Yolculuklar, hedefe varma değil de, “seyir” halinde olma heyecanına sürüklemiştir beni hep. Nereye, hangi zamanda ve hangi koşulda olursa olsun çıkılan her yolculuk, içinde vedaların hüznü kadar, merak, heyecan ve umut da barındırır çoğu zaman. Ben de bir yola çıkmak üzereydim. Altmışa çeyrek kala, tüm kayıplarımın ve ayrılıklarımın sonunda, yalnızlığımı ve anılarımı sırtlanıp, köklü bir dönüşüm ve kendimi yeniden var etme cesaretiyle, alıştığım mekân, insan ve durumları ardımda bırakarak, yeni bir hayata doğru yola çıkıyordum. Tüm planlamalar, hazırlıklar ve girişimler tamamlanmıştı. Elimdeki iki çantayla terminaldeydim. Doğduğum, büyüdüğüm, okuduğum, evlendiğim, anne olduğum, çalıştığım, yolcularımı uğurladığım, ölülerimi emanet ettiğim şehre veda zamanıydı. Otobüsteki koltuğuma yerleştiğimde, hücrelerimdeki derin hüznün, gözyaşı olarak dışarı taşmasını önlemeye çalışıyor, etrafımı inceliyordum: yolcular, bavullar, uğurlamalar, gözyaşları, sarılmalar, veda konuşmaları ve dört bir yanı saran ayrılık atmosferi…
Çaprazımdaki ön sırada yaşlı bir çift oturuyordu. Kadın yerleşmeye çalışırken, başındaki örtüsünü düzeltiyor, bir yandan da dudakları kıpı kıpır dua mırıldanıyordu. Yanındaki sessiz ve solgun yaşlı adam kocasıydı belli ki. Kadının kocasını rahat ettirmek için abartılı bir çaba göstermesi karşısında, eliyle kadını durduran yaşlı adam, bitkin bir şekilde, başını koltuğa dayayıp, gözlerini kapattı. Sık ve kesik nefesler alıyordu. Elinde yiyecek torbasıyla otobüse binip, yaşlı çifte yönelen delikanlının “Babaanne alın bunları. Rahat mısınız? Ben muavini, şoförü bilgilendirdim. İneceğiniz yeri söyledim. Halam karşılayacak sizi zaten… Dedemin ilaçları yanında değil mi? Aman üşümesin, terlemesin, ameliyat öncesi hasta etmeyelim de… Başka bir şey lazım mı babaanne?” dediğini duydum. “Yok evladım. Allah razı olsun, gidince haber veririz biz. Sen merak etme. İyi olacak deden inşallah… Hadi sen git bekleme yavrum.” diyen babaannesinin ve gözlerini açıp, kısık sesle duyamadığım bir şeyler söyleyen dedesinin elini öpüp, iyi yolculuklar dileyip, indi otobüsten. Pencereden bakan yaşlılara el sallayıp uzaklaştı. Yaşlı kadın dualarına geri dönerken, kocasının üstünü kendi şalıyla örtmeye çalışıyordu. Bu şefkate yabancı değildim. Ben, hayat arkadaşımı çok erken ve ani kaybetmiştim; ama uzun yıllar kalp hastası olan babama karşı annemin özenli bakımını, hepimizin onun sağlığıyla ilgili yaşadığımız endişe ve korkularımızı hatırladım. Çapraz koltuktan şahit olduğum, sevgi, bağlılık ve emek içeren bu kim bilir kaç yıllık hayat arkadaşlığı, hatıralarımla da birleşmiş, hüznümü çoğaltmıştı.
Arka koltuktaki iki genç kadının yüksek tondan konuşmaları dikkatimi çektiğinde, ister istemez onlara kulak misafiri oldum. Hızlı, kızgın ve kaba cümleler duyuyordum: “Kendini beğenmiş geri zekâlı! Ne yaptı akşam biliyor musun? Gece yarısını geçmişti galiba, geldi bu! Daldı bara bir hışım, tuttu kolumdan sertçe, ‘Senin burada, bu saate ne işin var, arıyorum açmıyorsun. Meraktan öldüm, yürü eve gidiyoruz!’ dedi. Ben bir bağırmışım, ‘Sen bana karışamazsın, kocamsın diye sahibim misin!’ filan diye. Kafam da iyiydi zaten. Olay çıktı anlayacağın. Sonrasında da çok kavga ettik. Bu sabah bakmadı yüzüme” dedi. Merakımı yenemeyip koltukların arasından usulca dönüp baktım. Yirmili yaşlarının sonunda, spor şık giyimli, bakımlı, güzel kadınlar gördüm. Tabletleri açıktı önlerinde, işle ilgili bir yolculuk yaptıklarını tahmin ettim. Diğer sesin, sakin bir tonda “Ama canım, haklı adam. Haber vermemişsin, geç kalmışsın. Merak etmiştir, sen onun durumunda olsan bin beterini yaparsın. Evli olunca daha özenli, daha empatik davranmak gerek biliyorsun. Neyse düzelirsiniz, ben biliyorum sizi, aşk kuşları!” diyen sevecen ve iyimser sesini duydum. Sonrasındaysa benim iç sesim devreye girdi: “Zamane gençleri! İlişkileri, tepkileri bizim neslin anlayışından nasıl da farklı. Evliliğin gerektirdiği sorumluluk, saygı, özen ve ortak yaşama dair öğütte bulunmamak için zor tuttum kendimi. Duyduklarımı dert edindim kendime. Serde annelik vardı tabi. Ama ne üzülmeye, ne kızmaya, ne eleştirmeye hakkım vardı. Bir yabancıydım sonuçta. Herkesin yolculuğu kendinceydi; geldiği yer de, gideceği yer de farklı farklıydı. İlgim, otobüsün dışında artan kalabalığa kaydı.
Anne, baba, abla, enişte, anneanneden oluştuğunu anladığım bir aile, on yedi on sekiz yaşlarındaki bir delikanlıyı uğurluyordu. Annenin çocuğa sarılışından, ağlayışından, ilk ayrılıkları olduğunu tahmin ettim. Aile fertleri, sarı saçlı, sarı benizli, ürkek oğlanın etrafını kuşatmışlar, sarılıyorlar, omzuna vuruyorlar ve hep bir ağızdan konuşuyorlardı. Çocuk, gözyaşlarıyla otobüse gönderilip, cam kenarı koltuğuna yerleştiğinde, hepsi birden pencerenin altına dizildiler. El kol işaretleri, öpücükler, gözyaşları içindeki sevgi dolu bu veda sahnesini çocuğun hiç unutmayacağını biliyordum. Belli ki üniversite için ayrılıyordu ailesinden, şehrinden. Bunu, hem gurbete “giden” öğrenci olarak, hem de çocuğunu “uğurlayan” anne olarak derinden yaşamıştım. Çocuğun gözlerindeki karmaşık duyguları da biliyordum. Üniversiteli olmanın gururu, evden ayrılıp, bilinmeze gitmenin kaygısı, özgürlük ve macera vadeden yeni hayatın heyecanı… Bunca sene sonra benim bile belleğimde hala taptaze duran, tanıdık duygulardı bunlar.
Otobüsün hareket saati gelmişti artık, ama önümdeki sıra boştu. Son anda esmer, iri yapılı, otuzlu yaşlarında genç bir kadın, yanında kara gözlü, kara saçlı, iki küçük çocuğuyla, nefes nefese, bindi otobüse. Giyimlerine, eşyalarına bakıldığında yoksul oldukları anlaşılıyordu. Kalın tonlu ve şiveli bir konuşması vardı kadının. Yüzüne baktığımda, kederle bakan siyah gözlerini ve yüzünün sol tarafındaki morluğu fark ettim. Çocuklardan kız olanı, on on iki, oğlan ise, beş altı yaşlarında olmalıydı. Kadın telaşlı ve gergin, çocuklar ise ürkek ve şaşkındı. Öndeki ikili koltuğa yerleştiler ve çocuklar ardı ardına ağlamaklı bir sesle annelerine bombardımana başladılar: “Anne nereye gidiyoruz biz, dedemlere mi?”, “Anne babam gelmiyor mu?”, “Babamı göremeyecek miyiz artık?”, “Anne, niye kaçtık ki biz evden?”, “Anne benim okulum ne olacak, gitmeyecek miyim artık?”, “Anne benim karnım aç!”, “Anne oyuncağımı unuttum, ben onu istiyorum!..”
Çocuklarının tüm bu sorularına ve mızıldanmalarına alçak sesle ve sabırlı yanıtlar veren kadının, çocuklarını alıp, kocasını, evini terk ettiğini anlamıştım. Belli ki zor durumdaydı. Yoksuldu, şiddet görüyordu. Çaresizliği ölçüsünde de cesaretli ve güçlü hissetmiş olmalıydı kendisini. Kadınların, hele ki anne iseler, tahammüllerinin son noktasındaki kararlılıkları ve mücadele güçleri dünyayı yerinden oynatabilirdi; buna inanırdım. Çalışırdı, direnirdi, korurdu, savaşırdı, her şeyin üstesinden gelirdi kadın! Çantamdaki kurabiyelerden ikram ettim ön koltuğa. Çocuklar, annelerinden izin alıp, sevinçle kurabiyelerini yerlerken, kadın da bana minnetle gülümsedi.
Otobüsteki tüm yolcular tamamlanmıştı. Şoför yerine yerleşti, muavin son kontrollerini yaptı ve “İyi yolculuklar” diledi. Otobüs hareket ettiğinde, sarışın delikanlı, hala beklemekte olan ailesi görüş alanından çıkana kadar, pencereye yapışık el salladı. Arka koltuğumdaki genç kadının telefonda kocasına işveli işveli “Hareket ettik aşkım… Gidince haber veririm, toplantıdan sonra da hemen dönerim… Seni şimdiden özledim” deyişini işittim. En ön koltuktaki yaşlı teyzenin ‘Bismillah’ını duyarken, muavine işaret ettiğini gördüm: “Evladım, amcan hasta da şu havalandırmayı kapatıver, üstüne vurmasın” dedi. Önümde oturan annenin ise çocuklarının elini sıkıca tutarak: “Gidiyoruz çocuklar. Bir daha dönmeyeceğiz. Merak etmeyin, her şey iyi olacak, anneniz yanınızda.” diyen güvenli sesini duydum.
Ben ise alelade bir yolcuydum işte. Uzun bir yol vardı önümde; yaşamak, seyir halinde olmak demek değil miydi? Gelecek hayatımın fragmanını şimdilik bir kenara bırakıp, gözlerimi kapattım ve uzaklaşan mazimin siyah beyaz filmini başlattım zihnimde.
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2021)