Öykü: Meraklanma, ben gittim | Tacim Çiçek

Şubat 6, 2025

Öykü: Meraklanma, ben gittim | Tacim Çiçek

“Geliyorlar…! Geliyorlar…!”

İlkin kim söyledi bu tümceyi. Ayrımında değilim. Oysa, beni içinde bulunduğum güzel bir düşten, severek yaptığım işimden alıkoyan bu tedirgin tümce, önce yüreğime kızgın demir saplı bıçak gibi saplandı. İrkilmemi, kendime gelmemi sağladı. Çektiğim acıya aldırmadım. Durup ince şeyleri düşünmemin zamanı değildi çünkü, çok iyi biliyordum. Kendimi, yüreğimin yakarmasına kaptıracak zaman değildi. Şöyle bir baktım iç gözümle, kızgın demir saplı bıçağa benzeyen tümceyi haykıranlara. Telâşlıydılar. Oradan oraya koşuyorlardı. Her zamanki gibi hızlı… Her zaman olduğu gibi alışık olduklarını yineleyerek… Daracık sokaklardan, aralardan, dam başlarından, taş avlulardan gruplar hâlinde geçerken evlere ulaşmak için bir an önce; birbirine çarpmıyorlardı. Yaşlıları düşürmüyorlardı. Çocukları geride unutmuyorlardı. Ve düşenleri ezip geçmiyorlardı. Onları yerden kaldırıyorlardı. Koşamayacak, yürüyemeyecek durumda olanları da yardımlaşarak götürüyorlardı.

Hiç umulmadık bir anda çığ gibi inen bu tümce, yapmaları gerekeni ivedilikle gerçekleştirmelerine bir uyarıydı. Bunu biliyorlardı ve buna uygun davranıyorlardı. Aslında bu bir yarışma, ama oldukça acımasız. Kuralsız ve yanlış… Daha doğrusu kuralları tek taraflı ve ağır… Ayakta kalmak, yaşamak, aynı biçimde bunlar için karşı koymaktı bu bir bakıma. Yaşayanların içinde bulunduğu kötü, çekilmez ve asla katlanılmaz koşulları alt edebilmenin yollarını, yöntemlerini anlık gibi bir sürede gerçekleştirmenin yarışıydı. Ben de bu yarışın içindeyim. Var olmanın bize gereksinimi olanların yaşamları için sürekli biçimde kazanmamız gereken vahşi, insanlık dışı yarışın…

 “Geliyorlar…! Geliyorlar..!”

Can havlıyla başlayan koşuşturma sürerken, tümceyi yineleyen sık sık değişiyordu.

Bazen yeni yetme bir delikanlının keskin çığlığı… Bazen yaşlı bir kadının yürek paralayıcı acılı ağıtı… Bazen bir genç kızın korku renkli sesi… Bazen de telâşın yersizliğini haykırıp güven aşılamaya çalışan bir babanın feryadı ve isyanı…

Daha nice biçimlerde algılıyorum bu tümceyi. Çevreme bakıyorum. Yanımdan, önümden ve karşımdan geçenlere… Bunca yıl birlikte yaşadığım, tanıdığım, kanıksadığım; acılarını, sevinçlerini, ümitlerini, istemlerini paylaştığım ve canımdan çok sevdiğim bu canım insanlar, birbirini uyarıyorlar… Uzaklardan gelen kara toz bulutunun getirdiklerinden kurtulmak için. Neler yapıyorlar, neler…

“Geliyorlar..! Geliyorlar..!”

Yine evlerine girecekler. Kimi yaşlılar göründüklerinden de yaşlı ve yorgun görünmeye, arkada bıraktıkları yılların sırtlarında oluşturduğu görünmez yükten dolayı bükülen bellerini biraz daha kamburlaştırmaya çalışacak. Kimileri odalarının bir köşesine serdikleri döşeklere uzanacak, hastaymış görüntüsüyle kurtulmaya çalışacak. Bunların kadınları, gelinleri, kızları ve yakınları yüzlerini yırtacak, çakı gibi tırnaklarıyla. Yol açacaklar, güneşten kızıllaşan esmer yanaklarına, kanları için. En ufak bir endişeye, korkuya kapılmadan ama… Hasta yataklarındakiler ölecekmiş gibi dövüneceklerle yaşamlarını biraz daha sürdürmeye duracak. Yetkin oyunculara taş çıkartacaklar böylece. Ağlayıp inleyecekler. Vasiyetlerde bulunacaklar. Kimi de sakat numarasına yatacak. Güler yüzlü olacaklar. Gelecek olanları topallayarak karşılayacaklar. Bazıları da, inandırıcı olmak uğruna kendilerini paralayacak, hatta yaralayacak. Bazıları ise kör edecek gözlerini, birkaç günlük nefes için. Topal, yatalak görünecek bir bölümü. Gelinler, genç kızlar gelecek olanların cinsel açlıklarından korkacak yine de. Onların bu açlıklarına kurban olmamak için çeşit çeşit oyunlar yapacak. Kimi hamile görünecek. Kimi çirkin görünmeye sığınacak. Yüzüne çamur sürecek bunun için. Kızların birçoğu kambur, şaşı, topal ve kör görünecek. Bunlara öykünecek kız çocukları. Gözlerine çamur dolduracaklar ve hıçkıra hıçkıra ağlayacaklar. Ama gelecek olanlar, yutmayacak belki de bunların hiçbirini. Kanıksadıkları, hiçbir işe yaramayacak. Her şey birbirine karışacak. Kim bilir, belki de gelecek olanlar geldikleriyle kalacaklar… Geldikleri gibi de gidecekler…

Çekeceklerimizi, tanığı olduklarımızı unutmayacağız aslında. Ama unutmuş görüneceğiz. Hiçbir şey olmamış gibi sürdüreceğiz yaşamlarımızı bıraktığımız yerden. Bahçelerimize su vereceğiz. Kırıp döktüklerini onarmaya, yeniden yapmaya başlayacağız. Yaralarımızı sarıp birbirimizi teselli edeceğiz. Alıştığımız gibi yaşayacağız. Düğünler yapacağız. Kızlarımızı, oğullarımızı evlendireceğiz. Halaylar çekeceğiz. Türkülerimizi bağıra bağıra söyleyeceğiz. Doğacak bebeklere sevineceğiz. Acılarımız bitecek ve yaralarımız kabuklanacak. Yaşlılarımızı gönül rahatlığı ile gömüyormuşuz gibi gömeceğiz genç ölülerimizi. Gözyaşı dökmeden, ağlamadan, of çekmeden, sevdalarını, inançlarını, kavgalarını yaşatarak yüreklerimizde… Bilinen bütün güzellikleri, acıları ve sevinçleri kendimizden soyutlamayacağız. Çünkü, her şeye karşın insanız ve yaşıyoruz. Her şey yaşayan için. Kısacası insana dair ne varsa tümünü yeniden sürdüreceğiz. Kemiklerimize dek bizi ısıtan, aydınlatan Güneş aşkına! Yaşama sevincimiz, direncimiz aşkına! Güzelliklere ve güzel günlere olan inancımız sarsılmayacak, adımlarımız bu yoldan dönmeyecek, asla!

 “Geliyorlar..! Geliyorlar…!”

Patlama be yüreğim, patlama hemen! İçinde kızgın demir saplı bıçağın olduğunu biliyorum. Böyle bir sözel bıçağın acısının gerçek bıçaklardan daha ağır olduğunu da… Unutmadım. Neden durmadan anımsatıyorsun bana? Seninle ilgilenmemi isteme, n’ olur. Amacın nedir? Bir de sen beni dinle! Tamam, birbirimize gereksinmemiz var. Birbirimizden ayrı olamayız. Ama yapma be gözünü sevdiğim yüreğim. Beni rüsva etme. Acılandırma içimi. Duygusallığın ne yeri ne de zamanı şimdi. Gördüklerimi gören, bildiklerimi bilensin. Duyduklarımı duyansın. Çektiklerinin lâfı mı olur bunların yanında. Sorarım sana. Çabanın ikimiz için olduğunun farkındayım. Duyarsız, isteksiz ve de düşüncesiz değilim ki. Gelecek olanlardan kurtulmak için gayret gösterenlere katılmamız gerektiğini senin kadar bildiğimi biliyorsun. Ama şunu bil ki benden beklediğini yapmayacağım! Artık görüntüyü kurtarmak için oynamak, başkası olmak içselleştirmediğimi içselleştirmişim gibi göstermek bana göre değil. Bunu anladım şimdi. Kendim olmaya karar verdim. Nerden incelecekse oradan kopsun, ötesi yok. Bak duvara dayandım. Buradan sonra yol yok, gidemiyorum. Böyle bir şey işte düşündüğüm ve sevdalandığım. Evet, sevdalandığım.

Yüzümü çamurlamayacağım. Hamile olmayacağım. Rol kesmeyeceğim. Veya rol kesen bir hastanın başında kendimden geçmeyeceğim. Yanaklarımı yırtmayacağım. Saçlarımı yolmayacağım. Kısacası kanıksadığımız görüntüyü kurtarmanın tüm çarelerine başvurmayacağım. Yani kendimi kandırmayacağım. Betsiz ve bereketsiz bozkır toprakları ulu bir C gibi çiğneyerek, mezarlık höyüğe sırtını yaslayan kırk haneli köye gelecek olanlardan kurtulmak, şimdiye dek yaptığımız oyunlarla olmasın, ne çıkar.

Görüyorum, yaklaşıyorlar.

Köye yaklaştıkça da C’nin çemberi daralıyor. Ulu C giderek bir U’ya dönüşüyor. Köy neredeyse U’nun içinde kalmak üzere. Ama yeter be, yeter! Beni zorlama, istemiyorum önerilerini. Yüreğim istemiyorum! Direneceğim. Olmaz mı? Benimle birlikte değil misin? İçimden çıkıp gider misin? Kararlıyım acılı yüreğim. Kararlıyım! Olmuyor, şimdiye dek yaptıklarımızı yapmak içimden gelmiyor. Kendimden, kişiliğimden taviz vermek acılandırıyor ve kahrediyor beni. Onların bizden çok iyi bildiği çareler işe yaramıyor. Görüntüyü kurtarma çarelerini elinin tersiyle itmek, bir başlangıçtır diye düşünüyorum. İnsanın kendisi olabileceğinin ilk adımıdır. Güzelliklere sahip çıkmanın, onları korumanın gerçek ve doğru yoludur. Bu adımı atmalıyım artık! Atmalıyız da. Söyleyeyim bir daha, çok kararlıyım!

Mezarlık höyüğün tepesinden aşağıya, sağa ve sola dik inen uçurum oldukça tehlikeli.

Mezarlık höyüğün dik uçurum ile karşısındaki yalçın, geçit vermez bir uçtan öteki uca gökyüzüne düz duvar gibi uzanan sıradağ arasındaki nehir de hırçındır, deli akar. İçine düşen bir kaya da olsa paramparça olur. Geçilmez bilirim. Bana bunu anımsatmak istediğinden de hoşnudum. Kızgın demir saplı bıçaklı yüreğim korkma. Ellerim çırılçıplak, ama bak yanmıyorlar.

Şimdi iyi bak, nasıl çıkarıyorum kızgın demir saplı bıçağı senden. Gördün mü? Daha ne istiyorsun? Rahat ol. Kendini bana bırak. Güven bana. Kararlı ol. Sabret. Gör neler başaracağız birlikte. Söyle, benimle misin? Yanıtla sorumu, sessizce de olsa, duyarım seni. İşte, senden beklediğim bu!

Ulu U köyü sardı. Ne duruyoruz. Çevremizde biraz sonra kimse kalmayacak. Sanki burası büyük bir sahne. İnsanlarımız da oyuncularmış gibi beklenen, istenen oyunu sergilemek için yeni –aslında çok eski– kostümlerini değiştirmeye gitmişler… Yeni bir perdenin başındayız. Peki biz neden asıl rolümüzü oynamayalım? Sözünü ettiğim, önceden tasarlanmış ve hazırlanmış rol değil, aksine gerçek insan olmak rolünden söz ediyorum. Bunun için koşalım, her zamankinden daha hızlı ve daha çabuk. Hiçbir şeyi şaşırmadan ama…

“Geliyorlar..! Geliyorlar..!”

Mezarlık höyüğe koştum.

Kendimden hiç de beklemediğim bir hızla… Geldiler ve köye girdiler sonunda. Bahçelerin oluşturduğu alanları ezerek… Adımları birer panzer… Yerle bir ediyorlar bastıkları her yeri. Ulu U bir canavar âdeta. Ve bana bir çeşit balıkçıları anımsatıyor: Anımsadığım balıkçılar, denizin üstünde yan yana uçarak kocaman bir U oluştururlar. Bu U bir ağ görünümündeki gölgeleridir. Bir ağ görünümündeki gölgeleri denize düşer. Bunu gören balıklar da aldanır ve can havlıyla sahile vurur. Yüzlercesi balıkçıların oyununa gelir, yem olur.

Ulu U, bir boa yılanı gibi köyü sindirmeye çalışırken, U’nun bir ucu köyün sağından öteki ucu da solundan sararak, mezarlık höyüğü de içine alarak köpük köpük akan, kayaları, parçalayan geçilmez nehre varıyor bile. Kaçış olamayacak bu defa. Ama yine de hızlıyım. Mezarlık höyüğe girdim nihayet. Oraya buraya koşuyorum durmadan. Arıyorum. Höyük meyilli. Sıra sıra mezarlar önümde. Mezarlar dikdörtgensi. Parlak siyah mermerden…  Antik mezarların kapaklarına benzeyen kapakları var hepsinin de. Önümdeki mezarların kapaklarını sırayla kaldırıyorum. Yok!!! Kapakların altında gördüklerim içimi yakıyor. İçimi parçalıyor. Kahroluyorum. Ağır kapakları nasıl kaldırdığımı düşünmüyorum bile. Aslında bir insanın değil birkaç insanın yerinden kımıldatması bile olanaksız. Sonunda aradığım mezarı buluyorum. Kapağını kaldırıyorum kolayca. Gözlerim iri iri açılıyor. Geç kaldığımı düşünüyorum. Panikliyorum ve ağlıyorum. Yine de ellerimi kürek gibi kullanıyorum. Mezarın toprağını çıkarıyorum avuçlayarak. Mezarın toprağını boşaltıyorum. Yarı belime dek uzanıyorum çukura. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacak gibi oluyorum. Günışığına benzeyen loş bir ışık ama, çukuru aydınlatıyor ışıl ışıl. Gözlerime inanamıyorum! İçim rahatlıyor. Bir serinlik kuşatıyor beni. Çukurun tabanına takılıyor gözlerim. Cam gibi saydam çukurun tabanı… Ayak değmemiş, altın sarısı ve yumuşacık toprağı…

“Oh be, burada değil!“ diyorum içimden.

Sevincim çok sürmüyor, kaşla göz arası bir şey…

Yıkılıyorum.

Nerede?

Yoksa?

Ayak değmemiş altın sarısı yumuşacık toprağa parmakla yazıldığı izlenimi uyandıran bir notu son anda fark ediyorum:

– Meraklanma, ben gittim!

İçim içime sığmıyor. Mutluyum, sevinçliyim… Anlatılacak gibi değil duygularım. Hemen doğruluyorum. Toprağı çukura doldurmak gelmiyor aklıma, o anda. Mezarın kapağını yerine koymak da… Görüyorum, avuç avuç çıkardığım paraymış meğer! Bir anlam veremiyorum Birden gitmek ve uzaklaşmak gerektiğini anımsıyorum. Koşuyorum oraya buraya. Heyecanlanıyorum. Panikliyorum. Korkuyorum… Köyü, nehre dek kuşatanların oluşturduğu ateşten U tenimi yalıyor usul usul. Önümdeki mezarlık höyükten sıradağa dek genişleyen, deli akan nehre inen dik uçurum. Köpük köpük kudurmuş gibi akan nehir… Kuş olup aşamayacağım bunları.

Peki, o başarmış mıdır bunu. Yoksa o !

Aşamamıştır ya, peki şimdi nerede?

Nerede o Militan Ressam?!

Nereye?

Ne ile?

Nasıl?

Bu sorular, aklımı aç bir kurt gibi kemiriyor, büyüyüp beni sarmalıyor. Bir tüymüşüm gibi beni göğe kaldırıyor, aniden çıkan bir rüzgâr da önüne katıp bir yerlere götürüyor.

Kayadan kayaya ,oradan oraya ceylan gibi atlıyorum. Hep onu arıyorum. Yok!!

Müthiş bir sessizlik inmiş köyün üstüne. Sarı sıcak yağıyor alev alev. Hava boğuk mu boğuk. Ölüm sessizliği ve sıcaklığı büyüyor. Yok yok işte! Yer yarılmış da içine gizlenmiş sanki. Birine çarpacakmışım veya aniden bir çalının, kayanın arkasından önüme çıkacakmış gibi geliyor bana. Duyumsadığımı yaşıyorum o an. Gerçekten de birine çarpacak gibi oluyorum. Birini görüyorum! Ona bakıyorum hemen. Benim gibi birisi. Bir mezarın başında duruyor yontu gibi. Mezarı açmış. Toprağını avuçlayarak çıkarmış. Hiçbir şey umurunda değil. Ona sokuluyorum. Aldırıyor bana. Gözlerini ayırmadan baktığı mezara bakıyorum. Burada da aynı tümce:

– Meraklanma, ben gittim!                           

Şaşkınlığım daha da artıyor.

Sessizlik hükmünü sürdürüyor daha.

Koşuyorum…

Ey yüreğim, onu bulamıyorum, ama yine de mutluyum, sevinçliyim. Yalnız değilmişim meğer. Benim gibi olanlar var. Sahneleştirilen bu yerde, dayatılan görüntüyü kurtarmak maskelerini takmayan, kostümlerini giymeyen, bunlara gereksinim duymayanları görüyor musun?! Her mezarın başında biri var, benim gibi! Çoğunlukta olmasak da… Onlar da benim gibi mezarlardan uzaklaşıyor. Onları arıyor. Onları bulmak istiyor. Onları yalnız bırakmak istemiyorlar. Sanki birbirinden kopuklar gibi, sence de öyle değil mi? Yoksa ben mi yanılıyorum?! Umarım öyledir, yani yanılıyorumdur. Yalnız kararlı ve dingin hepsi de. Artık yalnız olmadığımızı biliyorsun. Ey yüreğim daha ne istiyorsun? İçinden çekip çıkarmadım mı çıplak ellerimle kızgın demir saplı bıçağı?! Mutlu etmedim mi seni? Daha ne bekliyorsun benden? Seni taşımaktan gurur duyuyorum. Bana daha fazla işkence etme. Anladığım dilden konuş benimle. Ya sus sonuna dek, ya da bekle gör yapmak istediklerimi. Anladın mı!

Evet… evet, anladın sonunda beni! Bağışla, duyarlı, içten ve sevecen yüreğim. İz bıraktığımı anlatmaya çalışıyorsun. Mezara dönmemi istiyorsun. Çıkardığım şeyleri yerine koymamı, üstünü de kapakla örtmemi… Artan rüzgâra kulak ver, onları çoktan savurmuştur etrafa… Sonra ötekiler de iz bırakmış olamaz mı benim gibi?! Meraklanma… Bırak bunları, şunlara bak. Uçuruma koşuyorlar. Gitmeliyiz artık. Onlarla koşalım uçuruma!

Var gücümle koşuyorum. Benden önce uçuruma gelenleri görüyorum. Yan yana sıralanmış, kımıldamadan bakıyorlar. Şaşırıyorum. Korkuyorum. Dizlerimin bağı çözülüyor. Boğazım yanıyor. Düşecek gibi oluyorum bir ara. Boğulacak gibi de… Son bir çabayla öne geçiyorum. Uçurumdan bakıyorum nehre. Önce bir şey göremiyorum. Onların nereye baktıklarını anladıktan sonra tekrar bakıyorum, yine bir şey göremiyorum.

Nereye… Niçin bakıyorlar acaba diyorum içimden.

Yanımdakilere göz ucuyla çaktırmadan bakıyorum. Rüzgâr saçlarını dalgalandırıyor, bayraklar gibi. Gözlerine bakıyorum uçurumun başındakilerin. Gözlerinde görüyorum tam da karşıya baktıklarını. Gözlerimi çeviriyorum oraya. Durduğum noktadan karşımdaki sıradağa kemerlerle kurulan incecik “sırat köprüsü”nü görüyorum. Cehennem olan nehre düşmeden kendi cennetleri olan dağlara ulaşmışlar demek ki diyorum usulca. Gelenler yaklaşıyorlar bize, aldırmıyoruz hiç.

Nasıl sevinmezsin ey yüreğim!

Nereye?

Ne ile?

Nasıl?

Bu sorular, aklımı, içimi ve hatta seni aç bir kurt gibi kemirmeyecek artık.

Sessiz sevincimizi ve mutluluğumu “şakırt” sesleri bölüyor. Aynı refleksle bu sese dönüyoruz. Ulu U’nun ateşten bıçaklarını görüyoruz süngüleşmiş olarak göğüslerimizde.

Burun burunayız.

Gözlerimiz çakmak çakmak…

Ok yaydan çıktı bir kere, okun yay’a dönüşü olası mı, bilmiyorum… Ama biliyorum, bir kez daha kurtuldu Militan Ressam…

edebiyathaber.net (6 Şubat 2025)

Yorum yapın