Dershaneye gidiyordum. Rugan, siyah, hafif topuklu ayakkabılar alınmıştı, ilk kez giymiştim. Kadın gibi giyinmemeye çalışıyordum, kız çocuğu olmaktan sıkılmıştım. Kadın gibi görünmekten utanıyor, genç kız tarzımı arıyordum. Her hafta sonu yüksek belli kumaş bir pantolon üstüne türkuaz mavisi bir bluz giyiyordum. Bluzun göğsünde beyaz pembe tüyleri olan mavi bir kuş baskısı vardı. Uçmaya hazır, nefesini göğsüne doldurmuş mavi bir kuş.
İkinci giymemde kuşun gagasının ucuna şeftali suyu damlatmış leke yapmıştım, kalemle kalp içine almıştım lekeyi. Şimdi leke gibi durmuyor, mavi kuş ağzında kalp taşıyor gibiydi. Yine de endişeliydim, otobüsteki ya da sınıftaki herkes mavi kuşun ağzındaki lekeye bakıyor sanıyordum.
Güneş gözlüğü çok yaygın değildi, siyah camların ardına saklanmayı bilsem saklanırdım. Karanlık, çalkantılı ve uzun sürmüş çocukluğum bitmek üzereydi. Belim incelmiş, kalçalarım belirginleşmiş, saçlarım nihayet uzamıştı.
Otobüs Gürçeşme’nin gecekondu apartmanlarının daralttığı kasisli yollardan tek şeritte kıvrılarak Konak’a iniyordu. Yanımda Mezarlık durağından binen mavi gözlü arkadaşım olurdu. İzmir’e sıcak çöktüğünde gözleri soğuk griye dönerdi.
Henüz, sonsuz iş döngüsüne girmemiştim. Kasetlerin üstünü bantlayarak çoğaltıyor birbirimize kaset çekip hediye ediyorduk. Sonrada “Dinledin mi sana yaptığım kaseti?”diye ilk fırsatta soruyorduk. Birilerinde kasetlerim duruyor olmalı. Abisine; dağlı, çatlak bir sesle “Ali” diye bağıran kısa boylu, bıyıklı, dizlerine kadar türbanlı, basık burunlu Erzincanlı Aliye’nin mahallesinden taşınmamıştık.
Göğsümde mavi kuşun taşıdığı kalpli bluzla, kendimi daha genç kız hissetmeye zorlayarak, tırnaklarıma cilalar sürüyor ve ders çalışıyordum. Dershane sınavlarında notlarım yanımda oturan ve abisinin intihar ettiğini iki yıldır benden saklayan suskun arkadaşımdan daha iyi gelince bana yetiyordu.
Pazar akşamları Aliye’nin yıkanmış paltosuyla benim mavi bluzum karşılıklı tellere asılıyor bir sonraki hafta sonuna hazırlanıyorlardı. İkimizin annesi de evlere temizliğe gidiyor. İkimizin de bakacak üç küçük kardeşi daha vardı. Benim annemin, benden daha çok umudu vardı, öyle hissediyordum. Aliye evlenip üst üste ölü çocuklar doğurup, genetik bir hastalık sahibi olduğunu henüz öğrenmemişti. Karşılıklı evlerde oturup selam vermek dışında hiç konuşmadığımız, aramızdaki bahçede kalan nar ağacını bir yıl onlar, bir yıl biz toplayıp üründen göz hakkı diye bir tabak gönderdiğimiz yıllardı daha.
Dershane kitaplarından sorular çözüyordum, kitaplarımın her yerine notlar alıyordum. Resmi andıran şekiller çiziyordum. Üst üste gelince karalama gibi duran ama benim çizdiğim anda çok anlamlı olan, dinlememi kolaylaştıran resimler. Bir sevgilim olsun istiyordum, adını kitapların gizli köşelerine tek benim bildiğim gizli işaretlerle yazayım.
Ne zaman mavi bluzu giyecek olsam önce şeftali lekesini kalp içine alıyordum. Gelecekte doğuracağım çocuklarıma on altı yaş kafasıyla mektuplar yazıyordum. Çocuklarım yazdıklarım arasındaki melankoliyi sezerler mi diye hiç korkmuyorum. Onlara yazdığım mektupları bir gün vereceğimden değil de onlara benden -şu andan- bir şeyler aktarma fikri hoşuma gidiyordu.
Onların yaşındayken benim de sıkıldığımı, patladığımı sıkıntıdan, bilsinler istiyordum. Sokaktan gelip geçenlerin seslerinden, Aliye’nin abisine böğürmelerinden, mavi gözlü arkadaşımın matematik notunu vermemesinden, dayılarının bana taktıkları lakaplardan falan bahsediyordum.
Mavi kuş kalkıyor, bir kaba yumurta, yoğurt, şeker koyuyor çırpıyor, bir türlü istediği gibi kek yapmayı başaramıyordu. Utanıyor kimselere vermiyordu kekten. Yine de annem “Dene,” diyordu, “Olacak, bak şununu şöyle koy” demiyordu, annemin bilmediğini ilk fark ettiğim şey buydu. Annem, iyi temizlik yapıyordu ama kek yapmayı bilmiyordu.
Mavi kuş en iyi çemberin dışında durmayı seviyor. Aylarca böyle utanarak giyilmiş parlak rugan ayakkabılarımla dershaneye gidip geliyordum. Tam olarak neye yarayacağını bilmediğim bir sınava hazırlandım. Dersanenin önünde tezgâh açmış olan yengen sandviççisinden ayda bir kez yemek için para alıyordum annemden. En çok, adam halkanın içine yumurtayı kırıp karıştırdığında, üzerine kaşar peyniri yaprakları koyup cızırtılarla koku ortalığı sardığında mutlu oluyordum. Büfenin camından eğilip bakıyor bir yaprak peynir daha atıyordu. Salamları çata çuta çeviriyordu maşasıyla, ekmeği ne zaman hazır ettiğini göremiyordum. Hop diye elime tutuştururdu sandviçi ve hemen maşasını tezgâha vurmaya başlardı. O, kendi ritmini vururken yiyerek uzaklaşırdım ben.
Mavi kuşlu bluzda bir leke daha oluşturmamak için ayakta akıtmadan yemeye çalışıyordum. Dersanenin sokağında şimdiye kadar hiç şahit olmadığım bir kalabalık uğulduyordu. Alkışlıyor, tempo tutuyor, hep bir ağızdan bağırıyordu. Ellerindeki kırmızı karanfili nazikçe tutan uzun etekli, kaşkollü, kahverengi ve turuncu renkleri ağırlıklı olarak giymiş kadınlar topraklı hüzünlerini hissettirerek önümden geçip gidiyorlardı. Bazıları annem gibi örgü yelekler giymişler, kimisinin saçı iki örgülüydü. Kalabalığın çevresinde el ele tutuşarak insan etinden bir çember oluşturmuşlardı, bir türlü karşı kaldırıma geçemiyordum. Yumurtalı sandviçim bitiyor kalabalığın sonu gelmiyordu. Yanımda toplananlar konuşuyordu, adamın arabasına bomba konulmuş, gazeteciymiş. Fotoğrafları taşınan ellili yaşlarındaki gözlüklü, kel adam olmalı, öyle bilgece gülümseyerek bakıyordu vesikalık pozunda. Tanımıyorum. Adını duymamışım ölenin. Henüz, mantığım yüzlerce kişinin tanıyıp da benim tanımadığım birini merak etmem gerektiğini söylemiyor.
Derdim günüm mavi kuşlu bluz, adını gizli yerlere yazabileceğim bir sevgili, kek yapmayı öğrenmek.
Kalabalık bitince geçiyorum karşıya, dersin on beş dakikasını kaçırdığıma içerliyorum hatta. Aliye’nin akşam akşam nispet yapar gibi getirdiği kakaolu kekin tarifini istemeye karar veriyorum. Daha fazla çöpe sallanan başarısız denemeye gerek yok. Ağzımın kenarlarındaki yemek artıklarını silmeye uğraşırken kalabalığın en arkasından uzun boylu, sıkılı yumruğu havayı döven, öfkesinden mi üşüdüğünden mi yüzünü kırmızı bir atkıya sarmış bir gençle göz göze geliyoruz. Gücüne hayran bakakalıyorum. Birden ölen gazetecinin adını bağırıyor. “Gün gelecek! Hesap sorulacak!” diye ortalığı inleterek bağırıyor. Kalabalık, yüksek kayalıkların ekosu gibi sözleri tekrar ediyor. Gazetecinin adını aklımda tutmaya çalışıyorum.
Kalabalık, denize doğru yürüyüp sel olmuş seslerini de alıp giderken birden arabasıyla birlikte bin parçaya bölünen gazetecinin kızıymışım gibi göğsüm sıkışıyor. Ders başlamamış, sınıfta ağlayan, birbirini teselli eden arkadaşlarım var.
Ben, olan bitenden bihaberim. Mavi Kuş göğsümde, utangaç, “Bir şeyler oluyor” diyor. Dur bakalım diyorum kendime, acele etme! Anlarız.
edebiyathaber.net (16 Mart 2021)