, insanlara sataşırdı bir de Cemile ana. Köylüler de yıllar içinde, önce şaşkınlıkla karışık bir alayla, sonra mahcup bir acımayla Yaşar leyleği bellemişler, “Gözün aydın Cemile ana” diyerek yaşlı kadının sırtını sıvazlar olmuşlardı.
Günler, aylar geçiyordu. Göğün grisi, gölün buğusu, sonbaharın kokusu artmaya başladığı, çınarın yaprakları sararmaya başladığı günlerde Cihan daha az yiyip, daha çok uyuyor, ailesinin kaygılı fısıldamalarını duyduğunda,“Hastane istemem, hastane olmaz, yalvarırım size… ” diyerek sayıklıyor, yaşamla bağı giderek zayıflıyordu. Cemile ana ise saatlerce bahçeden içeri girmiyor, gözleri yuvadaki hareketliliği takip ederken dudakları kıpır kıpır bekliyordu. Nahide ise ikisi arasında üzüntüyle koşturuyor, anne baba da işleriyle göl evi arasında çaresizce mekik dokuyorlardı.
Leylekler toparlanıp, göçe hazırlanıyorlardı. Havada ayrılık kokusu vardı.
Eylülün ilk pazarıydı. Cihan’ın başucundaydı herkes. Annesi kamburu çıkmış bedeniyle yatağa eğilmiş, oğlunun eli avucunda sessizce ağlıyor, babası kan çanağına dönmüş gözlerini, serum şişesinden düşen damlalara dikmiş hareketsiz dikiliyor, Nahide, bir köşede dua okuyordu. Babaanne pencere kıyısındaki koltukta oturmuş, ileri geri sallanarak, dışarıya bakıyordu. Dakikalar sonra, yaşlı kadının “Gidiyorlar! İşte gidiyorlar” diye tiz bir çığlık atmasıyla, odadaki herkes yerinden sıçradı. “Kim gidiyor anne?” diye sordu baba yarı kızgın yarı tedirgin. Yaşlı kadın buruşuk eliyle direğin üstünden havalanıp süzülmekte olan iki leyleği gösteriyordu. Herkesin bakışları bir an yataktan kalkıp, o ahşap çerçevedeki görüntüye konmuştu ki, Cihan’ın göğsünden çıkan hırıltılı bir nefes duyuldu. Tam da o an babaannenin “Yaşar’la Cihan… Birlikte gidiyorlar” diyen mırıltısı odada patlayan ahlar arasında kayboldu gitti.
Dakikalar sonra, beyaz çarşaf ve pencerenin perdesi acıyla örtüldüğünde, yürek parçalayan hıçkırıkların sindiği sarı duvarlara akşamın gölgesi düştüğünde, sürünün gerisindeki iki leylek gri gökyüzünde çoktan görünmez olmuşlardı bile.
edebiyathaber.net (20 Ekim 2022)