Devlet nerden bilsin benim dalyan gibi kardeşimin karanlıktan korktuğunu? İki yıl önce tam boğulacakken barajdan çekip çıkardığımda “Abi” den başka bir şey söylemeden hıçkıra hıçkıra ağladığını nerden bilsin? “Bir gün biz de gider miyiz abi İstanbul’a?” dediğinde gözlerinin nasıl parladığını, babamı kızdıracak bir şey yaptığında onu kurtarmam için nasıl ürkek baktığını, Zeliha’yı gördüğünde yüreğinin nasıl pırpır ettiğini nerden…
Bilmez. Yazılı değilse bilmez. İlla yazacak bir yerde. Yazılanı da unutmaz haaa! Hele bir şey bir kere yanlış yazıldıysa o zaman vay ki ne vay. Yanlış yazması bir söze bakar da o yanlışı düzeltmek için bin şahit gerekir, bin birinci gelsin demesin hakim efendi diye dua edersin. Çok mu geç kaldım Allah’ım dua etmek için?
Annem bana “Aaamet” kardeşime “Memet” diye seslenirken Devlet ise “Mehmet 1979’da doğmuştur, Ahmet ise 1982’de” der, derdi.
Babamın suçuydu bu, elbette devletin değil. Nerden bilsin nüfus memuru benim kara kuru olduğumu, baba tarafına benzediğimi, üç gün önce dedemden duyduğum küfrü söyleyince annemden yediğim tokatı, nerden bilsin Mehmet’in anne tarafım gibi sarı sarı saçlı, çakır çakır gözlü olduğunu?
Nüfus memurunun tek sorduğu “Adı ne çocuğun? Ne zaman doğdu?” O kadar. Doğum günü zaten 1 Ocak. Babam da ne bilsin tek hakkı olduğunu? Daha önce altı çocuğu için hepi topu iki kere gelmiş nüfusa. O zamanlar olmayan sıkıntı bu sefer niye olsun ki?
Annem gururla anlattı yıllar boyu Mehmet’in doğumunu. Daha doğrusu babama ömründe ilk ve son defa nasıl rest çekip “Bak bu son, bir daha doğurmam ben,” dediğini. “Üç harfliler söyletti bana,” derdi önce. Sonra anlatır anlatır, bir bize bakar bir Mehmet’e “Rabbim en güzelinizi de sona saklamış,” diye bitirirdi sözünü. Hiçbirimiz bir şey demezdik, haklıydı. En güzelimiz Mehmet’ti ama keşke bir çocuk daha yapsalardı. O zaman babam belki nüfusa gitmek için onun doğmasını bekler sonra da kağıda yazar giderdi nüfusa. Hata da olmazdı. Bekler miydi?
Bizim evde nüfus cüzdanları çıkarılır, yüklüğün içinde sadece annemin bildiği bir yere koyulur, ilkokula kayıt zamanı çıkardı. Devletin beni Mehmet sandığını da o zaman öğrenmiştik. Babamın müdürün odasında kafasını kaşıyıp “O zaman seneye ikisini bir vereyim” dediğini hatırlıyorum. Onca heyecanıma rağmen bir sene daha okula gitmeyeceğimi öğrendiğimde nasıl üzülmüş, sümüğüm aka aka babama “Niye?” diye sormuştum. “Sen Memetmişsin,” demişti olayın çok da mühim olmadığını söyleyen bir sesle. Memetmiştim. Devlet önce doğanın adı Memet diyormuş, orda öyle yazıyormuş.
Ağladım ağladım sustum. Bir yıl çabucak bitti. Mehmet’le hem sınıf hem sıra arkadaşı olduk. Ben sekizim Mehmet beş. İkizler dediler bize. Beş yıl geçti. İlkokul değil mi? Ha Mehmet ha Ahmet dedi öğretmen. Verdi pekiyileri geçtik. Pekiyi geçtik ama o kadar. Sonra? Sonra sanayi. Kolay mı bir evde o kadar nüfus? Mehmet’le omuz omuza çıktık evden, omuz omuza girdik dükkana, omuz omuza tornacı olup haftalıklarımızı saydık babamın eline. Bir de sigaraya başladık. Bir de… Neyse, girmeyeyim o kadar detaya. Omuz omuza büyüdük işte.
O bir yıl niye bitti? O okul niye bitti? O dükkana niye gittik? O günler nasıl geçti? Tam yedi yıl! Geçti, gitti, bitti. Ben yirmi oldum, Mehmet on yedi. Öyle doğum günlerimizi bildiğimizden değil, bizde kutlanmaz öyle doğum günü falan. Eve gelen kağıttan anladık. O kağıt niye geldi?
Beklemiyorduk hiç. Bekliyorduk da, öyle beklemiyorduk. İlkokul biter bitmez devletle ilişkimizi tekrar kesmiştik. Tekrar ben Ahmet olmuştum o Mehmet. Sigorta yok ya tabi devlet ne bilsin? Bizi evde uslu uslu oturuyor zannediyordu muhtemelen. Bu sessizliğimizden dolayı belki mutluydu bile. Vakti gelince bulurdu nasıl olsa beni.
Vakti geldi. Bir kağıtla geldi. Haydi Mehmet, asker ocağı seni bekler yazıyordu celpte. Mehmet bana baktı, ben Mehmet’e. İkimiz babama baktık ne yapsak diye. Babam ikimize birden baktı. Mehmet benden iri, boylu boslu. Ne fark eder, dedi. Seni yollasak ben Ahmet’im dersin sıkıntı çıkar, düzeltelim desek mahkeme ister bu işler, şimdi Memet gitsin, üç yıl sonra da sen gidersin. Karşı koyacak oldum başta. Yok, dedim. Olmaz, dedim. Olmadı. Babam Nuh dedi, peygamber demedi. Eğdik başımızı mecbur. Önce kardeşimdi, sonra ikizler olduk, en sonunda abim oldu Mehmet. Bak sen şu haytaya! Bak sen şu hayata!
Otogardan otobüse bindirirken sarıldık sıkı sıkı. Büyüdün ya lan, dedim, kafasına vurdum. Büyüdüm ya lan, dedi, kafama vurdu. Sen de büyürsün merak etme, dedi. Güldük. Son kez.
Günler yine geçiyordu, ben evden tek başıma çıkıyor, dükkana tek başıma gidiyordum. Mehmet’ten daha çok sayıyordum onun şafağını. Haftada bir arıyordu, Pazar sabah herkes evdeyken. Keyfim yerinde, diyordu. Bir ben anlıyordum bir annem keyfinin yerinde olmadığını. Biz de yalan söylüyorduk. Biz de iyiyiz, diyorduk. Güler gibi yapıp ağlıyorduk. Gerçekten güleceğimiz günü bekliyorduk.
O gün gelmedi. Onun yerine telefon çaldı. Acı acı değil. Yanlış numarayı aramışlar gibi çaldı. Babam söylene söylene kalktı, kim bu densiz deyip içinden küfreder gibi. He, dedi. Evet komutanım, dedi. Hazırola geçti. Karşıdan gelen sesi duyunca önce omzu düşer gibi oldu. Mayın mı, diye sordu. Komutanın sesini duyunca bozduğu hazırolunu düzeltti. Komutanın “Vatan sağ olsun” dediğini hepimiz duyduk. Evin pencereleri sallandı, komutan babama bunu derken. Hazırolunu bozmadan kapattı babam telefonu. Sonra bize döndü, Memet, dedi, olduğu yere çöktü. Tüm ev tepemize çöktü. Anlamadık ne olduğunu, nasıl olduğunu. Şafak doksan beşti. Sonra gelecekti, iki yıl sonra da ben gidecektim.
Haberlere çıktı Mehmet. Yirmi bir yaşındaki Er Mehmet Ölmez, dedi spiker. On sekiz diye düzelttim içimden. Ama o da haklı. Nereden bilsin?
edebiyathaber.net (19 Aralık 2021)