Bir çocukluk arkadaşımın annesi bir ameliyat sonrasında evinde vefat etti. Yaşlı Bakım Evi denilen yerlerden birinde öleceğim diye çok korkan, “Artık hayattan beklediğim tek şey kendi evimde ölmek,” diyen annesinin bu son dileğinin gerçekleşmesi, arkadaşımın yüreğini az da olsa ferahlatmıştı. Kocasını çok genç yaştayken Kore’de kaybeden annesi, iki çocuğuyla birkaç yıl baba ocağına sığınmış; şehit maaşını biriktirip üstüne banka kredisiyle, âdeta bir mucize eseri olarak, kira geliri elde edebileceği iki katlı bir apartman yaptırmıştı. Son yıllarındaki vasiyeti, ölümünden sonra o apartmandaki evinin hiç olmazsa birkaç yıl, müze gibi tutulmasıydı.
Arkadaşım geçenlerde, çocukluğumdan beri çok girip çıkmışlığım olan annesinin evinden, bana telefon etti: “Bugün senin gibi toplama meraklısı bir hastam Kale’de bir sahafta bulduğu, lisedeyken kullandığım ilk sayfasında adım adresim yazılı eski bir ajandamı getirdi: Günlük harcamalarımı kuruşu kuruşuna yazdığım, o zamanlardaki başa çıkamadığım gözlerimin altından belli olacak diye korktuğum o muzurluğumu her yaptığımda ‘x’ işareti koyduğum, annemin evinde bıraktığım ve bir türlü elim varıp da yırtıp atamadığım içi x dolu o eski ajandalarımdan biriydi getirdiği.”
Devam etti: “Sevinç’i hemen aradım. Hınzır karı: ‘Sana zahmet olmasın diye evi geçen hafta boşalttım hemen kiraya verebiliriz,’ demez mi? Annemin kullanılabilecek, değerli olan eşyalarını aldığını, kalanlarıysa ‘İşe yaramayanları çöpe atabilirsiniz,’ diyerek bir vakfa bağışladığını; onların da hepsini Kale’deki antikacı ve eskicilere sattığını söyleyince öylece kalakaldım. Bütün randevularımı iptal edip hemen buraya geldim: Ev tam takır. Bir tek annemin evlendiği ilk geceden beri üstünde yattığı somya duruyor. Bir de onun altında, toz pamukçuklarının arasında, daha önce hiç görmediğim bu fotoğrafı buldum.”
Fotoğrafın üzerinde babasının şehit olmasına yakın bir tarih ve “O gün meğerse ne güzelmiş,” yazılıydı. Fotoğrafta babası üniformalı. Annesi üç düğmeli koyu renk bir döpiyes giymiş içinde açık renk bir bluz başındaysa siyah fiyonklu bir şapka var. Babasının elini tutan üç yaşındaki ablası Sevinç beyaz kabarık etekli. Arkadaşım ise bebek hâliyle gülümseyerek annesinin kucağında. Ailesiyle gurur duyduğu anlaşılan babası sağ kolunu karısının omzuna atmış. Annesi omzundaki kocasının kolundan memnun ama hayatının tek erkeğini yakında kaybedeceğini biliyormuşçasına hüzünle bakıyor. Ablası, saçındaki beyaz kurdelesini göstermek istiyormuşçasına başını öne eğmiş. Arkalarında Anıtkabir’in Aslanlı Yol’u ve Ağlayan Kadın Heykeli gözüküyor. Sonrasındaysa Ankara’nın çıplak bozkırı uzanıyor.
Ben telefonuma gelen bu fotoğrafa dalmışken; “Sesin gelmiyor orada mısın?” dedi ve o sırada, evin ve mutfakta bir çekmeceden çıkan annesinin kocasına söz kesme günü ilk kahvesini sunduğu kulpu kırık fincanın fotoğraflarını gönderdi. “Hafta sonu Kale’ye birlikte gidelim mi? Annemin eşyalarını hem de içine olduk olmadık şeyler yazıp çizdiğim ajandalardan belki bir kısmını toparlayabiliriz,” dedi. “Daha anlatacaklarım da var,” diye ekledi. Bütün bunlar olurken ben hikâyenin bana doğru yöneleceğinin henüz farkında değildim.
Kale’ye gitmek için buluştuğumuz o cumartesi günü hava, dünyada bir şeylerin yanlış gittiğini imâ edercesine, çok sıcaktı. Saraçoğlu Mahallesi’nin Necatibey Caddesi girişinde, yıkılan İmar İskân Bakanlığı binasının boş arsasının karşısında buluştuk. Kumrular Sokağı boyunca Kızılay’a yürüdük. “Anlatacaklarım var,” demişti ama hiçbir şey söylemedi. Ben de üstelemedim, Güvenpark’a bakan duraklardan otobüse bindik. Giderken, “Kale’de bir şeyler bulabilecek miyiz?” diye konuştuk; Ulus’ta, Heykel’e yakın bir yerde otobüsten indik. Kale’ye doğru dar sokaklarda binaların gölgelerine sığınarak yürümeyi düşünüyorduk ama daha işin başında yorulmuştuk. Bulvar üzerindeki PTT binasının yakınında, gözden düşmüş bakımsız bir pasajın önünden geçerken, Ankara’nın yarısını tanıdığını iddia edebileceğim arkadaşım: “Gel seni şurada enteresan birisiyle tanıştırayım, şaşıracaksın. Hem de biraz nefes alırız,” dedi.
Pasaj, üst katlarında avukatlık ve mali müşavirlik büroları ile belki birkaç garsoniyerin de olduğu, büyükçe bir binadaydı. Dışarıdaki güneşten sonra içerisi olduğundan da karanlık gözüküyordu. AVMlerin açılmasıyla birlikte feleği şaşmış bir yer olduğu hemen anlaşılıyordu. Belki küf kokulu değildi ama burnumun gıdıklanarak akması ve hapşırmamla birlikte o aşina kokuyu hisseder gibi oldum. Giriş katında, ısmarlama dikişten çok tadilât işi yaptıkları anlaşılan (aralarındaki farkı göremediğim) iki terzi dükkânı; bir saat tamircisi (tezgâhının arkasında yaşlı bir saat tamircisi göreceğimi düşünmüştüm ama hiç kimse yoktu), camekânında “Civcivci” yazan ama içinde bir tek civciv görmediğim, kaya tuzu da satan kapısı açık (yine hiç kimsenin olmadığı) bir dükkân; vitrinine yapıştırdığı bir dergiden kesildiği anlaşılan renkli fotoğraflardan açık saçık cd dvd parmak bellek sattığı anlaşılan belli belirsiz Ferdi Tayfur’un sesinin geldiği (vitrininin dandini hâlinden içerisini göremediğim) bir kırtasiyeci yer alıyordu. Pasajın arkadaki sokağa açılan öteki kapısı tarafındaysa bu pasajda görünce yadırganmayacak ucuz resimler satan bir çerçeveci, bir örücü, vitrininde parlak harflerle “Ürünlerimiz kendi el emeğimizdir,” yazılı bir terlikçi ve camlarında “Kira promosyonumuzu kaçırmayın,” yazılı üç boş dükkân gözüküyordu. Sol köşedeyse, hepsi gözlüklü ve hepsi mutlu gözüken kadın erkek çocuk posterleri serpiştirilmiş, duvarları çepeçevre aynalı ve atölye olduğunu tahmin ettiğim kısmı perdeyle örtülmüş bir gözlükçü fark ediliyordu. Oraya yöneldik.
Girdiğimizde dükkânda, insana şüpheyle bakıyormuş izlenimi veren, çabuk boy atmış, on üç on dört yaşlarında uçuk benizli göz altları kopkoyu gri gölgeli, zayıf bir oğlan da vardı; bize belli belirsiz “Hoş geldiniz,” dedikten az sonra, “Usta ben kargodan paketi almaya gidiyorum,” diyerek çıkıp kayboldu. Arkadaşımın bana “İlhan” diyerek tanıştırdığı gözlükçü, dağınık saçlı kendi demesine göre kırk beş yaşında ama elli beşinde gösteren bakımsız dişlerinin gözükmesine aldırmadan gülen uzun zamandır hatırlamaya çalışıp da bir türlü hatırlayamadığı bir ismi sanki o anda hatırlamış gibi neşeyle konuşan bol kahkahalı birisiydi.
“Geçerken öylesine uğradık,” dediğimiz İlhan, önce fırsat bu fırsattır diyerek bana gözlük çerçevesi satmaya çalıştı: “Hemen monte ederim gözlüğünüzdeki mercekleri kullanacağım. Hepsi Çin malı ama aslı gibi, hem de çok ucuz,” dedi, “Timsahlısı var timsahsızı var atlısı var atsızı var, hepsi var,” diye de ekledi. Ben yanaşmayınca, “Size çok yakışacak,” diyerek, hiç olmazsa kollarını markalı yaparak gözlüğümü ‘daha havalı’ yapmayı teklif etti. Sonunda onu güçlükle gözlüğümden memnun olduğuma ikna edebildim.
İlhan esnaflık girişiminde başarılı olamayınca, “Sizi boş göndermeyeyim,” dercesine; her nasılsa lafı oraya getirip, pek çoğunu küçük bir sedirin de olduğu o atölyemsi yerde yaşadığını iddia ettiği, yakası açılmadık hikâyeleri keyifli bir şekilde peş peşe anlatmaya başladı. Muhtemelen hepsi yalan olmasına rağmen anlattıklarına inanan bir hâli de vardı. Bahsettiği bütün kişiler, hep birbiri ile akrabaydı. Binbir Gece Masalları‘nı anımsatan hikâyelerinde birinin içinden ötekine geçiliyor, hikâye hikâyeyi getiriyor; anlattıkları insanı güldürüyor, esnetilmiş mantığına rağmen gerçeklik hissi veriyor ve merak da uyandırıyordu. İlhan, hikâyelerinde geçen “Çok güzel,” dediği fakat göze çarpacak hiçbir özelliği olmayan çoğu başörtülü kadınların besbelli ki resmi işlemlerde kullandığı kimliklerinin siyah beyaz fotokopilerini önümüze serdi. “İşte böyleler,” diyerek birtakım çıplak kadın fotoğraflarını da cep telefonundan “Nasıl ama? Nasıl ama?” diyerek gösterdi. Biz de neşesini bozmamak için o bir kişinin ancak sığabileceği perdenin arkasındaki yere, on dörtlük çırağını dışarıda erketeye yatırıp nasıl olup da iki bazen üç hatta dört kişiyi sığdırabildiğini sormadık.
Havanın aşırı sıcak olmasından dolayı İlhan’ın yanında fazlaca oyalandık. Bu arada hiperaktif kişiliği ikimizi de yordu. Bir şeyler ısmarlamaya çalıştığında, her seferinde “Şimdi çıkıyoruz,” dedik. Sonunda “Camgöz” diye seslendiği, eski çocuk artist Ömercik’in yaşıyla birlikte sarışınlığı kaybolmuş hâline benzettiğim çaycının birer çayını içtik. Çayları, önündeki camekânlı tezgâhın altındaki çekmeceden çıkardığı, üstü Galatasaray armalı yıpranmış minyatür tavla pullarıyla ödedi. (İlhan’ın hikâyelerinin çoğunun ayrıntısını unuttum ama pulları verirken neşeyle “Aslan Camgöz Aslan Gassaray,” demesi aklımda.) Dışarıya çıktığımızda arkadaşım gülerek “Hep aynı hikâyeler, evirip çevirip anlatır durur,” dedi; havaysa hâlâ müthiş sıcaktı.
Öyle sanıyorum ki eski zamanlarda olsa, İlhan meddahlık yaparak gününü kurtaracak yetenekteydi. Sonradan görecektim ki: Arkadaşımın bol x-işaretli günlüğü de İlhan’ın hikâyeleri de, yaptığı yaramazlıklardan göz altları neredeyse morarmış çırağı da Kale’de beni bekleyen şeyin habercisiydi.
Kale’nin içinde, antikacı ile sahaf arası dükkânlara girdik çıktık, bir şey bulamadık. Boşaltılan evin eşyaları, belki de Hergele Meydanı’ndaki eskicilerdeydi ama sıcaktan ötürü oraya uzanacak hâlimiz de kalmamıştı. Kale’deki bir dükkân sahibinin “Onlara yeni mallar geldi,” demesiyle yakındaki Pirinç Han’a gittik. Ben alt katta eğlenirken üst kata çıkan arkadaşım bana merdivenlerden seslendi “Gel galiba bir şeyler buldum,” dedi. Orada, daha önce hiç görmediği, babasının Işıklar Lisesi’ndeyken 1939 Ece Ajandası‘nda (ajanda yerine Muhtıra Defteri deyimi kullanılmıştı) tuttuğu günlüğünü ve içinde babasına ait okul fotoğrafları, kimlikleri ve karneleri olan bir albüm bulmuştu. Albümde, her birinin yanında tarih yazılı babasının imza denemeleri olan kâğıtlar da vardı. Lokantalarda bile vazgeçemediği alışkanlığının aksine, pazarlık yapmadan babasının günlüğü ve albümünü (hemen yanlarındaki eski bir defteri de, “Bu ne ki?” diyerek benim için) aldı.
Dışarıya çıktıktan sonra bu konularda hiç konuşmadık. Polis “Bomba ihbarı var,” diyerek yolları araç trafiğine kapattığı için, Kızılay’a kadar yürüyerek indik: Hava hâlâ çok sıcaktı. Mekânımız olan Göksu Lokantası’na kendimizi dar attık.
Sonrasındaysa, arkadaşımın hediyesi olan defteri eve gizli gizli soktum: Karım bu daha önceden sahiplenilmiş şeyleri evde görmek hiç istemez. Elimde böyle bir şeyle eve girdiğimi görürse birkaç gün süren sessizlikler yaşatır: “Bu neden topladığını anlayamadığım mikroplu garip şeyler tanımadığımız insanların hayatlarını bize getiriyor. O hayatları evimde görmek istemiyorum” der. (Hemen her seferinde, “Keşke babamın sözünü dinleseydim,” diye de ekler.)
İlk bakışta günlük izlenimi veren çizgisiz sarı saman kâğıtlı defteri birkaç gün sonra elime alabildim. İçindeki mavi tükenmez kalemle tutulmuş notlar, yeni ergen ve gençlerin defterde ‘marazi suiistimal’ olarak nitelenen alışkanlıktan nasıl kurtarılacaklarını anlatan bir kitabın çeşitli baskılarından yapılan alıntılar ve İlhan’ın anlattıklarını hatırlatan, ancak olaylardan dersler çıkaran hikâyeler içeriyordu. Okunması zor bir el yazısı ile tutulan notların bir roman için olduğu belirtilmişti.
Defteri okuyup bazı notlar aldıktan sonra, evin deposundaki koleksiyonuma yerleştirebilirdim (koleksiyon dediğime bakmayın, darmadağınıktır), ama bir dönemi yansıttığını ve tarihi bir değerinin olabileceğini düşünerek, karıma belli etmeden bilgisayarda temize çektim. Tahminimden çok daha fazla vaktimi alması yüzünden bu işe niye giriştim diye kendime kızdığım da oldu. Bunun başka bir nedeni de defterin önemi konusunda tereddütlü olmam. Öte yandan, defterin, âdeta birtakım habercilerin eşliğinde bana kendiliğinden gelmesi, beni bu işe mecbur etti diye düşünüyorum.
Defteri temize çekerken okumayı kolaylaştıracak noktalama işaretleri ekledim. Kelimelerin imlasını ise korumaya çalıştım. Mesela günümüzde ‘suistimal’ olarak yazılan sözcük, defterde ‘suiistimal’ olarak yazılmıştı; kelimenin özgün imlasını değiştirmedim. Okumakta zorluk çektiğim sözcüklerin yazımını Osmanlıca öğreneceğim sevdasıyla yıllar önce aldığım bir ‘lûgatın’ yardımıyla tamamladım. Sanırım ki ‘a, i, u’ harflerinin inceltmeli ve uzatmalı kullanılmış hâllerinin bazılarını, kimi kelimelerin okunaksız olması nedeniyle, atladım. Farkında olmadan günümüz imlasıyla yazdıklarım da olabilir. Bu yüzden biraz huzursuz olduğumu söylemem gerekiyor. Haksız bir sahiplenme yapmadığım, defterden yapacağım alıntılarla benimmiş gibi göstereceğim bir hikâyelemeden kaçındığım içinse çok huzurluyum.
Benim yazacaklarım burada bitiyor. Şimdi deftere geçiyorum.
Ve… bir şey kısmet değilse olmuyor: Önce, defterin buraya aktaracağım temiz hâli bilgisayarımda bir kazanın kurbanı oldu. Ardından arkadaşımın başına gelenlerin benzerini yaşadım: Bu defterin de içinde olduğu bir deste defterim, çocukken annemin beni bir oturağa oturtup içinde yıkadığı leğen dâhil aile yadigârı külliyetli miktarda bakır kap kacak, üniversite yıllarımdan kalma ders notlarım ve kitaplarım, depoda yer açacağım ‘bahanesiyle’ karımın hışmına uğrayarak, ben evde yokken sokaktan geçen bir hurdacıya verildi. Evde çok büyük olaylar çıkarabilirdim. Çıkarmadım. Ne var ki hikâyem yarım kalmış oldu. Ancak kararlıyım; defterden de hikâyemden de vazgeçmeyeceğim: Bilgisayarımda kazaya uğrayan dosyayı canlandırma çabalarım hâlâ devam ediyor. Bu hafta sonu Kale’ye gitmek de planlarımın arasında.
Belki arkadaşıma da haber veririm.
edebiyathaber.net (20 Ağustos 2024)