Geleli on beş dakikayı geçti. Kaldırımda aşağı yukarı yürüyor, yerinde dursa daha çok üşüyecek, hava ayaz. Her zaman böyle erkenci değil, gideceği yerlere son anda yetişir genellikle. Bugün altı ayını yeni tamamladığı kısacık iş yaşamında çok önemli bir deneyim yaşayacak. Saatler öncesinden dikilse yeri var.
Avuçlarını nefesiyle ısıtırken telefonu çalıyor. Arayan Afet, röportaja birlikte gideceği iş arkadaşı. İleride tek başına yapacağı çok röportaj olacak. ‘Melekciğim, bu tarafta trafik berbat, zincirleme kaza yolu tıkamış. Randevu saatine daha kırk beş dakika kadar var ama gecikecek olursam haber ederim. Benden önce gidersen o sokakta küçük bir rustik kafe var, kendine bir latte söyle, orada beklersin, dışarısı çok soğuk.’ diyor Afet, daima meşgul insanlar gibi bir çırpıda kelimeleri sıralayıp. Yine bozulmadı değil Afet’e; her zamanki anne tavırlarına, bilgiç hâllerine, kibirliliğine ve saysa daha nelerine. Şimdi hiç canını sıkmak istemiyor. Çekememezlik denmez buna. Meslekteki sekiz yılı, bu sürede iki ödül, herkesi kolayca avucuna alabilmesi, çekiciliği, ne kadar önemli olabilir? Başka açıdan bakılsa sekiz yaş daha genç kendi, önündeki yıllarda kim bilir kaç ödül toplayacak hem. Tamam çekingen bir yanı var ama başarı ilgi odağı olmayı da getirecektir. Çekiciliğine ise… evet ona bir kulp uyduramıyor. Her tarafı sarksa, buruş buruş olsa da sanki hep cazibeli kalabilenlerden biri olacak, adı gibi hep bir afet. İnsanların adı kaderini mi beliriyor acaba? Yada tersi, öyle bir şeyler işte. Yok canım ben de melek sayılmam. Düşün düşün zaman geçmeyecek. İliklerine kadar hissetmeye başlıyor soğuğu. Dönüp arada apartmana bakıyor, giren çıkan yok. Aslında böylesi daha iyi. Genç ve bakımlı bir kız olmasa şu hâli kesin şüphe uyandırır çünkü, farkında.
Alt katın penceresi aralanıyor. Bembeyaz saçlı bir kadın ona sesleniyor sanki. Kısa bir çekinceden sonra demir kapıdan geçip, apartmanın küçük süslü bahçesini adımlayarak pencereye yaklaşıyor. Bütün apartmanlarının önlerindeki bakımlı bahçeler daha sokağa girer girmez dikkatini çekmişti. En çok da şu kocaman toplara benzeyen şimşir ağaççıkları. Onların yanı başında duruyor. Anneannesini andıran yaşlı bir kadın ‘ Kızım, birini bekliyorsun herhalde ama bakıyorum çok üşüdün, davet etsem içeri gelir misin?’ diyor. Sesi de anneannesininki gibi yumuşacık, içten. ‘Rahatsız etmeyeyim’ diye teklifi nazikçe reddedecekken vazgeçiyor, aynı binada oturduklarına göre Şaheser Hanım hakkında vereceği bilgilerin işine yarayabileceğini düşünüyor, bu düşünceye kapılmasını ise gazetecilik tutkusuna bağlıyor. Evinin kapısını açan kadın, insana daha görür görmez sıcaklığını hissettiren, ipek gibi bir ihtiyar. Bela kokusu alsa girmez elbette. Haber merakına rağmen tehlikeyi göze almaz. Cesur kızlardan değil o, pamuklar içinde büyütülmüş, narin, kırılgan. Kitaplardaki dizlerine oturttuğu torunlarına masal anlatan nineleri andırıyor kadıncağız, kime ne zararı olabilir?
Salona geçtiler, karşılıklı berjer koltuklara oturdular, yaşlı kadının ikram ettiği ıhlamuru bile içtiler. Salona kadar yürümekte zorlanan yaşlı kadın ıhlamur servisini Melek’ten rica etti. O da memnuniyetle yerine getirdi. Evin gözüne ilişen diğer odaları ve mutfağında da salon gibi çok az eşya vardı, servis esnasında fark etti hemen. Büyük olasılıkla tek başına yaşıyor zavallıcık diye geçirdi içinden. Gazeteci böyle olur diye de övündü kendinle. Zencefilli ıhlamurlarını yudumlarlarken sohbete koyuldular.
‘Benim torunuma benzettim seni kızım. Şurada otururken öyle soğukta beklerken görünce dayanamadım.’
‘Teşekkür ederim, gerçekten çok soğuk dışarısı. Arkadaşım gecikti, malum trafik büyük dert ama gelir birazdan.’
‘Ben dışarı pek dışarı çıkmıyorum kızım, öyledir muhakkak. Üstündekini çıkar istersen, biz ihtiyarlar böyle hamam gibi ısıtırız evleri.’
‘Sahi, içim de ısındı, çok severim ıhlamuru zaten, başka içecek olmasa aramam. Ellerinize sağlık.’
Melek kabanını çıkarırken kendisini anneannesine ziyarete gelmiş gibi hissediyor. Kısacık sürede sıkı bir bağ kuruluverdi sanki aralarında.
‘Tek becerebildiğim bu işte. Artık elimden fazla şey gelmiyor. Eskidendi onlar.’
‘Kendinize haksızlık etmeyin. Eminim torunlarınız için harika yiyecekler hazırlıyorsunuzdur.’
Onu, her ziyaretlerinde torunlarını mutlu edebilmek, sevdikleri yemekleri hazırlayabilmek için çırpınan büyükannelerden biri gibi hayal ettiğinden böyle diyor.
‘Buralarda bir yere mi uğrayacaksınız ?’ sorusu geliyor sonra. Kapımızın önünde neden dikilip duruyordun demez elbette bu güngörmüş hanımefendi.
‘Bu apartmanda oturan Şaheser Hanım ile görüşeceğiz. Tanıyorsunuzdur, komşunuz. Öyle değil mi?’ diye istediği yere getiriyor sohbeti. Şaheser Hanım’ın ismi geçerken yaşlı kadının yüzü asılıyor. ‘Ne için görüşeceksiniz ki onunla? Yakını değilsiniz sanıyorum,’ diyor, canı sıkılmış bir hâl var üzerinde. ‘Biz gazeteciyiz, daha doğrusu ben henüz stajyer sayılırım, kendisi ile röportaj yapmak üzere randevulaşmıştık,’ oluyor Melek’in cevabı. Ortama sinen tatsız havayı fark ediyor. Lafı değiştirmek için bir şeyler söylemeli. ‘Şaheser, ne asil bir isim değil mi?’ diyor öylesine ama gereksiz bir soru sorduğunu anlıyor hemen. Yaşlı kadın pek önemsememiş gibi karşılık veriyor. ‘Evet güzel bir isim. Büyükbabam da bana Nadide derdi.’ Gerçek adı nedir sormalı mı? Sormamak daha iyi. Hatta ‘Benimki Melek, Nadide Hanım. Sizle tanışmaktan çok mutlu oldum. Açıkçası ben de sizi kendi anneanneme benzettim,’ derken Nadide Hanım diye hitap etmesi uygun oldu ki yaşlı kadın memnun, gülümsüyor. Boşalan fincanları bırakmak için mutfağa gidip döndüğünde Nadide Hanım’ı oturduğu yerde gözlerini kapamış, başı öne doğru düşmüş buluyor. İlk aklına gelen kadıncağızın ölmüş olması elbette. Bacakları titremeye başladı bile. Neyse ki incecik bir tısslama, sadece uykuya daldığına işaret ediyor o an. Yarım dakika sürmedi oysa mutfağa gidip gelişi. Şimdi ne yapmalı? Usulca çıkıp gitse mi acaba? Kalp atışları normale dönene kadar oturmak en iyisi. Oturuyor. Bir gözü Nadide Hanım’da, bir yandan da salonu inceliyor. Öyle ilgi çekici bir şey yok aslında. Ahşap oymalı mobilyalar, pirinç dekorlu avize, sadece paşa kılıcıyla devetabanını tanıdığı çeşit çeşit saksı yeşillikleri, duvarlarda yağlı boya tablolar, televizyon, o kadar. Başının arkasındaki duvarda ise birkaç fotoğraf asılı. Nadide Hanım’ın gençliğinden hepsi. İşyerinde çekildiği anlaşılan siyah beyaz fotoğraflardan birinde daktiloda yazı yazıyor, diğerinde yaşıtı şık hanımlarla beraberler. Bir başkasında kolları iki kişinin omuzlarında, annesiyle babası olmalı. Hepsinde de dal gibi incecik, narin bir kadın. Göz alıcı bir güzelliğe sahip değil belki ama krepeli kabarık saçları, bebe yakalı puantiyeli elbisesiyle şu tek başına uzaklara bakan fotoğrafta nasıl da masum bir ifadesi var. Ya şimdi uyansa, ‘sen kimsin’ dese ne olacak, yaşlı bir insan çünkü, bazen anneannesi de az öncesini unutuveriyor.
Şu an yapması gereken röportaj hazırlığını son kez gözden geçirmek aslında. Sanki bunu birden bire hatırlamış gibi telefonunu çıkartıp notlarını açıyor. Şaheser Hanım’ın on yıl önce verdiği son röportajdan, gazete arşivlerindeki hakkında çıkan haberlerden, magazin servisinden edindiği bilgilerden toparladıklarını incelemeye başlıyor. Magazin dünyasının önemli malzemesi, yakışıklı oyuncu Gençer’in büyükannesi olduğu gündeme gelince yeniden hatırlanıyor eski yıldız. Her ikisini bir araya getirebilselerdi büyük sükse yapardı ama Şaheser Hanım kabul etmemişti Afet’in bu teklifini. Torunu bile olsa birisinin kendi önüne geçmesini istemedi belli ki. Starlar kaprislerini kaybetmiyorlar.
Üç evlilikten dört çocuğu olmuş Şaheser Hanım’ın. Gençer’in annesi ilk evliliğinden ama diğerleri setten sete koşturduğu günler geride kaldıktan sonra dünyaya geldiği için anneliği de doya doya yaşamış. Şimdi çocuklar, torunlar, gelinler, damatlar ona ömrünün son zamanlarında kalabalık bir aile olmanın keyfini sürdürüyorlar. Hiç yalnız bırakmıyorlar onu.
Nadide Hanım gözlerini açıyor. Uyuyakalmaktan mahcup bir ifadeyle ‘Kusura kalma kızım, ihtiyarlık böyle işte, içim geçmiş,’ diyor. Melek, ‘Rahatsızlık verdiğim için siz kusura bakmayın Nadide Hanım, kalksam iyi olacak, siz dinlenin lütfen,’ diye karşılık veriyor. Sohbete başlıyorlar.
‘Otur kızım otur, ne rahatsızlığı? Şaheserimi soruyordun değil mi? Can dostum benim o. Ne çok severiz birbirimizi bilsen.’
‘Öyle mi?’
‘Hep senin oturduğun koltukta oturur, dün de geldi hatta, dertleştik. Çok çöktü canım ben, yazık. Asansör bozulmuş, iki kat nasıl çıksın, kaldı akşama dek. İnsan üzülüyor bir yandan da yapayalnız hep. Gelip gitmiyor çoluğu çocuğu. Bazen benimkileri gönderiyorum, gidin Şaheser teyzenizi ziyaret edin, biraz morali düzelsin diye.’
‘Ünlü birinin o ışıltılı yılların ardından böyle yalnız kalması ne zordur.’
‘Cancağzımın o şatafatlı zamanları düşündüğün gibi uzun sürmedi evladım. Bir parladı bir söndü zavallı. Şöhreti, lüksü, parayı gördü azıcık, puff uçtu gitti sonra hepsi.’
Son söylediklerinde kederlenmiş bir ifadeyi gönülsüzce yüzüne yerleştirmiş gibi geliyor Melek’e. Lafına devam edemiyor. ‘Malum, iki fincan üst üste,’ diye utangaç bir gülümseme ile yerinden kalkıyor, belli ki tuvalete gidecek. Odada yalnız kaldığında notlarına tekrar bakmak istiyor Melek. Arayan yok ama ‘süper kızlar’ grubunda dünya kadar sohbet dönmüş. Yolda zaman geçiremeyince Afet telefona yapışmış, en çok o yazmış çünkü. Zaten insanlara kendisini dinletmeyi, onları kumanda etmeyi çok sever. Tesiri altına hemen alıveriyor çevresindekileri, nasıl beceriyorsa artık. Gazetedeki kızlardan sohbet grubu oluşturan da o elbette, ‘süper kızlar’ ismini koyan da. Yazılara şöyle hızla göz gezdiriyor. Hafta sonu için planlar yapılıyor. ‘Rakı, balık’ yapalım lafı erkek tabiri gibi gelir Melek’e hep. Bu öneri de tabi ki Afet’e ait. ‘Olur, harika, yapalım canım, ben varım, ben de, ben de’ cevapları ise kızlardan. Alkış, kadeh, balık ve gülen yüz emojileri karşılıklı. Neyse şimdi bir şey yazmak zorunda değil, düşünür sonra. Şimdi notlarını okumalı.
Notlar: Şaheser Hanım sekseninde ama hâlâ çok bakımlı ve güzel. Gençer’in peşindeki magazin muhabirleri aile yemeklerinde fotoğraflamışlar; giyimi, makyajı yerinde, kızlarından ayırt edilmeyecek nerdeyse. On yıl önce bir şiir kitabı çıkarmış. Şiir yazmaya devam ediyor mu sorulacak. Evliliklerinin dışında pek çok da aşığı olmuş, peşini bırakmazmış erkekler. Uğruna kavgalar, birbirini vuranlar olurmuş. Hatta o zamanlar bir prodüksiyon asistanı Şaheser Hanım’dan aşkına karşılık alamayınca intihar etmiş diye haberler yayınlanmış. Yıllar sonra Şaheser Hanım şöyle şeyler söylemiş bu iddia hakkında: ‘ Birkaç filmde birlikte çalışmıştık. Hassas bir genç diye hatırlıyorum. Bana ilgi duymuş olabilir, bilmiyorum, itiraf etmedi hiç. Ben ikinci evliliğimi yapmıştım o sıralarda. Alkole düşkünmüş, çok da borcu varmış. Ölüme sürükleyen neden bunlardır. Çok üzücü bir hadise elbette.’
Nadide Hanım salona dönüp koltuğuna kendini bırakırken saksıların arasından çıkan bir kedi mırlayarak geliyor fırlayıp yaşlı kadının kucağına yerleşiyor. Melek fark etmemişti daha önce kediyi. Arası yoktur hiç kedilerle, köpek sever daha çok.
‘Kediniz varmış, adı nedir?’ Melek soruyor.
Yaşlı kadın ‘Adı ‘Hanım’ Hanım hanımcıktır ya, öyle kaldı adı,’ diyor. Sıvazladığı ensesini öpüyor kedinin. Birbirlerini mutlu ettikleri anlaşılıyor şu sahneden.
‘Şaheserciğimin de var, dört tane İran. Ne yapsın onlarla oyalanıyor. Benim Hanım’ı çocuklar üç tane yavruyla birlikte sokakta bulup getirdiler. Bir tanesi sende kalsın diye bıraktılar işte. Ee çok acırım ben zaten, büyüdü yanımda.’
‘Şöhretliyken evliliklerin dışında ne fırtınalı aşklar yaşamış Şaheser Hanım, şimdi yalnız diyorsunuz, zor olmalı? Çok gürültü koparmış ilişkileri o yıllar, öyle değil mi?’
‘Canım talihsiz evlilikler yapmış. Öyle etrafında sürüyle dolanan adam olmadı aslında. Dedikodu hep. Hoşlarına gider o tayfanın gündemde olmak öte yandan.’ Kısa bir sessizlik. ‘Gönül eğlendirmek için kıvrananlar yok değildir elbette.’
‘Üç kere evlenmiş ama baştan çıkarcı bir güzelliği varmış hem.’
‘Güzeldi arkadaşım benim ama biliyorsun; peruklar, kirpikler, makyaj, pahalı kıyafetler öyle değiştiriyor ki insanı. Kalbi güzeldir ama merhametlidir benim canım.’ Yine bir sessizlik. ‘Beni de Ava Gardner’e benzetirlerdi.’
Hanım kucaktan atlayıp geldiği salonun köşesine doğru gidiyor. Sıkılmış olmalı. Şöyle bir başını çevirip Melek’e bakıyor ama beklediği ilgiyi göremiyor.
‘Mama getireceklerdi çocuklar, azalmış evde. Unutmazlar ama arayıp hatırlatayım bir ara.’ Melek’e söyler gibi kendi kendine konuşuyor Nadide Hanım. Ne fotoğrafları var evde eşinin, çocuklarının, torunlarının, ne de bir iz bir işaret. Eşinden değilse de diğerlerinin çokça lafı geçiyor oysa. Melek merakını gidermek için aileyle ilgili birkaç soru sormayı düşünüyor ama çalan telefonla anında unutuveriyor. Arayan Afet. Beş dakikalık yolu kalmış. Bomba haberlerim var diyor, röportaja başlamadan anlatacakmış ayaküstü. Sesinden neşeli olduğu anlaşılıyor. Mutlu eden neyse artık onu anlatacak belli. Ödül falan mı aldı yoksa? Melek’in aklından geçen bu. Afet pervasızdır. Sevgilisiyle geçirdiği geceyi ince ayrıntılarına kadar anlatmaktan çekinmeyen biri zaten. Öyle de olamam diyor Melek kendi kendine, hiç bana göre değil.
Yaşlı kadının başı yine öne doğru düşer gibi. Misafirlik bu kadar zaten. Az sonra Afet gelecek, gerçek adını bilmediği hanımı, kedisi ‘hanım’ ile baş başa bırakıp çıkacak Melek. Arkadaşıyla karşılaştıklarında selamlaşıp birbirlerine gülümseyecekler en başta. İşte o an sağ yanağında tatlı bir çukur beliriverecek. Afet, ‘bayılıyorum canım ya senin şu gamzene’ diyecek yine, her seferinde ilk kez görüyormuşçasına söylediği gibi.
Teşekkür ederek ayrılmadan hemen önce telefonun ekranında kendisine bakıyor Melek. Saçı başı önemli değil. Yüzü solgun mu, gözleri şiş veya kanlı mı, makyajı bozulmuş mu bunlar da önemsiz. Gamzesi yerinde, sorun yok.
edebiyathaber.net (5 Aralık 2021)