Yorgan altımda, üstüm açık, tok bir ses, her yer sisli. “Haftaya yalnız gel. İstasyon caddesi, gelincik çıkmazı, sefa…” konuşarak uyandım, yine…
Oda arkadaşım da bıktı; “Gecenin bir vakti ışığı açıp kalem arıyorsun, yazıp yazıp yırtıyorsun, sabah yerdeki kâğıtlara bakıp, Gülten sen Avukat olana kadar memleketteki kağıtfabrikalarını kalkındıracaksın. Gel de anlat sana: akşam kalktın, lambayı yaktın, makineli gibi yazıp acımadan yırtıp attın…”
İnanmıyorum, tabii başlarda sonra yavaş yavaş kanıksıyorum. Kâğıtları açıp bakıyorum, onlar benim a larım, benim d lerim, beni p lerim. Susuyorum, mahçupça.
Tabii kız Avukat olacak ya, dil şimdiden dışarıda, annesine benzemiş muhtemelen, iri siyah gözleri, dokuz numara eller, minicik ağız, beş benli gerdan. Babası hiç gelmiyor, Mümtaz-mış adı.
Hiç sevmem Mümtaz ismini, çok konuşur, boyu kısadır, güvenilmez, para için çırpınır. İlk adını duyduğumda ismini yargılamıştım. Hep adları yargılarım, insanlar ya da diğerleri bir yere gidince kaşa göze bakar, ben ilk önce isme! Hecelerim, sessizce, sonra sesli, sonra daha sesli, gözlerimle tararım her harfini, ilmek ilmek ve o an dudaklarım kurur, karşımdakinden su isterim, nerede olduğumuzun hiç önemi olmaz. O suya gider, ben ona veririm tüm dikkatimi. Dedim ya yargılarım.
Mahkemem başlar. Tek tek harflerini alır, kürsüye çıkartır, daha önce çıkanlardan da ilham alır, akıl alır, duyu alır bir güzel silkelerim. İşim biter bitmez ya suyum gelir, ya da suyu birazdan alalım cevabı. O an bana yeter de artar bile…
Yurda ilk geldiğimde, geliştirdim yargı koleksiyonumu. Herkesin bir yeteneği olmalı derdi öğretmenimiz. Kim bilir belki de benimki buydu! İlla bir tane güzel yaptığım bir şey olmalıydı. Bunu da anneliğim derdi, saçlarımı tararken önüne oturtup, hem türküsünü okutur, hem borusunu öttürür. Hiç kimseye benzemedim, hala-teyze- dayı-amca-akran! O yüzden her gün, her ezanda kalkar aynaya bakardım. Ellerim, anneme benzemez, yengeme de, babama ise hiç. Boyum desen neredeyse yerde, saçlarım kızıl, kıvırcık, kaşlarımda doğuştan üç tane beyaz, bir ayaklarım bir tek onlar, okuldaki Mustafa’ya benzerdi. Aynı numara kırk…
Ayna ahretliğim olmuştu, hoca ezana başlar, benim ayaklar aynaya koşar. Gözlerim yapışır kendime, ellerime, göğüslerime, bacaklarıma, koltuk altıma, bacak arama hiç bakmam, kimseninkine bakmadığımdan. Gülüşüme yapışır aklım bir süre, onunla yatar onunla kalkarım, evimize tüm gelenleri düşünürüm, pazardaki amcaları, teyzeleri, okuldaki hademeye kadar ne sesim, ne sesimin çıktığı tiz perde, ne gülerken evrene saldığım ses benzemez…
Babaannemin tuhaflığına benzetmeye özendirdim burun çekişimi, onu da beceremedim, onu severdim, sağlığında anlamamıştım. Ne zaman öldü, kırkı çıktı lafları dolanmaya başladı konu komşunun ağzında, rahmetli Kebire, kibirliydi ama yumuşak karnını bulur da ruhuna sızarsan sana bir fasulye falı açar ki, aklın hayalin durur. Nerden bulur, ne söyler o fasulyeler de konuşur insanın aklı şaşırıp kalır. İşte bunu duyduğum mübarek Cumartesi günü, hayatım değişti. Sonra dimağıma ufalandı her şey, kucağında oturduğum bir gün, kar yağıyordu, annem sobayı yakmış, üzerine kuru fasulye tencerisini oturtmuş, bize de çay vermişti. Camın önündeydik.
Yeni gelin gibi, kasıla kasıla düşüyordu taneler yere
Beni bir anda kucağından bıraktığı gibi, sobanın yanına gitti elini tencereye daldırdı, bir tutam sıcak fasulyeyi avuçladı.
Avukat, uyandı. Bugün anne günü, ziyaretçimiz var. Yine pembe pardösüsüyle odaya süzüldü. Rujunu bu hafta dikkatli sürmüş, etrafa henüz taşmamış. Ellerinde siyah oje, kızından süslü valla, benden zaten süslü de… Yatakta oturmuş, kulağımda kulaklık, önümde işletme kitabı, sayfası rastgele açılmış, bakıyorum onlara. V yaka ince bir bluz giymiş, göğüsleri karanfil gibi. Kızından daha tok, şefkatli sesi, özenli oturuyor karşımda, bugün Mümtaz’ın adı hiç geçmiyor. Bir ara soracak oluyorum, dolambaçlı kocan nerede? Hülya, adı bu toplu iğne omuzlu annesinin, çok küçük omuzları kelebekler için yaratılmış sanki…
Çantasına bakıyorum, yine portakallı kurabiye getirdi mi? Ya da soğuk kızarmış karışık kızartmalı köfte… Yurda ilk geldiğim gün tanıştık kapıda, Ayşen ile. Tabii hemen yargı başladı. Çok şanslı olmadığını, anne babasının kısa zamanda ayrılacağı, bir abisinin olma ihtimalinin yüksek ve adının iki heceli olduğunu, onun da tek kızının olacağını, babası çok konuşkan ama bir anlamda güvenilmez kendisinin aksine, çok arkadaş canlısı, cömert ve fazla titiz olduğunu ilk mahkemede kararlaştırdım! Kapının önündeydik, o kadar kısa sürdü yani, odaya geldik bana istediğin yatağı seç vs dedikten sonra içim rahatladı. İsmindeki her harfle bir süreliğine vedalaştım.
Annesi, iki ay sonra geldi ziyaret. Kısa bir analiz ettim köfteyi, çorbaları güzel yaptığından, başından daha önce bir nişan geçtiğinden, kuaför olmayı çok istediğinden, babasına göre daha çapkın olduğundan, oğluna değil kızına daha düşkün olduğunu dedim, karşımda ürktü. “Sen nerden bilebilirsin bunca şeyi, yoksa senin baban komiser mi? “
Öyle güldüm öyle güldüm ki, hayatımda hiç bu kadar gülmemiştim. Göbek deliğimin yerinden çıkıp kaçtığını, deliksiz kaldığımı düşündüm, hemen aynaya koştum. Tişörtümü sıyırdım, hem gülüyor hem de sirke gibi bana bakıyordu, camdan vuran güneş tenimi cilaladı ve işte o an gördü fasulyeyi, benimle birlikte aynı anda gördük. Uzun zamandır yoktu, sol göğsümün hemen altında mideme doğru uzanmış, sanki tutsan çıkarılabilecek gibi, içi dolu altın gibi parlak… Hala gülüyorduk ki temizlik için çalan zil sesi ile kendimize geldik. Görmüştüm, onda bir şey yoktu, ne fasulye ne nohut ne de bezelye…
Sınavlar falan derken, çok az görmeye başladık birbirimizi, ara tatilde annemlere gitmeyecektim. Öyle mektup yazmıştım, evlenecek olan kuzenimin düğününe gitmek istemiyordum, kırk numara ayak, kimsede olmayan enginar gibi tırnaklar, zaten ne giysem garip kaçacaktı.
Bu akşam ikimizde erkenden geldik odaya, hava bahar, yurt sakin. Ayşen’in birkaç gündür morali yok, annesi de bir ay oldu gelmedi. Alışınca zor geliyor bedene, yüreğe, sevgiye. O yüzden kendimi bildim bileli hiç sarılmadım kimseye, kimsenin teninin benimkine değip de karışmasını, bocalamasını, kirlenmesini istemedim. Evdekilerde alıştı, sonradan hiç sevmez oldular beni, annem yanağımı okşamaz, saçımız taramaz, babam elini öptürmez oldu. Mustafalara giderdim bazen defterimi almaya, babasının eve geleceği saatler nasıl kucaklaştıklarını sırf görmek için, bahçe kapısı açılır açılmaz babasının bir seslenişi vardı, Mus-taa-faaaaa sanki trene bindi gidiyor da o da arkasından feryat ediyor. Giderdi Mustafalar, gider başarır, istediğini alır ve mutlu olur. İlk onunla başladı benim yargılama işleri, her adını duyunca adıyla eğrildim, büküldüm, sarındım, sarmalandım, isminin bütün hücrelerini yuttum, ne demek, ne hissetmek, ne yaşadı, ne yaşayacak, etrafına neler yaşatacak. Asker olacaktı o gün karar vermiştim, benim benzediğim tek kişi mutlaka adam olacaktı.
Ayşen, yatağımın kenarına oturdu, bir şey isteyeceği zaman öyle yapar, bilirim. Hiç bakmıyorum yüzüne, yarın doğum günümmüş… “ Bana soran olmuş mu? Dünyaya gelmek istiyor musun? Annen kim olsun, terzinin kızı mı olmak istersin? Ya da kız mı oğlan mı? Soran eden yok, fırlatmışlar dünyaya, kimseye benzememesi de cabası! “ Sesimi düşüncelerimden koparıp, aşure kıvamında tatlıca yanıtladım. Öyle yazmış katip ama gerçekten ne zaman doğacağım inan bilmiyorum, yolda olabilirim. Gülüyoruz, katıla katıla. Fasulyemi düşünüyorum, o da gülüyor mu içeride acaba?
Sabah uyandığımda Ayşen çoktan gitmişti. Yatağının üzerine bir not bırakmış, “sınavdan sonra okulun hemen aşağısındaki caddede buluşalım, sokağın hemen başında bir gelincik heykeli var. Arkasındaki kafede bekliyor olacağım. Geç kalırsam oturup beni bekle, bir şeyler iç, sen bilirsin ne yapacağını:)) “
Dediği caddeye kadar yürüdüm. Nasılsa vaktim boldu, ıhlamur kokuyordu sokaklar, insanlar dünün aksine pek huzurlu görünüyordu, gelincik heykelini buldum. Tek katlı, pencereleri çok güzel olan bir kafeydi dediği yer, insanı içeriye adım attığın andan itibaren uyuşturan, zihnindeki her şeyi durduran, hatta geçmişi naftalinleyen. İçeriye süzüldüm, loca şeklinde bölümler vardı, haftanın her gününe bir yer ayırmışlar. Elimde tandık bir sıcaklık hissettim beni Çarşamba odasına aldı, duvarda tebeşirle yazılmış, envai çeşit isimler, fıstık yeşili duvarda her yer adlarla kaplıydı. Masanın üzerindeki mermerde, Sefa köşesi yazıyordu, neredeydim. Etrafta sesler vardı ama kimseyi görmüyordum.
Babaannemin ardından amma konuşmuşlar, bana da olanca soru sormuşlardı. Bana el vermiş miydi? Bende de öyle yetenekler varmış mı? Sorular sıralınıyordu ama peşinden yüzüme bakıp, “ hadi canım şuna baksana boş ver “ der, bir müddet sonra susarlardı.
Limonata ısmarladım kendime, evimiz gibiydi tadı. Ayşen’in sesi geldi, Sanki bıçak saplanıyordu içime, elimle karnımı oymak limonatayı boşaltmak istiyordum, yutacaktı, boğacaktı beni. Sesler yanımdaydı, yüzbaşı formasıyla biri duruyordu ardında “ Gülten, bak seni abimle tanıştırayım, adı Erol, tam dediğin gibi bugün bir kızı oldu. “
Limonata fasulyeyi geçti, babam kapıda anneme sesleniyordu, bavula annemin resmini de koydun değil mi? Kız oralarda yapayalnız kalmasın. Doğmuştum, bugündü yirmi üçüncü doğum günüm.
Babaannemin beni telaşla bıraktığı o Cumartesi günü, bir türlü akşam olmak bilmemişti. Hava kara rağmen hep aydınlıktı, babam gelene kadar camda oturmaya devam ettik, sobada hiç sönmedi. Fasulyeleri alıp karşısına oturttu beni, önümdeki battaniyenin üzerine attı. “Bu giller bu giller, bu diller bu diller, karnı yarık görünümlü fasulyeler, canlar, mallar, adlar, şanlar, kırmız atlar, siyah kanatlar, bu zamanda yaşayıp o zaman gidecek adlar, tek olun, bir olun, torunumun önünü açın, sudan korkmasın, taşa batmasın, kulağından atmasın, nerde bir insan duysa adını unutmasın, aklı hep çalışsın. “
Sonra fasulyeleri saydı, yirmi dört, bana baktı “Kimselerde olmazsın, yere konsan durmazsın, bu güzellikte kalmazsın, adınla anıl, adlarla sarıl “ dedi, bir fasulyeyi alıp, sol mememin altına koydu, elindeki suyu yüzüme vurdu… Hava karardı, babam geldi, soba söndü, yemek pişti. Babaannem bir daha hiç konuşmadı, benimle uyudu, benimle uyandı.
edebiyathaber.net (29 Mayıs 2022)