7 Mayıs 1973 / Ankara
Son dört mektubuma neden cevap yazmadın? Hemen beni düzeltmeye kalkma! Ben de biliyorum mektuba bir hitapla başlanacağını, hâl hatır sorulacağını… Beni mektupsuz bıraktığın bu süreçte aldığım bir kararın uygulaması bu. Bana cevap yazana kadar sana yazdığım mektuplarıma hitap ederek başlamayacağım.
Yaklaşık bir aydır senden mektup alamıyorum. Oysa ben anlaştığımız gibi her pazartesi sana yazıyorum. Bana yazamayışının nedeni, işlerinin ya da yeni bir ilişkinin yoğunluğu mu? Ya da başka bir şey. Senden hiçbir şekilde haber alamadığım için tahminlerimin bir anlamı yok.
Belki bu satırları yazarken senden bir mektup alırım. (Umut işte.) Mektuplarına ne kadar değer verdiğimi hatırlatmama gerek olmadığını biliyorum ama olsun ben yine de hatırlatayım. Belki bana yazmaya tekrar başlarsın. Senden gelen mektupların zarflarını dünyanın en kıymetli hazinesine dokunuyormuşçasına dikkatlice açıyorum. Sonra mektubu zarfın içinden usulca çıkarıyorum. Ardından beyaz kâğıdın üstünde dans eden el yazının mavi mürekkebini baştan sona hayranlıkla seyrediyorum. Bu büyülü dansın etkisinden kurtulur kurtulmaz mektubumu (Artık o bana ait, o nedenle mektubumu diyorum.) bir solukta okuyup bitiriyorum. Benim bu hoyratça tavrıma rağmen mektubun büyüsü bozulmuyor. Onu evin neredeyse her köşesinde defalarca okuyorum ve her okuyuşumda ondan ayrı bir tat alıyorum.
Beni mektuplarından mahrum bırakmaman dileğiyle…
Y.K.A.
14 Mayıs 1973 / Ankara
Bugün kendime bir saksı çiçeği aldım. Çiçekleri, hele çiçek açan çiçekleri sevdiğimi bilirsin. Bunun da rengarenk küçük çiçekleri var. Çiçeklerini kırmızı, sarı, beyaz, turuncu ya da pembe renkte açıyor. Ben kırmızı renkte açanını tercih ettim. Küçük kırmızı çiçekler, tombul ve parlak küçük yapraklarla çok uyumlu. Bakımı da kolay. O kadar çiçek içinden bu çiçeği tercih etmemim nedeni, ne hoş çiçekleri ne etli, minik, zarif yaprakları ne de kolay bakımı. Onu tercih etmemin nedeni adının anlamı. Çiçeğin bilimsel adı, Kalanchoe. Kalanşo, diye okunuyor. Anlamı, düştüğü yerden yeşeren demek. Bu adı tamamıyla hak ediyor. Çünkü çiçeğin kırılan dalları ve yaprakları düştüğü yerde yeniden yeşererek yeni bir Kalanchoe oluyor. Bu özelliğiyle onu, “Hayatta önemli olan hiç düşmemek değil, düştüğün her seferde ayağa kalkabilmektir.” diyen Aristo’ya benzetiyorum. Ona Aristo adını verdim.
Son beş mektubuma cevap yazmadın. Umarım buna cevap yazarsın. Gönderdiğin mektupların tamamını dün gece tekrar okudum. Her kelimesinde seni bana yazmaktan alıkoyacak bir ipucu aradım ama bulamadım. Bu yazmazlığının nedenlerini kendimce araştırıyorum. Önceleri adresinin değiştiğini ve bana bildirmeye fırsat bulamadığını da düşünmüştüm. Şimdiyse adresinin değişmediğini düşünüyorum. Çünkü gönderdiğim mektupların hiçbiri bana iade edilmedi. Düşünmek istemediğim bir neden, bir süredir aklımı kemirip duruyor. Sağlığından endişe ediyorum. Umarım iyisindir. En kısa zamanda iyi haberlerini almak dileğiyle…
NOT: Sen bana yazmasan da ben sana yazmaya devam edeceğim.
Y.K.A.
21 Mayıs 1973 / Ankara
Apartmandan bir havadisle başlayayım. Alt kat komşum, Sevgi hanımla, Cihan bey boşanmaya karar vermişler. “E, ne var bunda? Boşanma da evlilik gibi medeni insanların başına gelen bir şey.” dediğini duyar gibiyim. Doğru, ama yirmi beş yıllık bir evliliğin şiddetli geçimsizlik nedeniyle bitirilmesi insanı düşündürüyor. Onca yıl geçinmişler de şimdi mi geçinememişler, dedirtiyor insana. Aklıma bu durumla ilgili bir fıkra geldi. Anlatayım mı? Dur, anlatıyorum… Hâkim, önündeki dosyadan başını kaldırıp boşanma talebiyle gelen karşısındaki çifte bakmış. Adam seksen beş, kadın seksen yaşındaymış. İkisi de dilekçelerinde şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmak istiyorlarmış. Hâkim, “Kaç yıldır evlisiniz?” diye sormuş merakla. “Altmış yıldır.” demişler. Hâkim, hayretle “Altmış yıl beraber yaşadınız da şimdi mi geçinemediniz?” demiş. İkisi birden, “Biz geçinemeyeceğimizi evliliğimizin ilk yıllarında anladık anlamasına da boşanırsak çocuklar üzülür, diye onların ölmelerini bekledik.” demiş. Komik değil mi? Evet, biliyorum, bir o kadar da düşündürücü. İnsanların kendi mutsuzluklarını başkaları mutsuz olmasın diye bir ömür boyu yanlarında taşımaları tartışmaya açık bir konu.
Neyse, bana dönelim. Tütüne başlamayı düşünüyorum, ne dersin? Hayır, hayır sigaraya değil, sarma tütüne. Hâlâ sigaradan nefret ediyorum. Bu tütün hevesi de nereden mi peydahlandı? Kısaca anlatayım: Dün akşam çay bahçesine temiz kıyafetli, saçı bıyığı bakımlı (Sakalı yok. Terütaze bir cilt.) yaşlı bir adam geldi. Hemen yanımdaki masaya oturdu. Bizim sokağın insanı olmadığından dikkatimi çekti. Yan gözle bu yabancıyı kesmeye başladım. Onu izlediğimi anlamasın diye de elimdeki gazeteyi okur gibi yapıyordum bu arada. Sana ne el âlemin adamından, diyeceksin, biliyorum ama merak işte. Oturmadan söylemiş olmalı ki Çırak Yunus masasına demli bir çay bıraktı. Yaşlı adam çaydan bir yudum aldıktan sonra ceketinin sağ cebinden üzerinde Şahmerdan işli, savatlı sigara tabakasını, sol cebinden de siyah kadifeden tütün kesesini çıkardı. Yaşlı adam sanki dinî bir ritüeli yerine getiriyormuşçasına usulca tabakayı açtı, içinden daha önceden sarılmış bir sarma cigara aldı (Bilerek cigara yazdım. Pakette satılanlara sigara deniyorsa buna başka bir şey demek lazım.). Ceketinin çakmak cebinden çıkardığı savatlı muhtar çakmağıyla cigarasını yaktı. İlk nefesten sonra cigarayı dudaklarından ayırmadan tabakadan çıkardığı cigara kâğıtlarına siyah kadife keseden aldığı bir tutam tütünü sardı. Kalem gibi muntazam sarılı beş kadar cigarayı tabakaya yerleştirdi. Tabakayı kapattı, çayın parasını masaya bıraktı ve kalkıp gitti. Hangi ara çayını bitirdi, cigarasını içti, hiç fark etmedim. O an zehirlendiğimi anladım.
Sabah uyanır uyanmaz Ulus’a gittim. Kendime – yaşlı adamınki gibi gösterişli olmasa da – sigara tabakası, muhtar çakmağı, tütün kesesi (Benimki kadife değil.), cigara kâğıdı ve tütün aldım. Dükkânda tütün alan bir müşteri daha vardı. Adıyaman tütününü pek övdü. (Bilgim olmadığı konularda başkalarının sözüne ne kadar açık olduğumu bilirsin.) Ben de Adıyaman tütünü aldım. Şimdi hepsi karşımda duruyor. Bir sonraki mektubumda cigarayla olan ilk tecrübemi yazacağım.
Sağlıcakla kal.
Y.K.A.
21 Mayıs 1973 / Ankara
Öğleden Sonra
Bir sonraki mektup yazma günümü bekleyemedim. Hayatımda ağzıma aldığım en berbat şeylerden biri de bu cigaradır. Sigaradan hiçbir farkı yok. Üç kere dişlerimi fırçaladım ama ağzımdaki pas tadından kurtulamadım.
Ağzının tadının bozulmaması dileğiyle…
Y.K.A.
21 Mayıs 1973 / Ankara
Ne zaman gazete bulmacası çözmeye niyetlensem aklıma Tarık Buğra’nın “Havuçlu Pilav Meselesi” adlı hikâyesinin ilk cümleleri gelir.
“Yağmur yağıyordu, pis pis yağıyordu. Bu havada ancak yapabilecek bir şey bulanların, bulduklarını yapabilenlerin canı sıkılmazdı. Bense gazetenin bilmecesini de çözmüş bulunuyordum…”
Ben de hikâye kahramanı gibi gazetenin bulmacasını çözmüş bulunuyorum. Benim de hikâye kahramanı gibi canım sıkılıyor. Ancak benim canımın sıkılmasının nedeni ne hava ne de yapacak bir şey bulamamam. Benim canımı senin mektuplarının birdenbire kesilmesi sıkıyor. Bu mektubuma da cevap yazmazsan toplam sekiz mektubuma cevap yazmamış olacaksın. Bu iki aydır senden haber alamıyorum demek. Bir dahaki mektup yazma günüme kadar senden mektup gelmezse radikal bir karar alacağım.
Tekrar görüşmek ümidiyle…
Y.K.A.
* * *
Çalışma masasının çekmecesinden aldığı mektup kâğıtlarını masanın daima üzerinde duran ahşap sekreter altığına itinayla yerleştirdi. Yeni mürekkep çektiği dolma kaleminin ucundaki fazla mürekkebi boşaltmak için kalemi müsvedde kâğıdının üzerinde rastgele gezdirdi. Aynı kâğıda âdeti olduğu üzerine bir de imza attı. Sonra arkasında iz bırakmamak istercesine imzasını karaladı. Sekreter altlığındaki beyaz kâğıdı bir süre seyretti. Derin bir nefes aldıktan sonra kâğıdı ortalayarak yazmaya başladı:
4 Haziran 1973 / Ankara
7 Mayıs 1973 tarihli mektubumda, bana cevap yazana kadar sana yazdığım mektuplarıma hitap ederek başlamayacağımı yazmıştım. O tarihten bu satırları yazdığım ana kadar senden bana tek bir satırın ulaşmadığını sen de ben de biliyoruz. 21 Mayıs 1973 tarihli mektubumda, bir dahaki mektup yazma günüme kadar senden mektup gelmezse radikal bir karar alacağımı belirtmiştim. Şimdi, sana son kez hitap ediyor ve aldığım kararı açıklıyorum:
Sevgili Y.K.A.,
Artık sana yazmayacağım. Kimin kime vefasızlık ettiğine sen karar ver.
Y.K.A.
Beyaz kâğıdın üstünde dans eden el yazısını hayranlıkla seyrederek mavi mürekkebin kurumasını bekledi. Sonra kâğıdı özenle katlayarak zarfın içine koydu. Zarfın yapışkanlı kanadını yalamaktan iğrenirdi. Bu nedenle her zaman yaptığı gibi yapışkanlı kanadı para bandıyla yapıştırdı. Bandın hemen altına “Tarafımdan kapatılmıştır.” yazdı. Bandın üstünden taşacak şekilde bir de Y.K.A. yazdı. Kendince mühürlediği zarfı son kez kontrol ettikten sonra mektubunu postaya vermek üzere evden çıktı.
* * *
Sigara dumanının sislediği odaya giren kadın, ikili koltukta tek başına oturan adamın yanına ilişti. Elindeki açık zarflarla, bir tomar kâğıdı sehpaya yavaşça bıraktı. Küllüğün yanındaki paketten bir dal sigara alıp yaktı. Sigaradan derin bir nefes çektikten sonra başını adamın omzuna yasladı:
― Evin gözden ırak her yerinden mektup çıkıyor. Bunlar da divanın altındaki tahta bavuldan çıktı. Bu adamcağız nasıl bir ömür sürmüş böyle? Çevresinde o kadar insan varken ne kadar yalnızmış meğer… Hani, Sabahattin Ali, “Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım.” demiş ya… O hesap işte. Rahmetli de kafasının içinde neler yaşamış, neler… Kendine küsmüş bile! İçeride kocasının yasını tutacağına, kim bu Y.K.A. diye kuruntulanan anneme gel de bu Y.K.A.ların babam Yalçın Kaya Aşılmaz olduğunu anlat, anlatabilirsen.
Erdal Taşkın kimdir?
1971, Balıkesir doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Özel ve resmî eğitim kurumlarında öğretmenlik yaptı. Öykülerinden bazıları dijital mecralarda yayımlandı.