“Bahtımı yeniden yazsan ne fayda Ballım”
Dolmuş arkası yazılarından…
“Yalnızlığım” ve uzunca yazılmış “Besmele” levhaları -ki her zaman şaşarım, nasıl doğru yazdıklarına!- kaptanın kafasının üstündeki tavanda bana bakıyor. Vatandaşlar olarak daima kaptan diye seslene geldiğimiz bu zat, mavi dolmuşun ön koltuğuna ilk duraktan tabuta biner gibi bindi. Şahit olduğumdan değil ancak o anda bana cenaze merasimini hatırlattı. Boğazda meltem Beylerbeyi’nden, Çamlıca sırtlarına ılık ılık esiyordu. Sorması ayıp pekte keyifliydim ben de. Zira işe geç kalmış ve bu sabah aylaklığını fırsat bilerek keyfime bakıyordum. Kaptan ve Muavin ikilisi öne kurulalı beri kalbi ve aklı arasında gidip gelenler gibi hakikati bir türlü bulamıyordu.
İç konuşmalarıma kendi kafamda onlar yerine hemen cevap yetiştirdim.
“Ne hakikati abi?
Burası mektep mi?
Oyalanma sende boş işlerle. Boğaza, hayata bırak, sal kendini.”
Dedim ya kaptanın kafasının üstündeki levhalardan anlamlar devşirmeye başladım. Bu levhalar olsa olsa yolculara bir mesajdır.
Mesela;
“Evet, yalnızım, ama bismillah çekiyorum durmadan. Filhakika insan âlemde kendini yalnız hissediyor. Lakin yaratana bismillah deyip sığınmadan da gönlü rahat değil.”
Üstüne üstlük şoför mahali; Kahire’den yola çıkmış, İstanbul’a buradan da Berlin’e gitmiş bir seyyahın çantası gibi. Veya tam tersi mahiyette. Zira yolculuğun tam orta menzilinde burada, İstanbul’da hep beraberiz. Yönümüzü tayin edemiyoruz bir türlü.
Karşımda tavan hizasında duran ve ancak güneş ışığından solmuş, iki adet anlamsız plastik şey, uzay hissini derinleştiriyor. Sağda solda her yerde “Master” yazıyor. Anlamını biliyor olmalı ki ısrarla gözümüze sokuyor bunları.
Halk dilinde acaba hangisi daha ağır basıyor “kaptan mı, şoför mü?” diye düşünürken, şoförümüzün vites atışındaki uzmanlığı sayesinde, su gibi akıp gidiyor yolculuk. Su gibi dediğime aldanmayın, ayakta biz faniler sallanıp, bir aşağı bir yukarı sarsılıyoruz. Dolmuşun koca gövdesini Küplüce’den Beylerbeyi’ne ara sokaklardan aşağı doğru sürerken koca bir yük gemisini kontrol ediyormuş gibi işini güya dikkatli yapıyor. Dolmuş camından masmavi denizi görmeye her yeltendiğimde ya birinin ayağına basıyorum, ya da sabır levhaları kafama kafama çarpıyor. Şikayet asla edemezsiniz bu durumda. Çünkü sizi paylayacak yolcu burnunuzun dibinde hemen biter ve “taksiye bin sende kardeşim.” deyiverir maazallah.
Şoför kelleşmiş saçıyla beraber, günün modasına uyarak muhteşem Süleyman sakalı bırakmış. Buda ona kendinden emin bir hava katmış. Niyeyse? Muhteşem, Şanlı, Galip ve de Garip Süleyman sakalıyla temsil edildiğini bilse acaba ne derdi?
Uzunca bir süre sadece içini izledim arabanın. Burada, dolmuşun içinde görmediğimiz izafi bir sınırı var. Bana da sınırın bu yakası, yani yönetici kamarasında barınmak düştü. Ama her an ötelenebilirim yeni yolcular tarafından. Tarih yolculuğumun bana biçtiği rol, yöneten ve yönetilenleri izleyerek anlamak olmalı. Sadece anlamak. Daha fazlası değil. Kendimce teftişlerim hızla devam ediyor;
Herkes yerli yerinde mi?
Ayaklanma var mı?
Yerini benimseyemeyip sağa sola sataşan var mı? Diye diye öne ve geriye bakıyorum.
Gizli anlamları olan ortaçağ freskleri Berlin armaları, Ya Settar çıkartmaları üzerime üzerime geliyor. Ön camda sadece Bay Şoför’ün yolu göreceği bir görüş alanı dışında neredeyse dünya tarihinin coğrafi haritaları mevcut. Haritaların hemen önünde yine yön tayini için sıvı içinde dönen pusulalardan 3 tanesi, ön konsola yapıştırılmış. Durmadan dönüyor. Gözüm 15 saniyeliğine onlara mıhlanıp kalıyor. Adeta canavar gözü gibi suyun içinde taklalar atıyorlar. Bir ara muavin – evet bildiğiniz, muavenet (yardım eden) anlamında muavin- sarsıntıdan düşen bir tanesini el yordamıyla tekrar yerine yapıştırıyor.
“Pusula klasik dönemde işe yarardı ağa! Bizde şimdilerde Goldmaster gps var sol tarafta.” beylik lafı kafamda çınlıyor. Bu mekanda hiçbir şey laf ola beri gele değil, her şeyin derin bir anlamı var.
Fırtına öncesi sessizlik ortamda sürmeye devam ediyor. “Yalnızlık” sadece minibüsü kullanana has değil tabii. Benimle beraber diğer yolcular da hayallere dalmış gidiyor. Herkes kendi mavi dolmuşunu istediği yolcularla doldurup istediği güzergâha yolculuk ediyor. Hayallere had koymak kimin haddine. Bir an sağda ve solda boya kutuları dikkatimi çekiyor. Anlamsız duran kutuların ne işe yaradığını kestiremiyorum.
Bay Şoför’ün sol kapı cebinden çıkardığı …. marka el kremini özenle ellerinin dışına sürüyor. Onun öncesinde kalın ve üzerinde Osmanlı arması bulunan taşlı yüzük, sol elden çıkarılmış ve bozuk paraların üstüne atılmış bile. Başının üstüne yapıştırılmış peçete kutusundan hızlı bir el hareketiyle peçeteyi çekip, kremlediği ellerini siliyor. Adam ikinci bir el hareketiyle ise bir peçete daha çekip ateş eder gibi ve burnunu siliyor ve camdan dışarıya atıyor. Hareketler inanılmaz estetik. Gün içinde olanlar defalarca tekrarlandığı için belli ki alışkanlık edinilmiş. Sanat filmi izliyor gibiyim.
Sanat filmlerini izlerken durduk yere, “o şey orada neden var? ve az sonra o şey ne olacak?” duygusuna kapılırım. Gözlerimin önünde ki sümüklü peçete sahnesi şöyle cereyan ediyor; el dışarı çıkıyor, etraf taranıyor, kibar bir gizleme hareketiyle peçete, camdan dışarıya fırlatılıyor. Harekette bir mahcubiyet var ancak trafik sıkışıklığının marifetiyle hemen yanda duran arabaya bir selam edişle beraber biranda çevre kirliliği ve mahcubiyet gözlerden saklanarak, bertaraf ediliyor.
Tüm bunlar olurken hayatımızı asırlardır kemiren soru yamacımızda duruyor? Biz kimiz ve ne olmak istiyoruz. Bu soruları Tanpınar kabiliyetinde sormadığımın farkındayım ama başımı cama dayamışken bu “Tanpınar Sendromu!” bünyemi, bünyelerimizi baştan sona istila etmiş durumda.
Bu varoluşsal soruların cevaplarının mekânsal olarak mavi dolmuşun iç dekorundan gelmesi hayli ironik. İmgelemleri ile beraber her yerde armalar, pusulalar, haritalar, boya kutuları ve içinde debelenen yolcularla beraber hayallerimize kadar giren çözüm burada bu mavi dolmuşta halledilmiş.
“Doğu-Batı Sentezini Biz Bu Mekânda Hallettik Babalar! Siz Necisiniz?” diyen Şöfor ve Avanesi.Asla bir ironi değil söylediği. Aradığı hakikatin ta kendisi.
Sigara paketinden alınan bir dal sigarayı ağzına koyarken “Ulan bizim laz, yine bırakıp gitmiş ……..” sinkaflı küfrünü savruyor. Muavin her cihetten durmadan gelen ücretleri kapıp para üstünü vermeye adeta ahdetmiş. Bir fedai misali müşterilerin güzergâhını öğrenmeye çalışıyor ve gişede paraları bozarken kendinden istenen pas giderici sıvıyı kaptığı gibi şoföre veriyor. Bay Kaptan’ın sıkışık trafikte vitesle girdiği münasebet şuydu az sonra. Vites kutusu ameliyat masasına yatırılmış gibi ciyaklayıp, dönerek sesler çıkarıyor ve gümlüyor. Şahıs bu sıvıyı kaptığı gibi vites kutusuna boca ediyor. Ve ardından kutuyu ciddiyetle tekrar sallayıp umarsızca ikinci defa sıkarken ikisi de birden rahatlıyor. O sıkmayı bırakıyor, makinada ciyaklamayı kesiyor. Bunlar olurken tekno“lojik” kokpitte 3 tane radyo sesi aralarında durmadan trafik koşullarını konuşuyor. Dokunmatik ekranlı radyonun birinde Müslüm Gürses’in “can yar” şarkısı yolcuların dikkatini çekmeyecek şekilde sessizce ortama ahenk katıyor. Benim tercihimse Kahire radyosundan gelen ve uhrevi sesleri bize iletmek için yıllarca bekleyen eski radyonun tıngırtısında. Müslüm’de iyi ama keşke hangi tuşa dokunacağımı bilseydim de egzotizme yelken açsaydık.
Dolmuş dura kalka ilerlerken bir ara arkadan ……..marka Mavi Dolmuşa sesler doldu. Ön tarafa, yönetim kademesine ulaşan uğultuya karşılık şoförün arkaya dönüp öğrenci olduğunu anladığı çocuklara “Hey! arkaya doğru gitsenize be” diye efelenmesi bir anda oluyor. Öğrencilerden aksi bir hareket olmadığını görünce bu sefer ters bir bakış fırlatıyor sadece. O bakışı anlayan anlıyor zaten. Böylece dolmuşta en alt katmanın, işsizlerden sonra öğrencilerin olduğu anlaşılıyor. Evet itilip kakılmaya mahkûm kaybetmişler sürüsüydü talebeler. Seyahat Üsküdar iskelesinde nihayete ermeye yaklaşmışken cebinden çıkardığı … marka telefonu dakikalarca dizine sürterek temizleyen şoför, bir beyefendi edasıyla açıyor onu. Gözleri önce arka dikiz aynasına, oradan da oğullarının adlarının olduğu sandığım iki etikete ilişiyor. “Murat” ve “Turgut”. Ağbi hani “Yalnızdın” dedim yine kendi kendime. Bakıyorum da evde bekleyen evladı-iyalin rızkının peşindesin.
Mavi dolmuştan sessizce inerken “Lütfen peçeteleri camdan dışarı atma.” demek istiyorum ama diyemiyorum. Öylece kalakalıyorum. Boğazın meltemini taa içime dek çekip boş ver diyorum. Aylaklıkta dahi bir edep olmalı, Öyle değil mi?
edebiyathaber.net (17 Ağustos 2024)