
Gitme dese kalır mıydım, bilemem. O bilir. Ben gittim. Yalnızım. Yalnızlıktan kutup soğuklarına yakalanmış elimden bir tutan olsa, kal dese gidemezdim belki. Tutmadılar, gittim. İçimden geçerek, sözümden geçerek, kendimi geçerek gittim. Üstümdeki bana acıdan başka bir şey vermeyen karanlık dünyayı çıkardım önce. Elbiselerimi, cüzdanımı, şapkamı, anahtarlarımı, belgelerimi, anılarımı, düşlerimi de çıkardım. Her şeyi çıkara çıkara kendimi buldum.
– Ne kaldı, dedim kendime.
– Akıl kaldı bir tek, dedi bir ses.
Etrafıma baktım, kimse yok, yine kimse elimden tutmuyor. Kimse beni görmüyor, bana gülmüyor. Bir adım daha ileri gidip aklımı da çıkardım, katlayıp koymadım bir kenara. Fırlatıp atmadım da… Öyle bıraktım yüzüstü. Yüzüstü, yapayalnız, somsoğuk… Dımdızlak…
Bir defasında rüyamda kendimin kendi içimden çıkışını gördüm. Kendim, yani bedenim aşağıda kaldı, ben kendimden çıkıp göğe doğru kanatsız bir kuş gibi uçarak yükselip gittim. Kendim orada öylece mahzun mahzun, dondu kaldı. Acı duymadım hiç. Kendimi orada bırakmaktan acı duymadım, tam tersine kendimden kurtulmaktan, göğe yükselmekten tarifsiz bir sevinç duydum demek daha güzel olur. Kanatlandım, kuş gibi uçtum, kuş olup uçtum, en çok istediğim şeyi yaşadım.
İnsanın kendinden kurtulması böyle olacaksa kurtuldum işte, diye içten içe sevindim.
Bu rüyamı bir arkadaşıma anlattım.
Şaşkındı,
– Senin ölmen lazımdı, dedi.
– Ölmedim ama, dedim.
Ölüp gitsem nasıl olurdu o an acaba? Böyle bir şeyi ne yazık ki hiçbir zaman bilemeyeceğim. Tepeden tırnağa akıl olsam da zır deli olsam da… Bunu bilmeye akıl yetmiyorsa onu taşımak yormaz mı beni? Zaten hiçbir şey yapmasam da hayat yoruyor beni, dünya yoruyor. Akıl yoruyor. Bunca yorgunluğa daha fazla katlanmamak için gittim kendimden.
Rüyamı anlattığım arkadaşım yanımda yoktu, bu olayı da anlatsam yine bir saptama yapardı:
– Senin deli olman lazımdı, derdi.
– Lazımdı ama olmadım, derdim.
Delirmekle ölmek arasındaki farkı bilsem ölü mü yoksa deli mi olduğumu bileceğim ama bilmiyorum, bilemiyorum. Akıl yükünden kurtulduğumdan beri çoğu şeyi bilmiyorum. Yeğnildim ama. Kanat takmasam da gök bana kucak açtı, çekiyor beni kendine. Gök girdabına kapılıp kuşlar gibi şen şakrak yaşıyorum kanat çırpa çırpa.
Ellerime bakıyorum, yine kimse tutmuyor. Tutmasın. Ben de kimsenin elini tutmuyorum. Tutmayayım. Elim, birinin elinde olsa da aynıyım olmasa da… Demek ki eller anlamsızdır tek başına. Eller akıllı olmuyor hem. Bir hareket yapabilmesi için akla ihtiyacı yok.
Bebekler ellerini yiye yiye doyar ama elleri hiç bitmezmiş. Bu yüzden bebekler hep bir adım önde başlıyor hayata. Sonra sonra geride kalıyormuş. Kimi akılsızlıktan, kimi erinmektenmiş. Erine erine neler kaybediyor bu insanlık?
Bakın ben yağmur yağarken üstümü başımı çıkarıyor, sokaklarda yürüyorum. Bir güzel ıslanıyorum. Doyasıya. Sırılsıklam. Aklım da ıslanıyor diyeceğim ama onu bıraktım. Onu kuru bıraktım. Sağlıklı hem de. Bensiz, kendi kendine bakabilecek, yetebilecek durumda. Düzeyli bir ayrılık yaşadık. Kimse üzülmedi, kimse kimseye darılmadı. Dar bir dünyadan çıkıverdim bir anda. Sonsuz güzellik ve çılgınlık denizinde yüzüyorum artık. Yağmur yağmasa da ıslanıyorum. Yol yürüsem de yorulmuyorum. Konuşmasam da anlatıyorum. Çığlıklar atsam da sesimi duymuyorum. Gitsem de dönmüyorum. Dönsem de nereden, nereye döndüğümü bilmiyorum. Bir yere dönmek istesem de dönecek bir yer bilmiyorum. Dönülecek tüm yerleri unutmuşum. Unuttuklarımı da unutmuşum hatta.
Terki terk…
Sahi insan neyi unuturdu?
MUT-SUZ
İçim kıpırdadı. Kollarımı sıvadım. Nasıl da heyecanlıyım bir bilseniz. İçimin kurumuş koyaklarına su geldi. Su şakır şakır akıyor gibi. Toprağını suya kavuşma sevinci içimi serinletmiş gibi. Yağmur yağmış da toprağa düşen su ile yayılan kokuyu almışım gibi. Ama gibi işte. Havam kaçıverdi gibiye gelip dayanınca. Yalancı. Elmayı kavanoz camından yalamak gibi. Resimdeki elma şekerini yalamak gibi. Sanal ve soğuk aslında. Kollarımı indirdim. Susacağım birazdan.
*
Susacaksın tabii. Konuşup da ne yapacaksın ki! Sen yoksun zaten. Üstün de altın da sağın da solun da çizik senin. Yokluğa mahkum edildin. Adsızlığa mahkum edildin. Yaşadığını sandığın her yer bir hücre. Hücrene mahkum edildin. Hücren kurutuldu. Toprağındaki kuruma da o yüzden. Yokluğun sesini duymaya başladın aslında. Eriyişin ve kayboluşun sesini. Ölmenin resmini çizebilirsin ancak bu saatten sonra. Ölüm sevincinden başkası helal değil sana. Yaşasan da yaşama sevincin olmayacak hiç. Çocuk gülümsemesi, türkü yankısı, şiir inceliği olmayacak. …cak, …cak… Bundan böyle, böyle.
**
Kendimi ne kadar kandırabilirim ki… Kendi yalanıma kendimi inandırabilir miyim? Üç boyutlu sinema salonunda havada uçuşan kelebeklere uzanan ellerimin boş kalması gibi olmayacak mı bu? Mutluluğuma kendim inanmazsam kimi mutlu edebilirim ki… Mutsuz kaldım. Hapy Center’lere gidip mutluluk almalıyım. Şu günlerde her şeye zam geldi acaba mutluluğa ne kadar zam geldi? Alım gücümü aşmış mıdır? Aşmışsa tümden mutsuz kalırız. Yaz gelir Mut’a gidemeyiz. Kış gelir Mut’tan uzak dururuz. Biz bittik demek ki. Mut bize çok uzak demek ki… Şimdi hazır kolları sıvamışken bitişin resmini çizelim sözcüklerle.
**
Hapy Center’de kasadaki genç kıza “Mutluluk hangi reyonda satılıyor?” diye sordum. Şaşkın şaşkın baktı yüzüme. “Mutluluk mu?” dedi. “Evet dedim, mutluluk alıp mutlu olmak istiyorum.” dedim. “Biz mutluluk satmıyoruz.” dedi. “Peki tabelanızda neden “mutluluk merkezi (happy center)” yazıyor?” dedim. Kız gülümseyerek “Patronlara söylerim.” dedi.
BULMAK
Adam, kararlı ve emin adımlarla yürüdü, aynanın içine girdi. Geçmişine girdi. Çok kalabalık, bulanık, karmakarışık… Anlamsız. Geçmişi içini açmadı adamın, içini kanattı, içini kararttı.
/Bir karganın gaaak diyen sesini duydu./
Kargalar artık çok uyanık. Bilgili. Hiçbiri ağzındaki peyniri tilkilere kaptırmıyor. Her yer karga. Kentler karga ile dolu. Kargalar kenti olmuş koca metropoller. Kentli kargalar; aydınlanmış, La Fontaine okumuş, ezber etmiş. Geçmişlerinden ders almış, geçmişi aşmış, yeni bir dünya kurmuşlar kendilerine. Güvercinler, kediler, martılar dostları artık. Onlarla aynı yiyecekleri paylaşıyor, barışın keyfini sürüyorlar.
– Karga nerden kondu bu hikâyeye şimdi?
/Öykünün burasını yazarken yazarın tepesinde kargalar ve martılar dolaşıyor da ondan. Yazarın tam da geçmişe takılıp kalmamak için karar aldığı anda. Karar anında. Karar ve kara karga./
Geçmişin onca kalabalıklığı arasında hiç karga yok. Martı da… Küçük bir Akdeniz kasabasında geçen çocukluğunda karga ve martı görmeden büyüdüğünü fark etti. Sahiden neden yoktu orada kargalar ve martılar? Özellikle deniz martısız olur mu? Yoksa martıları korkutan, kaçırtan bir şey mi var orada? Ördekler vardı derenin denize kavuştuğu yerlerde, sazlıklarda. Sahipsiz ördekler. Kimse vurup öldürmezdi onları. Çocuklar yuvalarında buldukları yumurtaları yaktıkları ateşte yağ tenekelerinde haşlar, yerdi. O kadar. Yazar da yemişti bu yumurtalardan. Yüzen ördek yumurtası… Şimdiki zamanda bunun da reklamını yaparlardı mutlaka ama o zaman yapılmazdı. Geçmişinin kalabalıklığı arasında reklâmlar yoktu. O zaman televizyon şimdiki kadar yoktu da ondan olmalıydı.
Yürüdü adam, çok yürüdü diyeceğim ama çok yürüyemedi. Yürüyemedi, adım atmasını zorlaştıran kalabalıktan sıyrıldığı anda önünü bir dağ kesti, bir bıçak gibi. Eteksiz bir dağ… Aniden yükselen, başı bulutları delen bir dağ… Bulutları delen dağların üstünü eskiden beri çok merak ederdi. Yine etti. Nasıldı acaba? Yıllar yıllar önceki yaşamında uçakla uzaklara, Doğu’ya doğru giderken görmüştü böyle bir şeyi. Bir pamuk tarlası gibi bembeyaz bulutların arasında bulut delen dağları…
Masal ülkesi gibi bir yerdi gördüğü. Doğunun efsane masal mekânlarından birinde. Hiç Batı’ya gitmiyordu o yıllar. Romantik bir âşık gibi hep Doğu semalarında görüyordu bulut üstü dağları.
“Bu nasıl bir dağ ki aniden dikildi karşıma?” dedi kendi kendine. Sorunun cevabı için aynaya bakmalı ama bir ayna bulamadı. Aynasız kaldı. Aynanın içinde aynasızlık… Deryada susuz kalmak gibi… İnsanların ortasında insansız kalmak gibi… Varlığın yokluğu… Yokluğun varlığı. Ayna yoksa kalbi var. Kalbini yokladı. Henüz yanında. Hüzünleri ile öfkeleri ile, kinleri ile yanında.
Kin…
Sahi onları niye taşıyor ki… Hayatın bunca ağırlığında bir de kinlerini taşımak olacak şey değil. Omuzları göçtü onları taşımaktan. İntikam yemeğini yeme hayalini kurduğundandı belki ama ne zaman… Yaşamın bütün kodlarının sıfırlandığı, insanların kendilerini tümüyle soyunduğu, yüzü maskesiz kimsenin dolaşmadığı bir çağda intikam yemeği…
Vazgeçti. Geçmişin karanlık dibine göndermeli, ayağına bağ olmamalı onlar. Kalbini temizlese bir ferahlama yaşayacak. Gök mavisine, dal yeşiline, yaprak sarısına, sevda kızılına, tövbe beyazına kavuşacak. Dağın ardını da görecek o zaman. Geçmişin kalabalıklığını kin tuttuğu gereksiz insanlar oluşturuyor. O insanlardan kurtuldu kalbinden. Omuzları hafifledi. Dönüp ardına baktı, kimse yok, dönüp sağına baktı, kimsek yok, dönüp soluna baktı, orda şeytan var. Oraya bir daha bakmadı.
Dönüp önüne baktı, yemyeşil bir vadi var. Ortasından bir küçük ırmak akıyor. Kıvrıla kıvrıla akıyor. Yumurtalarını yedikleri ördeklerin sularında yüzdüğü küçük ırmak. Orada ördekleri gördü. Arkalarında mini mini yavruları var. Kendisine öfkeyle bakmıyor. Yeşilbaşları ile yeşil yeşil bakıyor. Mutlu mutlu yüzüyor. Kinsiz, öfkesiz, nefretsizler. Yorgun değiller, omuzları yorgun değildi. Orada gün ışığının parladığı küçük su tanecikleri var. Sonra su denize kavuşuyor. Su, deryaya kavuşuyor. Su, tuza karışıyor. Lezzet ile, tat ile buluşuyor su.
Aynanın içinde hafiflemiş olarak yürüdü adam. Suya bakıp bakıp yürüdü geçmişine. Suya bakıp bakıp kendine bir yol haritası çizdi. Ne istediğini bilirse neyi bulacağını da bilir. Birçok şey istemedi adam. Birçok şey kalabalık olur yine. Önüne kalabalık çıkar, adımını atamaz. İlkokuldaki sınıfında karşısında çok durup düşündüğü tabloyu gördü. Okullar bir basamak oluşturuyor, tepesinde üniversite var. Oraya ulaşmak için çıkacağı basamakları tek tek düşündü. Hedef, tepeye ulaşmak. Ulaştı da… Doğu’ya da Batı’ya da giden uçaklara oraya ulaştıktan sonraları bindi. Dağların üstüne o zaman çıktı. Bulut ülkesini o zaman aştı. Masal diyarlarını aşağılarda o zaman gördü. Geleceklerinin çiçekli bahçelerini kurma düşünü kuran öğrencilerine o zaman ders verdi. Yazları elinden düşürmediği kitapların benzerlerine o zaman imza attı. Daha okula başlamadan kurduğu yazarlık düşünü o zamanlarda yaşadı.
Ne istediğini bilince yollar teke iniyor, yormuyor insanı. Sevda dolu limanlarda sürüyor yolculuğu. Bir limanda sevgili, bir limanda çocuk, bir limanda aile, bir limanda kalem ve şiir… Ne çok limanı oldu. Gemisini her limana huzurla ulaştıracak rüzgârı bulmasını bildi. İnatla, kararlılıkla, aşkla…
Aynanın içinde yürüdü adam. Sonsuz yürüdü. Gözsüz yürüdü, kulaksız yürüdü. Kendi sesini dinleyerek yürüdü. Yol kenarlarında, ağaç altlarında dizi dizi insanlar gördü. Konuşuyor, konuşuyor, konuşuyorlar. Birbirlerine giriyorlar, birbirlerini boğazlıyorlar. Sonra ortalarına aldıkları ölülerin etlerini yiyerek yaşıyorlar. Karınları kocaman oluyor, sarkıyor. Dilleri kocaman oluyor, şişiyor ama konuşmaya, ölü eti yemeye devam ediyorlar. Onların arasından koşarak geçti adam. “Gel iki laf edelim, lafın belini kıralım.” diyenleri duymadı. Kulaksız. Kulaksız olmalı. İçini dolduracak boşluğa zamanı yok.
Bu vadide yürümedi adam; koştu, kaçtı, uçtu. Yere konduğunda sıcak kumsallarda ayağı yandı. Yansın. İnsancıl.
Tam burada karganın gaaak diyen sesini yine duydu. Karga evin penceresinde. Ağzında bir ceviz var. Ağzındaki cevizle yükseldi, yükseldi, sonra cevizi bıraktı. Sonra cevizin ardından pike yaptı. Bir hamlede yere düşünce kırılan cevizin yanına vardı, cevizi yemeye başladı.
Martılar, kargaya da cevize de aldırış etmeden uçuyor. Çığlık çığlığa uçuyor.
Sahilde ayna yok. Aynadan çıktı adam, deryaya ulaştı. Varlığa ulaştı. Sonsuz suya, maviliğe… Cevizin özündeki gıdaya…
Önüne tırmanacağı yeni merdivenler kuruyor. Yeni ve temiz hedefler… Kalabalıksız…
edebiyathaber.net (22 Şubat 2025)