Mutfağın salona açılan servis
tezgâhının önündeki masaya oturmuş, bir sigara yakmıştım, ekmek sepetlerinin
içindeki kırıntıları boşaltıp yeni peçeteleri yerleştirirken, tezgahın üzerine
abanmış kahvesini içen Şifo ile sohbet ediyorduk. Evvelsi gün işe gelmek için
evden çıkmasının ardından kapıya polislerin geldiğini anlatıyordu. On beş
yıldır burada yaşamalarına rağmen karısı da kendisi gibi “good morning” ve “good
nite” haricinde İngilizce bilmez. Karısı adamların ne dediğini anlamamış, onlar
da bir kağıt bırakıp gitmişler. “Ee?” dedim, “sizin polisle ne
işiniz olabilir, ne yazıyormuş kağıtta?” “Oğlanın işten dönmesini
bekledik. Küçüğü okuldan çektik ya, onun içinmiş. Okula gelmezse cezai işlem
yapacakları yazıyormuş.” “Ya Şifo sen bu ülkeye çocukların işçi olsun
diye mi geldin? Bedava okul, bırak okusun.” dedim. “Sen okudun da ne
oldu, bak aynı yerdeyiz.” diyerek susturdu beni. Önümdeki işe döndüm.
Matineye yetişecek olanların istilası son bulmuştu; masaları temizlemiş, yeni
takımları dizmiş, rezerve yazılarını koymuştum. Akşamki muharebeye hazırdık.
“Hah seninki geldi yine.” diye seslendi restoran müdürü. Mutfak
girişinin ilerisinde bulunan yarım ay şeklindeki barda içkileri kontrol
ediyordu. Restoranın arka tarafındaki ışıklar henüz yanmamıştı. Yarı aydınlıkta
başımı kaldırdığımda, ameliyathane floresanı gibi camda patlayan gün ışığı
gözümü kamaştırdı. Peş peşe geçen kırmızı otobüslerin yumuşatıp kırdığı
aydınlıkta Edna, çıngırdayarak açılan kapının önünde dikiliyordu. Bu adı ona
ben verdim. Son bir aydır her cumartesi öğleden sonrası gelmesine rağmen, yemek
siparişi haricinde sohbetimiz yok. İnce yapılı, orta boylu, mizanplilerinin
ensesinde son bulduğu, gümüşî saçlarının çevrelediği kemikli yüzündeki renkli
boyalara tezat soğuk bakışları ve sopa yutmuş gibi duran kuru iskeleti ile
tipik bir Edna.
Cam kenarındakiler ile dışarıdan bakıldığında görünen masaların üzerine rezerve
kartlarını koydurur müdür. Öyle her karnı acıkanın harcı değildir o masalara
oturmak. Cuma akşam üzerleri ve cumartesi tüm gün katı bir kast sistemi
uygulanır. Tek gelenler ve müdürün radyoaktif bakışlarının “hamburgerciler”
olarak sınıflandırdığı gruplar, çok çaresiz kalmamışsak, rezerve masalara
yaklaşamazlar. Oyun sonrası ya da öncesinde müşteri kapmak için cam kenarına
çıplak ampul gibi dizdiğimiz, zengin sofra kurduran neşeli turistler
hiyerarşinin tepe noktasında durur. Restoranın arka tarafında vagon gibi
sıralanmış, tepeden bakıldığında farelerin kapatıldığı labirent şeklindeki
kutuların kesitine benzeyen bölümde, karşılıklı bakan yüksek arkalıklı
koltukların çevrelediği masalar geri kalanlar içindir. Edna’nın rezerve masalar
arasındaki kararsızlığına son vermek için yerimden kalktım. Hazırladığım
sepetlerden birini aldım, içine jelatinli o korkunç ekmeklerden iki tane
koydum, ıslak bezle lekelerini temizlediğim menünün nemini pantolonuma sildim.
Yemek listesi değil de Magna Carta yazılıymış gibi gösterişli, suni deri kaplı
mukavvayı kolumun altına sıkıştırdım. Suareye daha saatler vardı. Müdürün kaş
göz işaretine aldırmadan, O’nu sabitlenmiş koltukların sıralandığı duvarın
köşesindeki, yola bakan masaya oturtup, ” Hoş geldiniz, bugün
nasılsınız?” diyerek menüyü açıp uzattım. İlk defa geliyormuş gibi
aşinalığı yansıtmayan bir yüzle “Teşekkür ederim canım.” dedi. Aynı
siparişi vermesine rağmen her defasında menüyü uzunca bir süre inceleyeceğini
bildiğimden, yerime geçip kırmızı beyaz ekoseli peçeteleri katlayıp sepetlere
yerleştirmeye devam ettim. Balık isteyecekti ama sorulmadan cevap
verirsem, ne yiyeceğini biliyor olmamı, bir yabancının mahremiyetine tecavüzü
olarak göreceğinden ben suçlu olacaktım.
Sipariş vereceği balık, her zaman alabalık ister, ayıklanmış aragula, su teresi,
soğan kabuğu ve ıspanak sapı yatağında dinleniyordu. Son kalan balık bozulmuştu
ve bugün balık teslimatı olmayacaktı. Müdür, depoyu kontrol etmediği için sabah
Şifo’yu itinalı bir temkinlilikle azarlamıştı, cumartesi akşamı balıksız kalmak
kabul edilmez bir hataydı, şefe bağırmak da öyle. Sinirini atmak için
saatlerdir bardaki bardakları silip parlatıyordu. Oysa bu saatlerde
arkada oturup gazetenin spor sayfasına gömülür, akşam altıdan önce
karşıdaki likör dükkanına bir koşu gidip yatıracağı lotosunu oynardı. Kel
tepeli, top gibi yuvarlak kafasının yanlarından çıkan kıvırcık saçları, uzun
burnu ve yuvalarında fıldır fıldır dönen değirmi gözleriyle Romalı senatörlere;
Skoda bacakları ve kasığına düşen göbeği ile orta boy bir gorile benziyordu.
Adam patronun damadıydı, müşteri tufanına uğramadığımız sürece kılını
kıpırdatmazdı ve her gece bahşiş kutusunda biriken paraya ortak olurdu. Edi,
Felix ve Muzaffer aramızda anlaşıp topladığımız bahşişlerin yarıdan fazlasını
cebimize atıp iş çıkışı paylaşıyorduk. Elindeki beyaz bezi şarap kadehinin
içine sokmuş döndürürken “Siparişi al, hazır” dedi.
Yeşilin her tonundan, yukarıya doğru bir kese gibi büzüşerek, sarımtırak, tepesinde iki küçük topuzu olan bir metale yapıştırılmış yılan derisi çantasını tabağının önüne koymuş; masanın kenarına tutuşturduğu çiçek desenli mineli bir başlığı olan çengele şemsiyesini asmıştı. Kalemim adisyon kağıdının üzerinde bekliyordum. Çıkık elmacık kemikleri bonbon şekerine benziyor; çığlık atan bir pembelik şakaklarına kadar yayılıyordu. İnce dudakları yeni açılmış bıçak kesiği gibi kırmızıydı. Sabırsız bir sesle ” Yes ma’am?” dedim. Siyah çerçeveyle belirginleştirilmiş, yüzünün yarısını kaplayan çivit rengi gözlerini menüden kaldırıp üzerime dikti, sonra başını yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya oynatarak bir kez daha taradığı menüyü kapatıp bana uzattı. İç geçirip nefesimi tuttum. Edna şaşırtmadı; başlangıç olarak mevsim salatası ve bir kadeh Riesling, ana yemek için ızgara alabalık istedi. Balık yok demek üzereydim ki, müdür “var” diye atıldı. Yüzümdeki soru işaretini “Kokmuş eti daha çok sever gâvurlar. Anlamaz bunlar.” diyerek sildi. Üzgünüm Edna. Şifo çöp sepetindeki balığı çıkarıp ızgarayı yakmıştı bile. Salata ile şarabını götürdüm.
Hızlanmış akşam kalabalığını izlemiyordu. İnce kuru parmaklarını belli bir ritimle masaya vuruyordu. Yaşlılık lekeleri ile kaplı mavi damarlı ellerini, bilekleri masanın kenarına dayanmış vaziyette yukarıda tutuyor, kırmızı ojeli tırnaklar canlı, oynak bir tıkırtı çıkarıyordu: Piyano çalıyormuş gibi. O sırada kapı çıngırdayıp açıldı, akşam vardiyası için Edi ve aşçı yamağı Carlos içeri girdiler.
” Öf be bu kokuda neyin nesi?” dedi Carlos yüzünü buruşturarak.
“Londra bağırsaklarını boşaltmış.” dedi Edi. Müdür Edi’ye çenesini kapamasını söyledi Edna’yı göstererek. Sonra yeterince bardak kuruladığına kanaat getirmiş olmalı ki, yaptığı şeyin saçmalığını o an fark etmişçesine bezi bar lavabosunun içine fırlattı, sifondan yarım pintlık bira çekip arka taraftaki yerine geçti. Koca göbeğini masanın altına sıkıştırmadan önce ışıkları açtı. Edi ile Carlos peçeteleri katladığım masaya oturdular. Mesailerinin başlamasına az biraz vakit vardı.
Şifo’nun her dakika ızgaradan çıkarıp üzerine zeytinyağı ve limon gezdirdiği, kokusu salgın hastalık gibi tüm dükkana yayılan, aslında kireç döküp gömmemiz gereken balığı kadının önüne bıraktım. Boş salata kasesini aldım. Başka bir şey ister miydi diye sordum. “Şimdilik hayır” dedi. Edi yanıma gelip, ceketinin cebinden çıkardığı papyonunu yakasını kaldırarak boynuna geçirdi. Kancasını taktım. Alt katına sepetlerin ve ekmeklerin konulduğu, üstünde menülerin yığıldığı dolaba arkamızı verip yaslandık. Böylece hem Edna’yı hem giriş kapısını görebiliyor, hem de müdürün duyum menzilinin dışında kalıyorduk.
“Şu yaşlı kokonada ne para vardır. Gözü toprağa bakan karıdaki boya badanaya bak sen.” dedi Edi. “Bize ne parasından. Tabağın çapıyla ortasında yatan et arasında ters orantı olan bir lokantada yemek yiyen herkeste para vardır.” dedim. Kapı çıngırdadı, dışarıda başladıkları konuşmaya yüksek sesle devam eden dört genç, birinin eli hâlâ kapı kolunu sımsıkı kavramış vaziyette aralıkta durdular. İkimiz de yerimizden kıpırdamadık. İtalyanlardı ve muhtemelen fiyat üzerine tartışıyorlardı, birazdan gideceklerdi.
“Sana bir şey söyleyeyim mi, bence parası yok.”dedim.
“Nerden bu sonuca vardın Sherlock?” dedi Edi dudak bükerek. Kapı peş peşe çıngırdamaya başladı. Önce bir kadın ve bir erkek, sonra üç kadından oluşan bir grup geldi. Edi onları kendi bölgesine oturttu. Arkadan gelen üç erkek ve bir kadından oluşan grubu ben aldım, Edna’nın önündeki masaya oturttum. Siyah smokinleri ve kadının mor kokteyl elbisesi ile dışarıdan bakıldığında eminim tacın incisi gibi görünüyorlardı. Küveri ve menüleri getirdim. Oyuna gideceklerdi, en hızlı neyin hazır olacağını sordular. “Soslu fantezi istemezseniz ızgara antrikot en temizi ve en hızlı pişenidir.” dedim. Erkekler kremalı mantar çorba, kadın avokadolu karides salatası istedi başlangıç olarak. Şarapları sordular. Chianti, Valpolicella ve Beaujolais var dedim. Beaujolais’ye burun kıvırdılar. Chianti istediler. İtalyan filmlerinin yemek kültürü üzerinde haksız rekabet yarattığı kesin. Truffaut Fellini’ye karşı. Fikrimi kendime sakladım. Sipariş kağıdını doldurdum. Göz ucuyla Edna’ya baktım. Balığın çoğu duruyordu, çatal bıçağı tabağın içine bırakmıştı. Mutfağa gidip sipariş kağıdını tezgâha koydum. Bardan şarap şişesini ve tirbuşonu aldım. Masaya gidip kırmızı şarap kadehlerini çevirdim. Şişeyi gösterdim. Edna sedefi soyulmuş pembe top küpelerini çıkarmış, çantasına koyuyordu. Kısa siyah ceketinin uçlarından tutarak aşağı doğru çekip kalıbını düzeltti, kenarları eprimiş yakasına taktığı, sapları gümüş, tomurları inciden broşunu okşadı. Şarabı kadehlere boşalttım. Şişeyi masaya bıraktım. Edi de siparişleri mutfağa iletmişti. Ekmek dolabına yaslanıp sokağı izlemeye başladık. Az sonra akşamcılar sökün edeceklerdi.
“Oyuncu ya da müzisyendi mutlaka. Onlarda da para olmaz.” dedim. Edi kaşlarını kaldırıp gözlerini bir anlığına açtıktan sonra omuz silkti: “Kadın sinirime dokunuyor yine de.” dedi. “Çünkü sen kadına bakınca İngiliz Parlamentosu’nu görüyorsun. Savaşı destekleyen, olanları görmezden gelen bu kadın değil.”
“Bence imparatorluğun vücut bulmuş hali bu kadın. Hem parası yoksa her hafta sonu burada nasıl yemek yiyebiliyor?” dedi Edi kollarını göğsünde kavuşturarak.
“Boş ver şimdi Edna’yı. Kıza ev bulabildin mi?”
“Victoria şubesinde çalışan Jack’i tanıyor musun? İstanbul’dan staja gelen iki kadın doktorun evinde, onlar dönene kadar kalabileceğini söyledi.” dedi Edi.
“Evet tanıyorum, bizim Cengiz bu” dedim. “Kızları da biliyorum. Duvarın yıkılışını onların evde birlikte izlemiştik.” Edi’nin yüzü aydınlandı. “Bir şey isteyecek, elini kaldırdı. Şu tavra bak hele. El değil Kraliçe Elizabeth’in asası mübarek.” dedi. Edna kendisine baktığımı görünce iki elini kitap sayfası gibi açıp kapadı. Menüyü alıp yanına gittim. Boşalmış kadehini aldım, çatal bıçağı içine bıraktığı yarım kalmış balığın na’şını kaldırdım. Geri gelip, “Ma’am” dedim, ne isteyeceğini biliyordum, “sorbemiz yok ama size kahvenin yanında sıcak elmalı tartımızı önerebilirim.” Tereddüt etti. “Bizim ikramımız. “dedim. İlk defa gülümsediğini gördüm, biraz mahcuptu. Bara gidip elmalı tartı kestim, mikrodalga fırında ısıttım. Yanına bir top vanilyalı dondurma koydum. Filtre kahveyi fincana döktüm. Southern Comfort şişesinden likör bardağını doldurdum. Bar tezgahında duran vazodan iki dal karanfil kopartıp bir başka likör bardağına yerleştirdim. Hepsini tepsiye dizip götürdüm. Adisyon kağıdına bir fincan kahve yazıp şekerliğin altına sıkıştırdım. “Oh dear, oh dear” diyen Edna’nın yanından uzaklaşıp servis tezgâhına kollarımı dayadım, Şifo’nun başlangıçları hazırlamasını izlemeye başladım. Birden kapı zili çayıra bir angus sürüsü salınmış gibi durmaksızın çıngırdamaya başladı. Havanın kararmasıyla tiyatroların neonları caddeyi ışık cümbüşüne boğmuştu. Yolun karşısında oynayan müzikalin tabelasına sıralanmış, Moe adındaki beş adamın bedenlerinin etrafındaki ampuller ve ellerindeki enstrüman şeklindeki metal çubuklara tutturulmuş renkli ışıklar kâh kayarak kâh yanıp sönerek, karnavalesk bir yansımayla restoranın yekpare camdan ön cephesine düşüyordu. Edi ile birlikte koşturup içeri giren grupları sırayla masalara oturttuk. Arka taraftaki birkaç mini vagon hariç restoran dolmuştu. Menüleri ve küverleri dağıttık. Siparişleri dağıtıyor, kirlileri topluyor, boşalan masaları temizleyip servis açıyordum. Bir ara Edna’nın olmadığını fark ettim. Son baktığımda çantasından rujunu ve aynasını çıkardığını görmüştüm. Masasına gittim. Adisyonda yazan kahvenin parasıyla bir pound bahşiş bırakmış, karanfilleri almıştı. Bir poundu kutuya attım. Adisyonu şişe geçirip paranın olduğu tabağı kasanın yanına bıraktım.
Haydi Edna elin uğurlu gelsin.
edebiyathaber.net (16 Mayıs 2021)