Babamın çalıştığı bankaya müdür olarak Kütahya’nın Emet ilçesine tayininin çıkmasının üzerinden az bir zaman geçmiş. Ama kimsenin yüzü gülmüyor. Evde bir matem havası. Peder Bey müdürlüğe terfi etmiş mangiz de artmış ama yüreğinde derin bir sızı. Emet’te Anadolu Lisesi yok. Kızı yani ablam iyi bir gelecek için arada 93 kilometrelik mesafe olan Kütahya’da, anneannem ve dedemle kalacak. Her hafta sonu onu görmeye gideceğiz.
Emet’e ivedi bir şekilde taşınıyoruz. Evdeki hüzün havası her daim mevcudiyetini koruyor. Hasret başka şey. Peder Bey’in akşamki bir ufak rakısına da efkar, iki duble daha ekliyor. Gece geç saatte odama kadar gelen sigara kokusu beraberinde bir tutam sızı ve gözyaşı da getiriyor babamın tek başına oturduğu mutfaktan. Sağlık Müdürülüğü’nde çalışan annem erkenden matiz oluyor her akşam. Gündüz bütün gün çevre köyleri gezip kar kış, yağmur çamur dinlemeden çocuklara aşı yapıyorlar.
Ben anaokuluna başlıyorum. Sınıfa ilk girişim. Atatürk posterleri, Türk bayrakları, İstiklal Marşı, Gençliğe Hitabe, dört mevsim, sınıftaki çocukların güzel günler göreceklerine dair yaptığı resimler duvarları süslüyor. Kütüphane var, çocuk kitabı yok. Bana fark etmez. 5 yaşında okumayı ve yazmayı sökmüşüm. Kırmızı kurdele aile arasındaki pasta merasimiyle takılmış. Ablamın orta birinci sınıf Türkçe kitaplarındaki parçaları çoktan belleğe kazımışım.
4 kız 8 erkek. Bir de Leyla öğretmen. 13 kişiyiz sınıfta. Legonun çakması oyuncaklarla kule kuruyoruz muşamba örtülü masanın üzerinde. Beni kesmiyor. Resim defterine çocuklar, güneş, dere, el ele tutuşmuş aile resmi çizerken ben aklımda kalan okuma parçalarını yazıyorum. Leyla öğretmen soruyor: “Sen okuma yazma biliyor musun?” “Tabii ki öğretmenim. 5 yaşında kendi kendime öğrendim.” Ağızlar çeneye düşmüş sınıfta kişi başına düşen göz sayısı dörde çıkmış. Estirdiğim ilk rüzgar çocukların yanaklarını okşuyor. Bu çocuğa dikkat!
Bankanın bağlı olduğu şirketin diğer işletmelerinde çalışan personeller için de kalması için yaptırdığı bir sitenin içindeki lojmanlarda kalıyoruz. Site ilçeden izole. Zira bu büyük işletme ilçenin burjuvasını ağırlıyor. Genel müdürler, müdürler, şefler, mühendisler gırla. Bir tarafını sallasan bir kodamana denk geliyor. Ayda bir lokalde eğlence var. Bütün personel katılmak zorunda. Genel müdürün emri. Hafta içi sabah okula giderken makam arabasının arka koltuğunda sigarasını tüttürürken gördüğüm o kel ve kravatlı janti adamlardan eser kalmıyor cumartesi geceleri lokalde. Alaturka canlı müzik eşliğinde başlanan rakılar, müziğin ritminin ‘eller havaya’ya dönüşmesiyle beraber ve şerbetin nabza göre ayarıyla ilk başta kravatlar gevşetilmesiyle devam ediyor. Sonra da kravatlar çıkarılıyor. Deri koltukta imza bekleyen dosyalara afili imzasını atıp sekreterine “Kızım nerede benim kahve!” diyen adamların ağızlarıyla kulakları birleşmiş. Ortam dans pistinin dolmasıyla hareketleniyor. Dönemin fırtınası pop müziğin en hareketli parçaları çalınıyor. Günümüz diskolarındaki çakarlı ışığı ilk orada görüyorum. Saatler gece 12’yi gösteriyor. Dansöz yanında iki bodyguard’la salona giriyor. Oha! Kadın çıplak. Afallıyorum.
Asıl eğlence şimdi başlıyor. Herkes dansözün göğsüne para sıkıştırma derdinde. Kadın sanatçının gayet Frenk bir biçimde elinden tutup öpülerek sahneden indirilmesiyle gece son buluyor. Kapı önünde içilen son sigaralarda methiyeler geceye karışıyor ve herkes evine dağılmaya hazırlanıyor. Doymayanlar cilayı single malt’la yapmak için birbirilerini evine davet ediyor. Cıvık bir ortam. Herkes birilerine öpüp sarılıyor: “O işi pazartesi gel, halledelim”ler havada uçuşuyor. Sitede çalışan az sayıdaki kadınların haricindeki permalı sarı boyalı saçlı ‘ev hanım’ları konken için hangi gün kimde buluşulacağını tartışıyor omuzda kırk yılda bir yoluna düşülen İstanbul’dan alınmış kürkle makam araçlarının gelmesi beklenirken. Lokalle ev arası maksimum yüz metre. Olsun. Makam aracı önemli. Kartvizit de neymiş!
Eğlencelerin olduğu cumartesiler zaten böyle ortamlardan nefret eden annem ve babam için iyice zulüm oluyor. O hafta sonlarında ablamı görmeye gidemiyoruz. Ama o eğlence cumartesisinin ertesi günü evde bayram havası. Vuslata bir gün daha eklenivermiş. Ne çıkar ki! Sabah sucuklu yumurta masaya geliyor. Babam beni gazete almaya sitenin kantinine gönderiyor. Kantin dediysem öyle tıraştan değil. Carrefour Mini mübarek. “Kendine de cips falan al. Maç saat 4’te,” diyor. 4’e kadar vaktim var sıkı bir maç çıkarmak için. Ama moral sıfır. Çünkü bu hafta Peder Bey’in İstasyonspor’dan arkadaşı İlyas Amca’nın Kütahya’daki spor malzemeleri satan dükkanına Feyyaz’ın forması gelecekti. Tozluğuna kadar tam takım hem de. Sitede daha kimsede forma yok. Bende tam takımı olacaktı ne güzel. Herkesin ağzının suyu akacaktı. Mikasa topum ve Feyyaz formamla kum sahaya indiğimde Kaan’ın kenardan maçı izleyen ablası bile artık eteğini kaldırıp donuna bakmama kızmayacaktı. Ama kodamanlar büyükşehirdeki eğlenceyi personelinin ayağına getirip performansı en yüksek seviyeye çıkarmak için hiçbir masraftan kaçınmıyor maşallah. Dönemin ‘happy hours’ları da böyleymiş. Bizim forma işi sonraki haftaya kalıyor. Uyuzum o adamlara. Halbuki Taçspor kramponlarımı bile o forma için sakladığımdan daha giymedim. Yatağımın yanında duruyorlar. Forma gelsin öyle giyeceğim.
O hafta güzel geçecek. Cuma günü doğum günüm. Sabahtan okulda, öğleden sonra siteden arkadaşlarla evde kutlama yapıp Peder Bey’in mesai saatinden sonra da vın turizm Kütahya. İple çekiyorum cuma gününü. Hava buz. Neredeyse beş kat giyinip teneffüslerde maç yapıyoruz dize kadar karın içinde. Sınıfta soba yanıyor. Soba kanatlandırır. Diğer çocuklarla resim çizmek yerine Zeki’yle güreş tutuyoruz. Zeki Emet’in bir köyünden. Tam köy çocuğu. Acayip güçlü. Tabii fiziksel olarak. Ben her türlü ezer geçerim. Çünkü ben ‘müdürün oğlu’yum. Zeki beni her yer fırlattığında Leyla öğretmen Zeki’nin kulağını çekiyor. Ne Zeki’den ne de benden çıt çıkmıyor. Zeki hem bana hem Leyla öğretmene çok sinirleniyor. Kancıklık yapıyorum. Kulağının arkasına yumruk atıyorum yerden kalkar kalkmaz. Zeki sendeleyip yere düşüyor. Kıpkırmızı sinirden. Leyla öğretmene bakıyor. Ses yok. ‘O’ ‘müdürün oğlu’ çünkü.
Cuma günü gelip çatıyor. Annem Kütahya’da Albayrak Pasajı’ndan aldığımız kırmızı eşofman takımlarımı giydiriyor. Kar yağmasına rağmen boğazlı kırmızı beyaz cırt cırtlı ayakkabılarımı çekiyorum altıma. Saçlar Amerikan. Emet’teki berberlerin yüzüne bakmıyorum. ‘Şehir’de tıraş oluyorum. İlçede pastane yok. Annemin yaptığı kremalı pastayı, börek çöreği ve meyveleri yanımıza alıp ailecek okula yollanıyoruz.
Sınıfta girdiğimde götümü tavandan indirmek için ip gerekiyor. Herkese hava basacağım. Babamın aldığı BMX bisikleti anlatacağım lastik pabucun içine üç çift çorap giymiş sümükleri dudaklarında yuva yapmış köylü çocuklarına. Kim bilir Kütahya’daki hangi akrabam Ninja Kaplumbağa’ların bendeki hangi eksik oyuncağını aldı? Bunu anlatacağım. Leyla öğretmen el pençe divan babamın ve annemin elini sıkıyor. Çocuklar ilk defa ‘müdür’ görmek için yan yana dizilmiş. Bir kısmının gözleri annemin elindeki şeffaf plastik kabın içindeki beyaz ‘şey’de. Annem nevaleyi masaya koyuyor. Benim gözüm hediyelerde. Pazartesiden Leyla öğretmen duyuru yapmış: “’Müdürün oğlu’ cuma günü doğum gününü siz, en sevdiği arkadaşlarıyla sınıfta kutlayacak.” Kısa bir sessizlikten sonra herkes sıraya girip doğum günümü kutluyor. Ee hediyeler? En son sınıfın cüce boylu kızı, Adile Naşit’e benzettiğimiz Hafize yanıma geliyor. “Doğum günün kutlu olsun,” diyerek arkasında sakladığı, gazete kağıdına sarılmış bir paket çıkarıp veriyor. Şaşırıyorum. Ufak bir tereddüdün ardından açıyorum paketi. Bir paket çubuk kraker! Annemle babam çok teşekkür edip öpüyor Hafize’yi. Benim de ağzımdan yarım yamalak bir, “Sağ ol,” çıkıyor. Hayatımda bir arkadaşımdan aldığım ilk hediye gazete kağıdına sarılı bir paket çubuk kraker oluyor.
Masaya geçiyoruz. Annem pastayı eşit dilimlere bölerek bütün sınıfa dağıtıyor. Meyveler masanın üzerinde duruyor. Gözüm Hafize’ye kayıyor. Muza elini uzatıp uzatmamak arasında gidip geliyor. En sonunda alıp incelemeye başlıyor. Ve bir anda kabuğuyla beraber ısırıveriyor. Suratı buruşuyor. Ağzındakini çıkarmaya çalışıyor. Leyla öğretmen duruma müdahale ediyor: “Kızım muz bu muz! Hiç mi yemedin hayatında!” Hafize buruşuk bir yüzle, “Muz ne öğretmenim?”
edebiyathaber.net (15 Aralık 2020)