Pembe Panter’i astıkları, eşek arılarını infaz ettikleri yazdı. Her şey bir anda olup bitmedi. Telaşsız, nemli, uzun öğle sonralarımız oldu. Büyükler, günlükçülerle birlikte bahçede kan ter içinde çalışıyorlardı. Bizse, aynı yaşlarda üç kuzen, taş evin oluklarının hangisinden akrep çıkacak oyunu oynuyorduk. O ikisi, bir tek benim derdim değildi, yine de en büyükleri bendim. Vaktimizin çoğunda yalnızdık. Hayret, nasıl hayatta kaldık?
Yaz tatilinin çoğu bitmişti. Temmuz, deniz kenarında bir çırpıda harcandı. Ağustos sıcağı bir şeydi, nem başka bir şey. Köydeki üçüncü haftamızdı, en küçüğümüzde tuhaf tikler peydah oldu. Bir sözcüğe takıyor, kendi kendine söyleyip duruyor, üstüne bizim de onunla tekrarlamamızı istiyordu. Bu, yalnızca istemek değildi, dediğini yapmamız için tüm varlığıyla yalvarırdı. “Sıfta” demeliydik, ya da “Kuştak”. Bulduğu kelimeler deli saçmasıydı. Dediğini yapıp onu avutmayacaktık.
O gün, Frank Kayası’na yürüme maceramıza katılmasına izin verdik. Emanet edebileceğimiz kimse olmadığından, mecburen yanımızda taşıyorduk. Elbette bunu itiraf edecek değildik. Zaten çocuğun tek derdi, yalnızca kendisinin anlamını bildiği kelimeleriydi. Ablasıyla aramızda iki yaş yoktu. Beraberce kardeşini delirtene, göz yaşları içinde bırakana kadar başka şeylerden bahsedip güldük. Oğlan inatçıydı, sümüğünü koluna sürerek arkamızdan gelmekten vazgeçmedi.
Frank’a yürümek, yetişkinlerin dahi kolay kolay göze alacağı bir şey değildi. Hemen her hafta oraya gittiğimizdense, kimsenin haberi yoktu. Taş evin bahçesinden aşağı, dereye inen patikayı izleyerek, neredeyse bir saat yokuş aşağı yürüdük. Dereye vardığımızda, akıntının cılızlaştığı yerdeki yosunlu, kaygan taşlara basıp karşıya geçtik. Bu defa yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Dikenler, çalılar, yılanlar, ısırganlar… Elimizdeki sopaların bizi çakallardan bile koruyacağına tüm kalbimizle inanıyorduk. Hem nasılsa Pembe Panter de bizimleydi. Frank Kayası, bir kaya değil, çimenlerle kaplı büyük, boş bir araziydi. Tepenin kuzeye bakan yamacından bir burun gibi uzamış, üç yanı uçurum, üstün güvenlikli bir çocuk oyun alanıydı. Nasıl hayatta kaldık?
Saklambaç veya körebe oynamadık. Kasaba kurduk. Her ağaç başka bir şeydi; biri okul, biri kasap, diğeri pastane. En küçüğümüz kısa yoldan zengin olmayı becerdi. Onunki para ağacıydı, her kabuk parçası elli lira ediyordu. Ablasıysa mutlaka benim ağacımın aynısından isteyip oyun boyunca mızıkçılık yaptı. Mor tokam “pastane” ağacımda bir dala takılıp düştü, çimenlerin arasında kayboldu. İki gün sonra onu, kızın keçe gibi saçlarına takılı gördüm.
Kuzenlerimle her gün ölüme meydan okumadık. Patateslere çalı parçaları takıp inek, at, koyun yaptığımız da oldu. Bazı günler sıcak, toprağın üstünde buğulu bir örtüydü. O zaman yılanlar gibi gölgelere kıvrılırdık. İşte öbür ikisi, iki ağabeyim, taş evin serinine sığındığımız vakitlerden birinde yanımıza geldi. Ailemizin en küçüğüydüm, güzeldim ve bu beni onların gözünde bir kobay faresi yapıyordu. Ayakkabılarımın bağcıkları birbirine bağlıyken koşabilir miydim? Nefes almadan kaç saniye durabilirdim? Suratıma en fazla kaç mandal takılabilirdi? Bunlara alışkındım. Ama sonunda bir kalbim olduğunu fark ettiklerinden olsa gerek, o öğlen yeni bir işkence tekniğiyle, sırıtarak yanaştılar. İşkencegâhları arka bahçedeki dev dut ağacıydı. Pembe Panter’in kolları ince, bacakları uzundu. Kafası vücuduyla orantısızdı, büyüktü ama gülen ağzıyla sevimliydi. Onu elimden alıp astılar. Dutun dalına bakarak üç saat ağladım. Babam bahçeden geldi, ağaca tırmanıp kurtardı masumu. Haydutlar kaçmıştı çoktan, korktular ya, bir daha yapmazlar sandım. Yaptılar. Pembe Panter her gün başka bir dalda idam edildi. Bir seferinde çok yalvardım atmasınlar diye, on yaşındayım, acırlar sandım. Kahkahalar eşliğinde önce birbirlerine, sonra dutun yüksek bir dalına attılar. Babam söylene söylene kurtardı yine. Dut ağacının altında ağlayan ben, artık sıradan bir figürdüm. Günlükçüler ilkten sorar, “Ağlama, ne oldu sana?” derlerdi, sonra onlar da umursamadılar. Gün geldi, ben de Pembe Panter’in asılmasına alıştım. Koca ağacın dalındaki pembelik sıradanlaştı, günlükçüler de kuzenlerim de aldırmamaya başladı. Babam artık ağaca çıkıp onu kurtarma zahmetine girmiyordu, nasılsa şimdi ben de ağlamıyordum. Rüzgarın sert estiği gecelerin sabahında yerde buluyordum onu. Yağmur da yağdıysa, ince, uzun kollarından, bacaklarından vıcık vıcık sular damlıyordu. Karnındaki oval beyaz kumaş çamur içindeydi, vücudunun canlı pembe rengi, öğle güneşlerinde solmuştu. Yine de gülümsüyordu. Her idamına gülerek gitti Pembe Panter. İşin garibi, artık ben de gülüyordum. Ağabeylerim bazen kendileri tırmanıp alıyorlardı onu, kuzenlerim ve ben tezâhurat yaparken tekrar ağaca fırlatıyorlardı. Neden ağladığımı çoktan unutmuştum. Son seferinde öyle yükseğe attılar ki, bir daha kimse çıkıp alamadı. O da bir daha aşağı düşmedi. Yaz bitene kadar dalda çürüdü, patlayan dikişlerinden dökülen pamuklar, ara ara ağacın dibine düştü.
Bir gece uyandım, sarılıp uyuduğum Pembe Panter’imi aradı kollarım. Beynimin unuttuğunu kollarım unutmamıştı. Onu neden sevdiğimi hatırlayıverdim. Gözümün önüne kararıp küflenmiş suratı, patlak karnıyla ağacın dalından bize bakan hâli geldi, ağladım.
Tabii, dutun yalnızca dalları değil, gövdesi, kökü de vardı. Dikenli telleri de. Evin avlusunu bahçeden ayıran, dutun gövdesini sarıp patika yola doğru devam eden, kuzenlerimle sıkıldığımızda neler yaptığımızın şahidi teller. Ağacın altındaki toprak yumuşak ve serin. Kolayca kazılıyor ve her karışa en az iki toprak solucanı düşüyor. Gördüğüm hayvanların en sevimsizi, en aptalı toprak solucanı. Ve en savunmasızı. Bir iple bağladın mıydı kaçamaz. Kıvrılıp bükülüp tuhaf hareketler yapar, sonra pes eder. Kuzenlerimle birlikte iplerle köleleştirdiğimiz solucanları çimenlerde otlatıyoruz, bir de banyo yaptırıyoruz onlara: Ölüm banyosu. Suyun yüzeyinde hareketsiz yattıklarında çok yorulduklarına kanaat getirip onları -hesapta- boyunlarına bağladığımız ipin diğer ucundan dikenli tellere asıyoruz. Dinlensin hayvanlar. Kurusunlar, dinlensinler… Ardından günlük Pembe Panter idamı, sonra taşların arasında akrep avı… O telâşede dikenli telde asılı unutulup kuru, siyah ipliklere dönen solucanlar, sabah uyanınca aklımıza geliyor. Bozulan oyuncağın yenisini arıyoruz. Yaz bittiğinde dutun altındaki yol boyunca, dikenli tellere asılı onlarca toprak solucanı cesedi sıralanıyor. Helikopter böceklerinin kıçlarını koparıp yerine kibrit çöpü sokan, hayvan uçmaya çalışırken kibritin ucunu yakan en küçük kuzenimden, onu meraklı gözlerle nasıl izlediğimden bahsetmeyeceğim bile.
Sonunda Tanrı, başını biraz eğip aşağı bakmış olacak ki cezamı verdi. Banyo sonrası taş evin hayatında annemin kıyafetlerimi getirmesini beklediğim o akşam, hakkımda hüküm verildi. Bazı infazlar yapıldı. İnsan yavruları, hele küçücükken, pembe yanaklı, melek yüzlü, cılız cüsseli, acınası yaratıklar gibi görünürdü. Ve bir bakımdan öyleydiler. Ben de onlardan biriydim, havlulara sarılmış bir melek suretinde annemin bahçeden topladığı çamaşırların arasından mor tulumumu getirmesini bekliyordum. Getirdi de. Fanilamın üstüne rahat, penye, mor tulumumu giydirdi. En sevdiğim renk. Fakat bir şeyler tersti. Hiç de rahat değildim. Karıncalanmaları gıdıklanmalar izledi, ardından bedenimi, içimden yıldırım geçmişçesine yay gibi geren, ateş içinde bırakan korkunç acılar sardı. Tüm ev başıma toplandı, haykırmaktan konuşamıyordum. Neyse ki hareketlerimden vücudumda dolaşıp bana eziyet eden bir şeyler olduğunu anlayıp oracıkta soydular beni. Üç iri eşek arısı bahçede asılan tulumuma girmiş. Dedem büyük ispirto şişesiyle eşikte belirdi. Arıların beni kaç yerden soktuğunu saymadılar. Mor sıvıyı öylece üstüme boca ettiler. Ağzım, dilim acı sularla doldu, uyuştu. Derken hıçkırıklarım duruldu. Yavaş yavaş sakinleştim.
Seyyar lâmbalar harman yerinde, avlularda bir bir yandı. Akşamın gölgeleri kapı altlarında dolanırken iki ağabeyim beni bahçeye, dutun altına çağırdı. Dedemin ispirtosunu çalmışlar, “Dibinde kalan yeter,” dedi biri. Öbürü elindeki çubukla bana yerde sırt üstü yatan eşek arılarını gösterdi. Etraflarını taşla çevirmişler. Bir de ne yapmışlarsa, hayvanlar ne ölmüş, ne de kaçacak hâldeler. İki kuzenim iki yanımda belirdi. İdam mangamız yeniden yerini aldı. Üstlerine ispirtoyu döktü biri. Öbürü çömelip kibriti çaktı.
Hiçbir yaratık canlı canlı yakılmamalı. İncecik çığlıkları dut ağacının dallarına yükseldi. Başımı kaldırıp bakabilsem Pembe Panter’imin bu hain infazı izlediğini görebilirdim. Küflü suratı bana hâlâ gülümser miydi? Bakmadım. Eşek arılarına hiç acımadım. “Senin için,” dedi ağabeylerimden biri, öbürü devam etti, “cezalarını verdik.” Alevler, donuk gözlerimizde ışıldadı. Canımın acısı geçti.
Ağustosun telaşsız, nemli, uzun öğle sonraları, içimde o gece sonlandı. Ve bir daha mor renkte kılığım olmadı. Pembe Panter’in parçalanmış cesediyse, bir eylül sabahı daldan düştü.
edebiyathaber.net (7 Temmuz 2022)