Ekim ayının son günü kenti esir alan bıçkın lodos vapur seferlerini iptal etmeseydi, Sinan bacağını kırmayacak, Demet’le Metin ise belki hiç karşılaşmayacaktı.
Demet kadere, ilahi yazgıya veya şansa fazlaca inanmazdı. Akşamları yıldızlara bakıp hayallere dalan bir anne ve emeklilik yıllarının boş vakitlerini mahallenin kadınlarının avuç içlerini okumaya adayan bir anneanne tarafından yetiştirilmenin onda yarattığı etki,bu konulara karşı geliştirilmiş keskin bir zıtlık hatta tahammülsüzlük duygusuydu. İkisi de bilim insanı sayılırdı oysa; anneannesi yirmi beş sene her sabah beş buçukta kalkıp Langa’dan Üsküdar’daki bir dispansere, bir göz doktoruna asistanlık yapmaya gitmiş, annesi ise eczacılık fakültesini dereceyle bitirmesine rağmen kendisini büyütmek uğruna mesleğini neredeyse hiç yapmamıştı. Balkan Savaşı yıllarında gönüllü hemşirelik yapan büyük anneannesinden başlayarak ailenin tüm kadınlarının bir tür adı konmamış vefayla sürdürdüğü bu geleneği bozan ise Demet olmuştu. Enjektör,gazlı bez veya prospektüs değil kalem tutup suçsuzları kurtaran bir avukat olacağına karar verdiğinde, henüz on yaşında vardı ya da yoktu.
Yirmi dokuzuna geldiğinde sahiden avukattı Demet, fakat meşakkatli başlayan hayat mücadelesi onu adliye koridorları yerine yüksek tavanlı, düşük oksijenli,çok katlı plaza ofislerine taşımıştı. Bir çeşit akran dayanışması ruhuyla hep beraber başvurulan ve dayanışmanın zaman zaman yırtıcı bir rekabete dönüştüğü iş tecrübeleri onu,cüzdanını doyurduğu kadar kalbini aç bırakan, ılık fakat huzursuz bir konfor alanına çıkarmıştı. Aradan geçen fakat iki elin parmağını geçmeyen seneler Demet’i erkenden tüketmese de, kendisini suçu kanıtlanıncaya kadar masum olan insanların haklarını savunan bir hukukçudan çok,üretim tesislerini en kârlı şartlarda büyütmek isteyen sanayi kuruluşlarının sorgulanmaya müsait iş yapış biçimlerindeki sökükleri diken bir terzi gibi hissetmekten yorulmuştu.
Sinan’dan ayrılmaya karar verdiğinde, otuzuna basmasına birkaç gün vardı. Doğum günlerine fazlaca önem atfettiği söylenemezdi fakat bu doğum günü hayatının dördüncü on yılını açmakla kalmayacak, onun için yeni bir devrin de başlangıcı olacaktı. Buna dair içinde duyumsadığı sarsılmaz inancı neye dayandırdığını tam bilemese de herhangi bir yıldız takımı dizilimine dayandırmadığını biliyordu. Sinan da kendisi gibi avukattı. Aynı fakülteden aynı sene mezun olmuşlardı fakat okul yıllarından bir tanışıklıkları yoktu.Bunun olmaması ikisine de başta garip gelmişti ve bunun birbirlerine uygun olmayan insanlar için garip değil olağan olduğunu anlamalarına henüz birkaç sene vardı. Mesleğin ilk yıllarında,ofis kütüphanesinin tozsuz ve fazlaca steril raflarının arasında yeşeren şeyin aşk filizleri olduğunu düşünmenin kaçınılmaz derecede romantik oluşu, ikisinin de suçu sayılmazdı. Bir yanılsamayla başladığını bilmedikleri aşk ilişkisi zamanla sakin bir sevgi saygı alışverişine dönüşmüş, onları yirmilerinin henüz sonlarındayken ellilerinde varmış olmaları gereken sütliman kıyılara çıkarmıştı.
Bu yüzden Sinan’dan ayrılacaktı Demet, Ekim ayının son günü, lodostan ve getirip götüreceklerinden habersiz. Annesiyle anneannesine haber vermek de planları arasında yoktu. Yapayalnız kalıp ne yapacaksın, diye soracaktı Nermin ile Sultananane, derin kaygılar yüklü bakışlarını Demet’in gözlerinin ta içine dikecekler ve aslında hayatta kimsenin bilmediği bir cevabı, kıyısında titrek yaşlar arayacakları o gözlerde bulmayı umacaklardı. Ama bulamayacaklardı. Demet bunun bir cevabının olup olmadığını bile bilmiyordu, hatta bunun geçerli bir soru olup olmadığını da. Sadece ayrılmak istediğini biliyordu ve belki bir de bunu yaparken ağlamayacağını, oysa bilmesi gereken tek şey lodosun çıkacağıydı.Lodos çıkacak, Sinan vapura binemeyecek, bir saat kırk beş dakika mahsur kaldığı üç buçuk kilometrelik rampayı nihayet aştığında abanacağı gaz pedalı onu bir ağır vasıtanın altına sokup ölümün kıyısına atacaktı.
Sinan’ı hastaneye yetiştirdiklerinde bilinci kapalıydı. Kaval kemiğinde iki kırık, kalçasında ezikler, kaburgalarında çatlaklar ve beyninde kanama vardı. Yoğun bakımdan çıktıktan sonraki on iki gün ilaçların etkisiyle neredeyse bilinçsiz uyudu. On iki gün de Demet yanındaydı. Renkli papatya buketlerinin, kapağı bir türlü kapanmadığı için kuruyup duran tuzlu kurabiye kutularının, günler öncesinden kalmış, mübarek diye atılamayan ama bir türlü bayatlamadığı için cazibesini asla yitirmeyen kandil simitlerinin ve biri bitmeden yenisi muhakkak peyda olan limon kolonyası şişelerinin yanı başındaki koltukta uyuyakaldığı on üçüncü akşam Sinan gözlerini nihayet açtığında, hayat artık bambaşka bir yerdi. Demet Metin’e aşık olmuştu.
Metin, Sinan’ın doktoruydu. Kaval kemiği iki ayrı yerinden kırılan, kalçasında ezilmeler ve kaburgalarında çatlaklar olan Sinan’ın esas ölüm kalım savaşını vakitli ve itinalı müdahalesiyle onun için kazanan beyin cerrahıydı. Bir fatih, bir kurtarıcıydı. Kemikler kaynar, dokular iyileşirdi fakat beyin kanadığında öldürürdü ve Demet’in Metin’in yaptığı herhangi bir şeyi hekimlik mesleğinin olmazsa olmaz standart prosedürlerinden biri olarak görmesi imkansızdı. Ona göre ölmekte olan birini hayata yeniden tutundurmak bir mucizeydi.Ve baygın kokusu üstünden uzun süre sökülmeyecekmiş gibi gelen o papatya demetlerinin arasında geçirdiği on iki günün sonunda,mucizenin tanımına kendisini de sokuverdiği için suçlanamazdı. Hastane koridorlarının her solukta insana biraz farklı gelen o kesif kokusu, tentesinin bir kenarı durmaksızın su damlatan bahçedeki çardağın altında sağanak yağmura inat tüttürülen iki üç dal sigara – Demet’in içtikleri, Metin elbette ciğerlerine bunu yapmazdı–, merdiven boşluklarında belli belirsiz birbirine temas eden parmaklar ve hesapsızca,teklifsizce, zapt edilemeden ötekininkine kenetlenen mahcup, sabırsız, bazen aç bakışlar… “Merhamet yorgunluğu,” demişti bir keresinde Metin, Demet’in şakağına belli belirsiz dokunarak. Göz kıyılarına ince ince çizgiler çeken şey uykusuzluk, yorgunluk veya atalet değil, merhametten yorgun düşmekti ve bu anlaşılırdı. Zamanla kanıksanırdı. Ve biraz daha zamanla, geçerdi. Benimkide geçecek mi, diye düşünmüştü Demet. Geçtiğinde elinde ne kalacaktı? Kim kalacaktı?
Durumu ilk farkına varan Demet’in annesiydi. Nermin zaman zaman tekinsiz bulduğu durgunluğunu, sevecen mizacına rağmen içten içe varlığını hep hissettiren o aşılmaz resmiyetini tasvip etmese de,Sinan’ı evladı gibi severdi. Kimse kusursuz değildi, kendi evladının da tasvip etmediği çok vasfı vardı. Ayran gönüllülük bunlardan biri değildi, ve fakat. Kanaatkar olmamak da değildi. Maymun iştahlılık veya sadakatsizlik hiç değildi. Kızını otuz senelik hayatında belki de hiç anlamadığı kadar iyi anlaması için müstakbel damadının ölümden dönmesi büyük bir bedel gibi görünse de, ödenmek zorunda olduğu için ödenmiş olmalıydı,demek kader buydu. Kader. Demet’in annesi kadere inanırdı.Anneannesi ise ses çıkarmamıştı. Sultananane torununun otuz senelik hayatında nasıl bir kez bile avucuna uzanıp kader çizgisine dokunmaya teşebbüs etmemişse, bu konuda da belli ki bir söz hakkının olduğunu düşünmüyordu. Belki de kaçındığı şeykadere müdahil olmaktı. Mahallenin kadınları aleni bir tekdüzelikte sürüp giden yaşantılarına Sultananane’nin küçük dokunuşlarıyla mucizeler katılmasını beklerken, Demet’e sadece beklemek düşecek olmalıydı, ne olup biteceğini görene kadar beklemek.
Çok beklemedi. Sinan’ın yaralarının iyileşmesi, kırıklarının kaynaması biraz daha zaman aldı ama zaman bir şeyler daha aldı. Ölüme yaklaşmak, rivayet edildiği üzere belki de sahiden dünyevi dertleri önemsizleştiriyor, hisleri köreltiyordu. Belki bundan da fazlasını yapıyordu.Otuz sekizinci sabah, hastaneden nihayet çıkmaya hazırlanırken ve başından, göğsünden, bacaklarından sıyrılıveren irili ufaklı tüm sargılar ile bir miktar çıplak hissederken Sinan, ayrılmakta olduğu eski bir dostunun omzuna minnetle sarılır gibi avcunu sıkı sıkı yatağına bastırdı ve Demet’e baktı. Ayrılmakta olduğu eski bir dost. Bir dost. Eski. Onu yanına çağırdı. Soğumuş yatağa oturttu. Onu anladığını söyledi;ona ne yaptığını anlıyordu. Demet’i yormuştu, istemeden ve kasıtsız ve ona borçlanmıştı.Gönül borcu. Minnet. Şükran. Dil ile arası hiçbir zaman Demet kadar iyi değildi ama Demet’in korkmasına gerek yoktu, bunların aşağı yukarı eş anlamlara çıktığını unutmamıştı. Ama artık unutamayacağı başka şeyler vardı. İyileşen onca yaranın, kaynayan kemiklerinin ve beyninde kalmasından korktukları tüm o hasarların bir diyetiymişçesine ikisinin de omzuna oturano ağır yük. Başına zaman zaman gireceğini söyledikleri, gözlerini bir süre ara ara karartacak olan ama korkmaması gereken o tuhaf, baş dönmesine benzer his gibi tepesinde ilelebet taşıyacağı ve Demet’e taşıtacağı görünmez hare.
Merhamet yorgunluğu.
Sinan’ın bunu söyleyip söylemediğini bilemedi Demet, otuz dokuzuncu gün de bunu düşünmemeye çalıştı, kırkıncı gün de. “Başının üstünde ilelebet taşıyacağı görünmez hare” Sinan’dan çok kendi zihninin kuracağı bir imge gibi dururken, merhamet yorgunluğunu da pekâlâ kendi bilinçaltı tamamlamış olabilirdi.Yine de Sinan da tamamlamış olabilirdi, hastanenin kapısından ayrılmadan önce,Demet’in eline küçük, kuru fakat sıcacık bir veda öpücüğü kondururken. Metin tamamlamamıştı. Demet Metin’i görmemişti, kırk birinci gün de, kırk ikinci gün de. Günleri belki bir süre daha sayardı. Belki bir akşam annesinin yanına pencerenin pervazına yerleşirdi ve beraber yıldızlara bakarlardı. Belki bir gün Sultananane’ye avucunu açar ve kader çizgisini uzatırdı. Sultananane’nin okuyacak şeyi belki olur, belki olmazdı. Yıldızlar yeniden dizilip dururdu, yeniden ve yeniden. Kenti esir alacak bıçkın bir lodos bir kez daha mutlaka çıkardı.
Elif Öner kimdir?
1983 İstanbul doğumlu. Üsküdar Amerikan Lisesi’ni ve Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası Ticaret bölümünü bitirdi. Ticaretle uğraşmıyor fakat çalışıyor. Yazarlık ve senaryo alanlarında atölye çalışmalarına katıldı, bitirme projesi “Filler Hakkında Konuşsak” isimli tiyatro oyunu Toy İstanbul’da sahnelendi. Yazmaya devam etmekte.
edebiyathaber.net (12 Mart 2020)