“Pizzanız kapıda” sesi oturma odasında yankılandı. Televizyon kendiliğinden açılmış ortamı loş mavi bir ışığa boğmuştu. Bense korkmuştum. Üzerimde taytım “Ter emen cinsinden”. Sırtımda çuvalım. Gözümü örten maskem. Alaca karanlığın içinde tek ayak üstünde dona kaldım.
Zaten isteksizliğim vardı bu da meze oldu. Bana söylendiği gibi evin boş olduğu bilgisinin doğru olması için dua ediyordum. Televizyondaki durum komedisi formatında zamansız kahkaha efektli dizi hala devam ediyordu. Gözlerim etrafta kumandayı aradı. Bir gıdım osurdum. Yorgunluğum homojen olarak dağıldı vücuduma.
Bir iki dakika geçti. Şükür. Evde benden başka kimse yoktu. El fenerimle solumda kalan kabarık süngerli kahverengi üçlü koltuğu taradım. Boştu. Tuttuğum nefesi salarak halsiz bedenimi koltuğa bıraktım. Çuval, dermanı gitmiş elimden yavaşça koltuğun önüne kaydı. Gayri ihtiyari geriye doğru yaslandığımda boşta kalan elim iki minder arasına sıkışmış kumandaya değdi.
Piyangosuna yüksek meblağ para vurduğunda çılgına dönen insanlar gibi sevinmeyi düşündüm. Ancak iç sevincimi bastıran yılgınlığım hevesimi kaçırdı. Öyle ki televizyonu kapatıp arkama yaslandığımda sanki milyonlarca insan göz kapaklarıma oturmuş gibi hemen kapadım gözlerimi.
Yirmi beşinci katta hiç tanımadığım biri ya da birilerinin evinde içim geçmişti. Büyük risk. Bunca kariyer kazanım bir uykuya teslim. Komik. Tuhaf olan çok zengin olmam. Tanınmış bir iş adamı olmam. Meraklı olmam. Bu yüzden bana Martı derler. Tıpkı martılar gibi meraklıyım. İştahım olsun olmasın her şeyi toparlar gözlemlerim. Sahiplenmek benim amacım. Bugün de öyle oldu.
Müzayede satın alamadığım o antikalara sahip olmamın en heyecanlı yolu bu, çalmak. Ve iz bırakmadan bir martının çöpleri didiklemesi gibi her şeye dokunmak. Sabırsızlanıyorum. Midemde başlayan kramplar tüm kaslarımı kırbaçlamaya başladı. Kasıldıkça kafam zonkluyor gözlerim şimşek gibi çakarak açılıyordu.Birdenbire enerji patlaması yaşıyordum. Anlık uyku iyi eldi. Şarj oldum.
Hemen içi birkaç parça nesne ile dolu çuvalımı kavrayıp ayağa kalktım. Beynimde Mozart, Chopin, Beethoven gibi ünlü bestecilerin en iyi eserlerinin klasik rock rap arabesk versiyonları ses kakofonisi şeklinde maraton koşuyordu. Güç patlaması ile son gösterisine çıkan balet gibi parmak ucunda estetik tavır ve hareketlerle oturma odasının her noktasını geziyordum. Reverans reverans. Dönüşler.
İçim dışıma tüm avromu kusuyordu. Mutluydum. Çalıyordum. Dokunarak anılarını kirletiyordum ev sahiplerinin. Yan yan sekip amaçsızca sıçramalar yapıp haz alıyordum yatak odalarına girerken. Kim bilir ne sevişmelere tanık oldu bu yatak. Erken boşalmalar kahkahalar. Yan daire duysun diye çıkarılan sahte,“oh evet oh çok iyi TANRIM Oohdevam et devam hadi…”nidaları.
Terim arttı. Sıra mutfakta, hadi oğlum bir kısrak gibi fırla. Yatak odasından çıkar çıkmaz buzdolabı hırıltılı bir sesle faaliyete geçti. Akıllı evleri sevmiyorum. Ama yaptığım akıllı ev tasarımlarından çok para kazandım inkâr edemem. Fakat bu buzdolabı ses konusunu abarttı enseleneceğim. Seke seke mutfağa girdim.
İçeri girmemle yere düşmem aynı zaman dilimine sığdı. Yer yapış yapıştı. Neyse ki judo eğitimim var. Teknik düştüm. El fenerimi yakın çevremde gezdirdim. Mutfak harp alanı gibiydi. Kırılmış reçel, salça, baklagiller ve makarna kavanozları etrafa saçılmış, içindekiler her yana sıçramıştı. Homurtulu buzdolabı arkamda kaldı. El fenerinin ışığı altında hiç de akıllı gözükmüyordu buzdolabı. “Titriyordu yok yok hırlıyordu sanki…” Buzdolabının kulpuna asılarak doğruldum. Buzdolabının kapısı gıcırtı ile açıldı.
İlk olarak ayak dibime yüksek bir sesle yere çarpan çekiç düştü buzdolabından. Sapı kemirilmiş gibiydi. Ardından birkaç yumurta atladı buzdolabından. Sonra sırayla yoğurt, zeytin taneleri, ağzı parçalanmış plastik zeytinyağı şişesi, el bezleri, ıslak paspas, küçük kırmızı bir top ve bir tasma. Üzerinde Rende yazıyordu.
Dolabın içi kemik parçaları ve çiğ et doluydu. Bayılacak gibi oldum. Çürümüş et kokusu mutfağa yayıldı. Mutfağın karanlık köşesinde iç çekerek ağlama sesi duydum. El fenerini sesin geldiği yöne çevirdim. İki siyah göz kabarık beyaz tüylerin arasında bana baktı. Ağzında plastik tarafı kemirilmiş rende olan terrier cinsi bir köpek kafasını sağa yatırarak öylece bana bakıyordu. Küçük siyah kahverengi burnu ıslaktı. Onca gürültüme rağmen ses çıkarmaması çok tuhaftı. Mermer tezgaha dökülmüş kaliteli mamadan bir avuç alıp ona uzattım. Akıllı köpek önce kokladı sonra hepsini afiyetle yedi. Son olarak elimi yaladı. Kuyruğunu sallayıp dilini dışarı çıkarıp hareketlendi. İşte o zaman Rende’nin hayatımın anlamı olacak dost olduğunu anladım.
Elimizi, kolumuzu, kuyruğumuzu sallayarak ve her şeyi geride bırakarak Rende ile beraber plazadan çıktık.
Erkan Karakaş kimdir:
1974 İstanbul doğumluyum. Sakarya Üniversitesi Bilgi yönetimi Bölümünü okudum. Halen AÖF de Web tasarım okuyorum.
Özel bir şirkette bilgi işlem departmanında görev yapıyorum.
Uzun yıllardır öykü ve kısa hikayeler yazıyorum.
Leman kültür Merkezi yazınsal metinler Atölyesini bitirince yazar arkadaşlarla bir süre DUENDE adlı “edebiyat fanzin” dergisi çıkardık.
edebiyathaber.net (31 Mayıs 2018)