Öykü: Meczup | Sema Öztürk

Haziran 6, 2024

Öykü: Meczup | Sema Öztürk

Kapı uzun uzun çaldı. Odamdan mutfak yönüne doğru seslendim:

“Kim bu alacaklı gibi anne!?” Annem cevap verdi, sesi mutfaktan yükselen tencere sesleri arasından gelerek, “Açarım ben oğlum! Sen otur. Sevim teyzendir! Onun çalması bu!” dedi. Ellerini mutfak havlusuna silerken kapıya doğru yöneldi. Annem her ziyaretçiyi kapının çalınma biçiminden tanırdı. Sevim Teyze zile uzun uzun basardı, Nermin Teyze bir kısa bir uzun. Karşı komşumuz Hamide Teyze tek bir kez uzun basar, beklerdi. Müzeyyen Teyze ise zile basmaz, alacaklı gibi ısrarla kapıya vururdu.

“Her gün niye bu saatte geliyor bu kadın!? Kocası eve gelmiyor mu bunun? Neler yumurtlayacak yine kim bilir! Dedikoducu. Herkesin arkasından konuşup duruyor. Yüz verme şu kadına anne… Gelip durmasın! Babam da hazzetmiyor zaten,” diyerek söylendim. Annem endişeyle, “İrfan, oğlum, sus, işitecek!” diye fısıldadı.

Babamın yağlamadığı, ihmal ettiği demir cümle kapısı kuyruğuna basılmış kedi gibi ciyaklayarak açılıp kapandı. “Gel Sevim, gel!” dedi annem. Sevim Teyze, “Rahatsız etmedim ya Mürvet?” diye sordu. “Olur mu canım hiç. Rahatsızlık ne demek? Gel gel, mutfaktayım. Akşam telaşı işte. Mutfağa geçelim. Ocakta düdüklü var da…” diyerek onu içeri davet etti.

Sevim Teyze, sigarasını tüttürecek yer arar bu saatlerde. Çakmağı ve sigarasını yeleğinin cebinden çıkarır, bir köşede rahat bir yer bulup, tütünün dumanını içine çekerken, kulaktan kulağa öğrendiği, topladığı ne varsa, her ne anlatacaksa, büyük bir bilmişlikle süsleyerek; bir hikâye anlatır gibi anlatır da anlatır. Ordan toplar, burdan toplar birleştirir. Uydurup anlattığı şeylere kendi de hayran kalır. Bilmezsiniz siz, Sevim Teyzenin hikayeleri ne meşhurdur.

II

Düdüklü tencere, bir tren düdüğü gibi kuvvetle ötmeye başladı. Bunca yılın düdüklüsü… kendimi bildim bileli mutfağın baş aşçısıydı. Zeytinyağlı dolmadan, mercimek çorbasına, tavuktan, ete kadar her şey ondan çıkardı. Yaşlanmıştı artık; üzerinden kaç tencere geldi geçti, ama on altı yıldır bir kere bile şaşırmamıştı, fakat eli kulağındaydı.

Annemle Sevim teyzenin, düdüklüdeki kemikli etle birlikte kaynamaya başlayan konuşmalarını işitmek için yerimden kalktım. Sırtımı mutfak duvarına yasladım. Sevim Teyze ballandıra ballandıra anlatıyordu:

“Mürvet, inanılır gibi değil. Her şeyi biliyormuş bu adam! Ne dediyse tek tek çıkıyormuş, vallahi. Adam safmış da biraz. Aklı gidikmiş. -kıkırdayarak- Ona görünüyorlarsa demek ki. Karanlık bir odaya sokuyormuş insanları. Yani, karanlık odaya beraber giriyorlarmış. Bakımı orada yapıyormuş. Ben de bizim kıza baktırayım dedim. Yarın geçer yine buradan. Hamide Hanımın inşaatındaki o odanın birine battaniye gereriz. Al sana karanlık!”

“İyi diyorsun da Sevim’cim, adamın aklı gidik dedin. Söylediklerine inanılır mı bakalım?”

“Mürvet! Öyle böyle değilmiş diyorum sana! Güven bana bacım.”

Annem ikna olmuş gibi görünüyordu; ses tonundan inanmak istediği belli oluyordu.

“Üç harfliler gece gelir benim bildiğim. Geliş saatleri var yani. Günün her saatinde de geliyorlar mıymış?”

“Çağırdığın zaman gelirler, Mürvet. Niye gelmesinler ki? Onlar sahipleri çağırınca gelirler. Battaniye de gereceğiz ya pencereye. Karanlık olacak sonuçta.”

Kadın ne kadar da emin konuşuyordu. Sanki bir ordu üç harflisiyle bizzat muhatap olmuş gibi.

“Üç harflileri kandırmak o kadar kolay mı Sevim? Gece mi değil mi anlamıyorlar mı sanıyorsun?”

Sevim Teyze gevrek bir kahkaha attı,

“İlahi Mürvet, sen de alem kadınsın!”

“İsmet’e bir şeyler oldu. Gece geç geldiği zamanlar oluyor. Eve geldiğinde sırtını dönüp yatıyor. İsmet’e de bir baktırsak mı acaba?”

“Ne? Aa! Yok ayol! Daha neler! Allah korusun! İsmet Bey öyle şeyler yapmaz. Başı önünde gider, başı önünde evine gelir. Sağa sola baktığını hiç görmedim. Mum gibi adam. Arkadaşlarıyla sohbete dalıyordur. Küçücük yer. Öyle bir şey olsaydı kesin cümle alem işitirdi. Rüyanda görsen de inanma sakın.”

“Öyle mi diyorsun? Ne bileyim Sevim, şeytan şaşırtmasın.”

Annemin sesi biraz olsun rahatlamıştı ama yine de bir kuşku izi taşıyordu. İçimde, bu dedikoduların gerçeğe dönüşme ihtimaline dair bir ürperti hissettim. Mutfakta, düdüklü tencerenin sesi giderek azalmış, sonunda sessizliğe bırakmıştı. Annemle Sevim Teyze’nin dedikoduları, ocaktaki düdüklü tencere kadar tehlikeli ve patlayıcı mıydı acaba? Belki de bu sırlar, bir gün açığa çıkacak ve her şeyi altüst edecekti. Sanki her dedikodu, gerçeğin biraz daha üstünü örtmeye yetiyordu. Ancak, gerçekler, üç harfliler gibi, doğru zamanı bekleyen sessiz gölgelerdi.

III

“Sen içini ferah tut, Mürvet’cim. Bundan bir şey çıkmaz. Fatma’ya da haber verdim, o da Süheylâ’ya söyleyecek. Sen de diğer arkadaşlara telefon et. Bakarsın, onlar da baktırmak ister. Ama hiç sanmıyorum ya…” diye duraksadı Sevim Teyze, “Hiç sanmıyorum İsmet Bey böyle bir şey yapsın. Yok, mümkünü yok!”

Düdüklünün sesi kesildi. Tatlı bir kahve kokusu burnuma geldi. Sonra çakmağın çıtırtısı ve ardından sigara kokusu yükseldi. Annem hemen pencereyi açtı. Babam sigara kokusundan hiç hoşlanmazdı, özellikle yemek zamanlarında…

Hep ‘yapmazlar’ diyoruz, Sevim. Kadınların hali ortada. Rahmetli kayınpederim de böyleydi. Kayınvalidem az kahır çekmedi.” dedi annem.

“Yok daha neler?” diye içimden geçirdim. Babamın annemi aldatacağına inanamıyordum. Babam kendi halinde bir adamdır, annemin sözünden çıkmaz. Sofraya bile davet edilmeden oturmaz, önüne ne koyulsa yer. ‘Gel İsmet, git İsmet, al İsmet, ver İsmet!’ Her isteği, annemin dudaklarının kımıltısına bakar. Kimin ne düşündüğü benim için önemli değil. Mesele bizim meselemizdi ve annemin bunu bir başkasıyla paylaşması canımı sıkmıştı. Sevim Teyze’nin diline düşeceğine öl daha iyi… Yarın bütün mahallede konuşulur, başka türlü bir şekilde duyulur. Belki de hikayeleri arasına çoktan katmıştır bile.

“Gideyim ben artık Mürvet. Haberleşiriz,” diyerek sandalyeden kalktı Sevim Teyze. Ben hızla mutfak kapısının yanından uzaklaştım. Geniş kalçalarına çektiği çiçekli, uzun eteği savrularak kapıya yöneldi. Üzerine dar gelen penyesinin altından taşan göğüslerini sütyenine yerleştirdikten sonra anneme dönerek,

“Boş yere üzme kendini Mürvet,” dedi. “İsmet Bey senden başka gül koklamaz! Meczup da söyleyecek bunu sana zaten. Bak göreceksin. İçini ferah tut komşum.”

“Aman diyeyim Sevim! Bak, kimseye bahsetme bu konudan. İsmet işitirse…”

“Aa! Yok canım, daha neler! Merak etme sen. Bende o…” Sevim Teyze’nin sesi, kapının gürültüsüyle kesildi.

Kapı açılıp kapandıktan sonra annem mutfağa doğru yürürken odama seslendi, “İrfan, oğlum! Gel de masayı hazırla. Babanla ablan az sonra gelirler!”

Sevim Teyze’nin bahsettiği “Meczup” olarak bilinen bu tuhaf adamı hemen hemen bütün kasaba tanıyordu. Üstü başı daima kirli, zavallı bir adamdı. Haftanın birkaç günü, özellikle semt pazarının kurulduğu günlerde, sokağımızdan sallana sallana geçerdi. Kadınlar, sevap işlemek amacıyla onu çağırır, omzunda taşıdığı torbanın içine kuru köfte, patates, börek, meyve gibi yiyecekler atarlardı. O da bir ağaç gölgesine oturup karnını doyururdu. Gelen geçen önüne üç beş kuruş atardı.

Ertesi gün, kadınlar sokağımızdan geçerken onu kolundan tutup bir kenara çekecekler ve içlerinde sürekli kurup durdukları vesveselerin, geleceğe dair soruların cevabını bu doğru düzgün konuşamayan, ağzından salyalar akan adama soracaklardı. Kimi annem gibi, kocasının kendisini aldatıp aldatmadığını öğrenmek istiyordu. Kimi kızının veya oğlunun kısmetini, geleceğini merak ediyordu. Kimi ise sırf meraktan, hiç inanmasa da bu tuhaf adama sorularını yöneltecekti. Bu tuhaf adama inanmak, ona bel bağlamak bana çok saçma geliyordu. Allah’ın salya sümüklüsü nerden bilebilirdi insanların gelecekte ne yaşayacağını, geçmişte neler yaşadığını…

IV

Ertesi günü akşam vakti yaklaşırken, meczubun sokağa girişi müjdelenmişti. Belediyenin itfaiye aracı sokakları taze taze ıslatmış, toprak taptaze kokuyordu. Oldum olası severim ikindi vakitlerini; eve dönüşleri, kadınların kapı önlerindeki sohbetlerini… Balkonlarda sofraların hazırlandığını, babaların camda veya kapıda beklenildiğini görmek güzeldir. Fakat henüz hiçbir hazırlık yoktu; vakit gelmemişti.

Taşlığa çıktım. Annem de taşlıktan aşağı inmiş, avlu kapısında dikilmiş bekliyordu. Meczup uzaktan göründü, usul usul yalpalayarak yürüyordu. “Yaklaştı, hazırlanın!” diye seslendi Sevim Teyze. Sütyenlerinin içine para sıkıştıran, cüzdanlarını eline alan kadınlar adeta kendini sokağa attı.

Sevim Teyze adamın önünü kesti. Olduğum yerden duyamadığım bir şeyler söyledi. Adamın avucuna sıkıştırılan sıcak paraları görünce gözleri ışıldadı. Yamuk yamuk gülümser gibi oldu; eli kolu hiç durmaksızın sallanıyor, sarkan alt dudağının kenarından sıvı akıyordu. Bize doğru yürümeye başladılar.

Kadınlar, peşi sıra yürüdüler…

Hamide Teyze, Meczubu kollarından tutarak, oğlu için yaptırdığı ve henüz tamamlanmamış evin inşaatına doğru yönlendirdi. Oda için hazırlıklar yapılmış, pencereye battaniye gerilmişti. Annem kolumdan tutup beni ön sıralara çekmeye çalışsa da ben kendimi kalabalığın en arkasına attım. Seanslar uzun sürüyordu. Kapının dışında kalan sıradaki teyze, kulağını kapıya dayamış içeriden gelecek konuşmaları duymaya çalışıyordu.

İçeriden dışarıya doğru herhangi bir bağırtı veya ses gelmiyordu. Sevim Teyze, sıra kendilerine gelince kızını odaya, meczubun yanına soktu ve ardından kapıyı kapadı. Ellerini açarak mırıldanmaya başladı ve sonra yüzüne sürdü. “Heyecan yapma komşu,” dedi annem. “Bakalım neler söyleyecek? Dedikleri kadar var mı, çok merak ediyorum. İsmet eve gelmeden sıra bize gelse bari. Vallahi çok kızar, demediğini bırakmaz.”

“Hadi hayırlısı, girdik bir işe. Aman kötü bir şey söylemesin de.”

Sevim Teyze ve annem, odadan en son çıkan kızın annesinin yanına gidip, kendilerine neler söylendiğine dair sorular sormaya başladılar.

“Komşu, adamın ne dediği hiç anlaşılmıyor,” dedi bir kadın hüsranla. “Daha önce de başka bir mahallede baktırmıştım, bir dediği bir dediğini tutmuyor. Valla benim çok canım sıkıldı. Boşu boşuna para veriyoruz sanki bu adama.”

Kaçıp saklansam mı diye düşünürken, meczup kapıyı içeriden yumruklamaya başladı. Sevim Teyze hızla kapıyı açtı ve kızını odadan çıkardı. İkisi birlikte uzaklaştılar. Artık sıra bize gelmişti. Annem kolumdan tutup karanlık odanın kapısına doğru beni çekti ve sakinleştirici bir ses tonuyla, “Korkma oğlum, sana zarar vermez. Kapının dışındayım,” dedi. “Unutma, babanın ismini vereceksin. Ne sorarsa doğru düzgün cevap ver. Eğer ters bir şey olursa sesleniver, hemen buradayım.”

V

Odaya korkarak adım attım. İçerisi zifiri karanlıktı; ancak pencerenin kenarından sızan hafif bir gün ışığı, gözlerimin biraz olsun alışmasını sağlıyordu. Ev henüz inşaat halinde olduğu için, beton dökülmüş yerler nemli ve kaygandı. Havada boğucu bir rutubet kokusu vardı. Meczup derin ve hırıltılı nefesler alıyordu. Yanına gelmemi işaret etti; tereddüt ederek yanına gittim. Bedeninden ve ağzından yayılan keskin koku midemi bulandırdı. Bir süre sessizce durdu, sonra anlaşılmaz kelimeler, cümleler, mırıldanmalar ve inlemelerle konuşmaya başladı. Tüm vücudum ter içinde kalmıştı.

Soğuk nefesi yüzümde, kulağımın içinde hissediliyordu. Ağzından çıkan şapırtıları duyuyor, dökülen salyalarını gözümün önüne getiriyordum ve bu beni derinden rahatsız ediyordu. Elini omzumdan aşağı doğru birkaç kez sürtünce tüylerim diken diken oldu. Huzursuz bir şekilde kımıldayınca, nihayet elini çekti…

İçinde yaşadığımız dünyadan başka bir dünyanın var olduğuna hiçbir zaman inanmamıştım. O karanlık odada geçirdiğimiz on dakika, sanki bir saat kadar uzun gelmişti. “Öteki” taraftan gelen herhangi bir ses, ışık ya da işaret olmadan sadece sessizlik vardı. Ansızın, meczup kapıyı yumruklamaya başladı. Dışarıdan bir el kapıyı hızla açtı ve ben de pervane böceği gibi ışığa doğru fırladım.

Karanlıktan sonra gelen şiddetli aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Ardımdan o da çıktı ve dönüp onun yüzüne baktım. Onu ilk kez bu kadar yakından görüyordum. Ne kadar tuhaf ve çirkin bir varlıktı. Çok çirkindi. Kırış kırış, güneşten kıpkırmızı bir renk almış boynundan aşağıya terler akıyordu. Sağlam eliyle, elindeki yıpranmış çaputla terlerini silmeye çalıştı. Anneme ve bana garip bir şekilde bakarken, dışa doğru çevrilmiş titrek eliyle sırtımdan itti. Ağzından anlaşılmaz bir çığlık koptu.

Annem elindeki parayı ona uzatırken, o merdivenlerden aşağı inerken, “Çekilin, çekilin!” diye bağırıyordu. Komşulardan biri, ” Aa! Adam ne güzel konuşuyor işte!” dedi. Annem, ben yanından hızla geçerken yüzüme şaşkınlık ve pişmanlıkla baktı.

 Üzerime yapışan terli tişörtümü çıkarıp toprak yola fırlattım. Kendimi kaybedercesine ağzıma geleni haykırıyordum. Annem arkamdan yalvarır gibi, “Oğlum dur! Allah aşkına, ne oldu? Sana bir şey mi yaptı? İrfan, dur bekle! Neler söyledi oğlum?” diye sesleniyordu.

 Arkama bile bakmadan koşarak eve girdim. Kapıyı çarparak kapattım ve kendimi odama kilitledim. Kalbim adeta göğsümden fırlayacak gibiydi. Komidin üzerindeki aynayı elime alıp yüzüme baktım; yüzüm meczubun yüzü kadar kıpkırmızı ve yanıyordu. “Acaba adamın okuduğu dualar mı beni böyle yaptı?” diye düşünürken, korkuyla kalbim daha hızlı çarpmaya başladı.

Serinlemek için arka sokağa bakan penceremi açtım ve perdeyi kenara çektim. Gördüklerime inanamadım. Az önce karanlık odaya birlikte hapsolduğum, konuşmakta güçlük çeken ve ağzından salyalar akan adam, şimdi dut ağacının gölgesinde, briket duvarın yanında ayaktaydı. Eski püskü kıyafetlerini büyük bir telâşla çıkarıyor, karşısında duran bir kadın da elindeki yeni kıyafetlerle ona yardım ediyordu. Adamın ne ağzından salyalar akıyordu ne de eli kolu yamuktu. Kadın arada bir kahkahalar atıyor, ikisi de olayın komedisine gülmekteydi.

Bu durumu fark eden ve bakım yaptıran komşulardan biri, onları orada öylece görünce şok oldu. Şaşkınlığını üzerinden atar atmaz:

“Komşular, yetişin, dolandırıcı var!” diye bağırmaya başladı. Elindeki çantayı, adamın kafasına, sırtına, neresine denk gelirse vurarak, bağırmaya devam ediyordu…

edebiyathaber.net (6 Haziran 2024)

Yorum yapın