Çıt… Çıt… Çıt…
Kulaklarımın dibinde çınlayan makas sesleriyle irkilip, büyük bir utançla gözlerimi araladım. Berber koltuğunda otururken bir anlığına dalıp gittiğimi sanmıştım. Fakat yuvalarından çıkacakmış gibi büyüyen gözlerimle işin akıl almaz bir boyutta olduğunu kavradım: Uzaydaydım. İçinde yaşadığım o güzelim Dünya, bir basket topu büyüklüğünde ve olanca ihtişamıyla karşımda duruyordu.
İlk şaşkınlığımı yavaş yavaş atlatırken etrafıma ve kendime bakındım. Astronot gibi, bir başıma öylece havada duruyordum. Göbek deliğimden çıkan kalın bir halat, hafif sarkık halde dünyaya kadar uzanıyordu. Halatın uzak kısmı, mesafeden dolayı incelerek kayboluyordu. Dünyayla olan tek bağım buydu. Sonra çıplak olduğumu fark ettim. Hemen ellerimle ağzımı yokladım. Maske falan yoktu. Daha beteri ise nefes almıyordum ve bu da herhangi bir sıkıntıya neden olmuyordu. Aklımın bağlı olduğu mesnetler yerinden oynadı. Uzayda oluşum bir şekilde açıklanabilecekken nefes almayışım, içimde korkunç ihtimaller doğurdu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Bu nasıl açıklanabilirdi? Açıklayamadım.
Bir makas sesi daha duydum ve aynı anda karnıma derin bir ağrı girdi. Gayriihtiyari annem geldi gözlerimin önüne. Acıyla kıvranıp annemi düşlerken halatın uzaktaki ucundan kesilmiş bir tel, dalgalanarak gelip bedenimden koptu ve bir saç teli gibi usulca boşluğa süzüldü. Hemen ardından bir çıtlama daha ve bu defa babam geldi gözlerimin önüme acıyla beraber. Sonra eşim ve çocuklarım birer birer gelip geçti ve her birinde bedenimden bir parça kopmuş gibi canım yandı. Gözlerim sulandı. Elimin tersiyle silmeye çalıştım ama hiç gözyaşı yoktu. Ağlıyordum fakat kupkuru. Daha çok ağladım.
İp kopmasının verdiği acı giderek azalmıştı. Ya da ben acıya alışmıştım, emin olamadım. Dünyayla bağlarım birer birer koparken ben, beni bekleyen bu korkunç boşlukla ne yapacağımı görmek için etrafıma bakındım.
Güneş her zamanki gibi bakılmaz parlaklığıyla, biraz daha büyümüş vaziyette yerinde duruyor, yıldızlar karanlık gece gibi ışıl ışıl parıldıyordu. Ve ben bir yıldız gibi öylece duracaktım olduğum yerde. Beni, koca bir boşluk, koca bir hiçlik bekliyordu.
Son ipin de kopmasıyla beraber yeniden Dünya’ya yöneldim. Şimdi öyle şirin görünüyordu ki ona bakmak bile içimde tarifsiz bir yumuşama hissi uyandırıyordu. İmrenerek, sevgiyle baktım. Uzun bir süre, daha doğrusu sonsuz süreçte burada kalacağımı hissettiğimden acele etmeden, her duyguyu iyice duyumsayıp yaşamaya çalıştım. Ama her duygu aynı düzeyde değildi. Ölüm duygusu mesela… Ölümümü düşlemeye takatim yetmedi. Ayrıca çok geçmeden bir ölüm sorunsalıyla karşı karşıya kaldım: Ölmüş müydüm?
Bedenime dokundum. Dünyadaki gibi nefes almasa da yumuşak ve canlıydı. Damarlarımı görünce nabzımı kontrol etmek geldi aklıma. Elimi kalbime koydum; atmıyordu.
Şimdi aşağıda, Dünya’da, eşim ve çocuklarım ne yapıyordu? Bedenim yanımda olduğundan orada olamazdı. Acaba kaybolduğumu falan mı sanacaklardı? Yoksa eşim kendilerini terk edip gittiğimi mi düşünecekti? Aman Allah’ım! Bu çok kötü olurdu. Ellerinde benim burada var olduğuma dair hiçbir emare yoktu. Öldüğümü bilseler belki ara sıra başlarını kaldırıp benim oralarda bir yerde olduğumu düşünebilirlerdi. Ama ben ölmemiştim ki. Yaşıyordum. Sadece farklı bir yaşantıdaydım. İnsan gibi değil de bitki gibi. Veya taş gibi…
Ne kadar sürdü bilmiyorum ama mavi desenli Dünya’ya uzun uzun baktım. Oraya ait değilmişim gibi hissetmeye başlayınca gözlerim yine kuru kuru nemlendi. Sanki orada doğmamış, sanki hiç oraya ait olmamıştım. Öyle geliyordu ki ben uzaydaki bir yıldızdım. Bir anlığına bilincimi yitirmiş ve dünyada geçen güzel bir düş görmüştüm. Sonra düşümden geri, kendi boşluğuma uyanmıştım. Bu mantıklı gelmeye başlamıştı. Eşim ve çocuklarım belki kendi hayalimin ürünüydü. Belki hiç öyle birileri yoktu, hatta belki şu mavi gezegende hiç hayat da yoktu da ben kendim gibi birilerini düşlemiştim. Orada; eski, ilkel insanların, göremediği tanrıları kendilerine benzer tasavvur etmeleri gibi ben de orada kendime benzer varlıklar yaratmıştım…
Dünya’ya sırtımı döndüm. Mahzun bakışlarımı, yeni ve gerçek ailem saydığım ve bunu da damarlarımda hissetmeye başladığım evrene yönelttim. Önüme bir soru daha çıktı: Bu boşlukta öylece asılı mı kalacaktım? Ay bile bir şekilde Dünya’ya bağlıyken ben kimsesiz mi kalacaktım?
Hareket etmiyordum. Ama bu durduğum anlamına gelmezdi. Araba içindeki biri de hareketsiz görünürdü ama gerçekte arabayla beraber hareket ederdi. Gerçi bu, Dünya’ya ait bir kuraldı. Ben de Güneş Sistemi’yle beraber hareket ediyor olabilirdim ama ne fark ederdi ki. Bulunduğum sistemin içinde hareketsizdim sonuçta. Hareket olmayınca zaman da olmazdı. Zaman olmayınca varlık da olmazdı, galiba!?
Aklım bulandı. Ellerim, ayaklarım hareket ediyordu ama ben olduğum yerde asılıydım. Düşünüyordum ve bu da dünyadan bildiğim kurala göre var olduğuma işaret ediyordu. Ama bu benimkisi var olmak sayılır mıydı, bilemiyordum.
Halatın kopuşunu milat kabul edecek olursam önümde zamansız bir var oluş duruyordu. Acaba gerçekten asıl var oluşum, asıl hayatım burası mıydı? Ezelden beri buraya mı aittim? Dünya hayatım bir rüya mıydı? Dünya’ya kaçak bir bilinç yolculuğu yapıp da geri mi gelmiştim?…
Ne kadar zaman geçti, farkına varamadım ama sonunda acı duygumu yitirmiştim. Ailem sandığım kişileri düşününce bile canım yanmıyordu. Her şey soluk ve manasız bir fotoğraf gibi öylece gelip gidiyordu gözlerimin önünden. Ya buraya alışıyordum ya da özüme dönüyordum. Belki de ben bir yıldızdım. Çocukken, ya da kendimi öyle sandığımda, her yıldız kayışında birinin öldüğüne inanırdım. Bana öyle öğretilmişti. Belki de gerçek bunun tam tersiydi: Her yıldız kayışında bir insan doğardı. Evet. Tecrübeyle sabitti bu. Üstelik içime de sinmişti. Dünya’ya gitmiştim ben. Ve şimdi buradaki varlığıma alışıyor değil, burayı hatırlamaya başlıyordum. Milyonlarca yıldan beri bu koca boşlukta var olduğumu hatırlıyordum.
Çok sonraları durumu kavramaya ve bunu da kabullenmeye başlayınca doğru yolda olduğum yönündeki düşüncemi tasdik edecek bazı farklılıklar oldu. Ara sıra bu ıssızlığın içinde tuhaf sesler duyar gibi oluyordum. Muhtemelen farkında olmadığım veya körelmiş algılarım gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Hatta içimde bir yerlerde tuhaf lezzetler duyumsadığım da oluyordu. Bunlar düşlerin verdiğinden çok daha farklı, tüm varlığımı sarsacak türdendi. Sanki bambaşka bir boyuttan geliyordu. Bunları keşfetmeye çalıştım bir süre.
Ne kadar sürdü bilmiyordum ama bir gün veya bir an mı denir, yavaşça göğsümün karıncalandığını hissettim. Ama… Bir yıldızın göğsünde böyle şeyler olamazdı… Sonra karanlık bir güneş gözlerimi kamaştırmaya başladı. Ve yıldızlar küçülüp yakınlaştı. Gittikçe de küçüldü. Sonunda yok olup yerini karanlık bir görüntüye bıraktı. Sanki evren bir perde gibi yırtılmış da içinden yepyeni bir görüntü çıkmıştı.
Düştüm… Midemin üstünde şiddetli bir tutulmayla kendimi yatakta, sırt üstü uzanır vaziyette buldum. Gözlerim karanlık tavana, avizenin kapkaranlık gölgesine bakıyordu. Elimi yatakta kaydırdım. Eşimin yumuşak tenini ve sıcaklığını hissettim. Evimdeydim.
Başımı çevirip de bilincime daha fazla gerçeklik akıtmak istemedim. Gözümü kaparsam bir ihtimal, belki uzaya geri dönebilirdim. Hiç kımıldamadım. Gözlerimi de kapayamadım.
Tüm bu olan bitenler gerçekten rüya mıydı? Hayır… Hayır, rüya olamazdı. Rüya olamayacak kadar gerçekti. Fakat anılarım, yaşanmışlıklarım da beni buraya ait yapamazdı. Asıl ait olduğum yer… Kendimi oraya alıştırmıştım.
Bilincim bana sormadan, onayımı almadan gittikçe ayılmaya başlamıştı. Ve artık reddedemeyeceğim ölçüde bu dünyanın içine doğmuştum. Mide bulandıran bir var oluşla karşı karşıyaydım. Şimdi ben insan mıydım yoksa bir varlık mı?
Lanet okuyarak yataktan çıktım. Gidip yüzümü yıkadım. Kim olduğumu, ne olduğumu hatırlamak ve ne olacağıma karar vermek zorundaydım.
Balkona çıkıp yıldızlara baktım. Acı dolu bir özlem gelip gözlerime oturdu. Temiz havada bahçeden gelen çim kokuları dünyanın güzel yüzünü hissettirse de ikiye bölünmüştüm bir kere… Bugün biçilmişti çimler. Veya dün… Dün veya bugün, hangisi doğruysa artık… Berber saçlarımı biçmişti aynı gün. O sırada aldığım bir haberle de, dostumun ilahi bir tırpanla biçildiğini öğrenmiştim.
edebiyathaber.net (14 Mart 2023)